İslâm nazarında insan, hakkına riâyet edilmesi gereken mükerrem bir varlıktır. Bunun içindir ki günahkârın dahî gıyâbında ayıp ve kusurlarını söylemek, “gıybet” nâmıyla büyük günahlardan biri olarak addedilmiştir. Kâfir de olsa, mazlumun bedduâsından sakınmak emrolunmuştur.
İslâm, hangi dinden veya ırktan olursa olsun dâimâ mazlumun, mağdurun yanıbaşındadır. Bunun sayısız misallerinden biri, Endülüsʼün müslümanların hâkimiyetinden çıkmasından sonra İspanyaʼda hristiyanların zulüm ve katliâmına mâruz kalan yahudîlerin Osmanlılar tarafından kurtarılarak İstanbulʼa getirilmesidir. İstanbulʼun müslüman halkı da; “bunlar ağır bir zulme mâruz kaldılar” diyerek onlara ikramda bulunmuş, İslâm ahlâkının ihtişâmını sergilemişlerdir.
Hak, adâlet ve merhamet hasletleri sebebiyle ecdâdımız Osmanlı, başka milletlerin dahî tercih ettiği bir devlet hüviyetindeydi.
Avrupaʼda engizisyon mahkemelerinin korkunç zulümlerinden kaçanlar, Osmanlıʼya sığınıyorlardı. Osmanlı’da gayr-i müslimlerin “vedîatullâh”, yani Allâh’ın devlete emâneti olarak kabûl olunduğu, yüce bir görüş hâkim bulunuyordu. Hattâ Lehistan/Polonya’da:
“Osmanlı atları Vistül Nehri’nden su içmedikçe, bu ülke hürriyet ve istiklâle kavuşamaz!” sözü, bir darb-ı mesel hâline gelmişti.
Çığırından çıkmış olan hristiyanlıkta akıl ve mantık dışı zulüm ve yanlışlıklara isyan ederek protestan mezhebini kurmuş olan Alman reformist Martin Luther de:
“Yâ Rabbî! Büyük Türkler’i bir an önce başımıza getir de, Sen’in ilâhî adâletinden onlar sâyesinde nasiplenelim!..” demiştir.