2015 Ramazan-ı Şerîf Özel Mülâkâtı

2015 RAMAZAN ÖZEL MÜLÂKATI

Efendim, zât-ı âlînizden Erkam Radyomuzun dinleyicileri için özellikle Ramazân-ı Şerîfʼin kıymeti; Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼde günlere, bâzı günlere diğer günlerden ayrı bir değer vermiş. Bâzı zamanlara diğer zamanlardan farklı bir değer kazandırmış. Bazı insanlardan diğer insanlara nazaran onlara fazîlet bahşetmiş.

Tabi diğer aylardan Ramazân-ı Şerîfʼi ayıran, dolayısıyla bizim bu konuda daha dikkatli olmamızı gerektiren şeyler nelerdir? Bu konuda bilgilerinizi lûtfeder misiniz Efendim?

Çok muhterem kardeşlerimiz!

Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîfʼimizi mübârek eylesin! İnşâallah, dînimiz, vatanımız, milletimiz ve bütün İslâm dünyası için Cenâb-ı Hak bereket, rahmet olmasını nasîb eylesin -inşâallah-.

Zamandan bahsettiniz. Ramazân-ı Şerîf. Cenâb-ı Hak, eşref-i mahlûkat olarak yarattığı insanoğlunu çok sevmekte ve insanoğluyla dost olmayı arzu etmektedir. Zira;

“Benî Âdemʼi mükerrem olarak yarattık…” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 70) Ve mükerrem olmasını Rabbimiz arzu ediyor. Bu mükerremlik neticesinde de “Dâruʼs-Selâm”, Cenâb-ı Hak kulunu Cennetʼe dâvet ediyor.

Bu, Ramazân-ı Şerîf, ilâhî rahmetin zamana yansımasıdır. Cenâb-ı Hak o kadar kullarını seviyor ki, kulun rahmete yakın olduğu zamanlar olarak ifade edilen seherler var. Her gün seherlerde, Cenâb-ı Hak:

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17])

سَاجِدًا وَقَائِمًا

(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9])

سُجَّدًا وَقِيَامًا

(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64])

Cenâb-ı Hak kullarını seher sofrasına, seher nîmetine davet ediyor.

Yine Rabbimiz, üzerine Güneş doğan en hayırlı gün olarak bildirilen Cuma gününü, büyük bir rahmet günü. Ve Zilhicceʼnin on günü, Muharremʼin on günü, mübârek üç aylar… Tabi Ramazân-ı Şerîf ise bambaşka bir rahmet iklimi, müstesnâ bir mağfiret mevsimi, Cenâb-ı Hakkʼın biz kullarına büyük ihsan ve muazzam bir lûtfu olmuş oluyor.

Ramazan, dostluğa davettir. Dostluğu güçlendiren, fedakârlıktır. Dostluk, iki kalp arasındaki bir cereyan hattıdır. Cenâb-ı Hak kuluyla dost olmak istiyor. Rasûlullah Efendimizʼle kulunun dost olmasını arzu ediyor. Bu ay Cenâb-ı Hakʼla bir dost olma ayı.

Sahâbî, Oʼna benzemekle dost oldu. Dâimâ bir müʼmin olarak düşüneceğiz:

“Rasûlullah Efendimizʼin Ramazanʼı ne şekildeydi? O şahsiyete, o karaktere hayran olan ashâb-ı kirâmın Ramazanʼı ne şekildeydi?”

Cenâb-ı Hak bizlere de -inşâallah- ibadetimizle, infâkımızla, muâmelâtımızla, güzel ahlâkımızla, benzer bir Ramazân-ı Şerîf yaşamayı lûtfuyla ikrâm eyler -inşâallah-.

Âmîn.

Bize en büyük miras, Efendimizʼden, bunu hâssaten bahsetmeli, çünkü günümüzde buna çok ihtiyaç var; cömertliktir. İnşâallah, gönlümüz bütün mahlûkâta bir sığınak, barınak ve bir dergâh hâline gelir bu Ramazân-ı Şerîfʼte -inşâallah-.

İnşâallah.

Kendimizi düşündüğümüzden daha öteye, Cenâb-ı Hakkʼın bütün mahlûkâtıyla beraber olmayı Cenâb-ı Hak nasîb eder ki, Cenâb-ı Hak da bizden bunun en güzel bir karşılığı olarak:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“…Nerede olursanız olun O sizinle beraberdir…” [el-Hadîd, 4]) buyuruyor. Nereye gitseniz, Cenâb-ı Hak sizinle beraberdir.

Demek ki biz de Cenâb-ı Hakkʼın mahlûkâtıyla o kadar beraber olacağız ki, Cenâb-ı Hakʼla beraber olmanın bir cüzʼünü yaşamış olacağız -inşâallah-.

İnşâallah.

Efendim! Ramazân-ı Şerîfʼin diğer aylardan en önemli alâmet-i fârikası, özelliği; oruç.

Evet.

Tabi bu oruç, Peygamber hadîs-i kudsîde ifâde buyuruyor:

“Oruç, Allah içindir, onun ecrini de Ben veririm. Benʼim içindir oruç.” (Bkz. Müslim, Sıyâm, 164)

Dolayısıyla bu oruç ibadeti hakkında -demin ifade buyurdunuz- Peygamberʼimizin ve ashâb-ı kirâmın oruçları nasıldı? Ve biz nasıl oruç tutmalıyız?

Gerek oruç, gerek namaz, gerek infaklar, sadaka, zekât ve infaklar, gerek umre-hac, kalbî yapımızın, rûhânî yapımızın merhaleler katetmesi içindir.

Oruçtan başlarsak:

Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı…” (el-Bakara, 183) buyuruyor.

Demek ki bütün ümmetlere, insanoğluna oruç zarûrî. Şundan zarûrî: Nefsânî arzuları bertaraf edecek, rûhânî istîdatlarını inkişâf ettirecek, kendisinin ilâhî kameranın altında olduğunun bir idrâki içinde bir istikâmet edinecek.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmenin sonunda:

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) buyuruyor.

Cenâb-ı Hak kulunun takvâ sahibi olmasını arzuluyor.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼi örnek olarak, bir takvâda örnek.

Kurʼân-ı Kerîm; “هُدًى لِلْمُتَّقِينَ” Yine “…Takvâ sahiplerine bir rehber.” (el-Bakara, 2) Ve takvâ sahibi olduğumuz zaman da Cenâb-ı Hak:

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

(“…Siz takva sahibi olursanız, Allah size öğretir…” [el-Bakara, 282]) buyuruyor. Allah, doğruyu, hakkı-bâtılı öğretiyor.

Velhâsıl, böyle bir oruç, müstesnâ bir ibadet. Nasıl namaz fahşâdan, münkerden men ediyorsa, oruç da, nefsânî hayat bertaraf edildiği için, o da, insanı birçok menfîliklerden korur.

Yahya bin Muaz -radıyallâhu anh-:

“Şaşılır o kimseye ki, hastalık korkusundan perhiz eder, Cehennem korkusuyla günahlardan perhiz etmez.”

Günahlardan perhiz etmeye oruç bir vesîle olmuş oluyor.

Ramazân-ı Şerîfʼin lâyıkıyla ihyâsı yolunda en çok dikkat edilecek husus, şüphesiz ki oruç ibadetidir. Oruç, bize dünyanın fânî nîmetlerinin elinden alınacak bir âhiret yolcusu olduğumuzu hatırlatır.

Orucun bize getirdiği lûtuflar; nefsânî arzular asgarîye inecek, rûhânî istîdatlar inkişâf edecek, Ramazân-ı Şerîf yüksek bir takvâ mevsimi olacak.

Peygamberler, nübüvvetin rûhâniyetine oruçla başlamışlardır. Meselâ Sina Dağıʼnın pek kıymetli peygamberi Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- Tevrat nâzil oluncaya kadar kırk gün oruç tutmuştur. Bir rivâyete göre de savm-ı visal, iftarsız olarak oruç tutmuştur. Cenâb-ı Hakʼla mükâlemeye girecek. Nefsânî arzular asgarîye düşürülecek, rûhânî istîdatlar yükselecek, Cenâb-ı Hakʼla mükâlemeye girecek.

Yine Sâir Dağıʼnın mukaddes peygamberi Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- da İncilʼden ilk kelâmı duyuncaya kadar kırk gün oruç tutmuştur.

Yine Yûsuf -aleyhisselâm-, hazineler eline verildiği hâlde, fakirlerin hâlinden gâfil kalmayayım diye, midesini tam olarak doyurmamıştır. Kendisine:

“‒Hazineler elinde, niye yemiyorsun?” diye sorulduğu zaman:

“‒Aç olayım ki açların hâlinde anlayayım.” buyurmuştur.

Zira aç olunmadan açların hâlinden anlamak mümkün değildir.

Yine, Âişe Vâlidemiz buyurur:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin âile efrâdı Medîneʼye geldiği günden beri, vefât ettiği güne kadar, üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle karnını doyurmadı.” (Müslim, Zühd, 20)

Âişe Vâlidemiz yine buyuruyor ki:

“Bize ganimetlerden beşte bir hisse gelirdi. Hediyeler gelirdi, ikramlar olurdu. Fakat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ümmetinin derdiyle dertlendiği için, onları başta Ashâb-ı Suffe ve diğer muhtaçlara gönderirdi. Evimizde üç gün sıcak bir yemeğin pişmediği ve Allah Rasûlüʼnün üç gün arpa yahut buğday ekmeğiyle doymadığı gün çok olurdu.” buyuruyor.

Demek ki şöyle kısaca yine tekrarlarsak, oruç ibadeti bize nîmetlerin kadrini bildiren bir ay. Yarım gün aç kalıyoruz, yarım gün susuz kalıyoruz, tâkatten düşüyoruz.

Cenâb-ı Hak bize devamlı bir ikram hâlinde. Toprağıyla ikram hâlinde. Muhtelif hayvanlarıyla ikram hâlinde. Sebze-meyve ile ikram hâlinde. Her şeyiyle bir ikram hâlinde bize.

Demek ki oruç, nîmetlerin kadrini bildiren bir ay. Şükran hislerini uyandıran bir ay. Ki Cenâb-ı Hakkʼa nasıl bir teşekkür edeceğiz bu ayda? Yoksulların ve çâresizlerin hâlinden anlayabilme şuurunu kazandıran bir ay. Nefsânî arzu ve temâyülleri bertaraf ettiren bir ay. Maddenin esaretinden kurtarıp “sabır” denilen en yüksek ahlâkî meziyete eriştiren bir ay.

Velhâsıl sabır, tahammülü güçlendirir. Stresleri önler. Sabır, takvânın fârik husûsiyetlerinden biridir.

Diğer bakımdan oruç, mazlumların ve muhtaçların, “acıyın bize” diye yükselen sessiz feryatlarının en güzel tercümanıdır. Merhamet ve şefkatimizi bütün fânî sevdâların üzerine yükseltemez isek kendimize çok yazık etmiş oluruz.

Efendim, burada bir şey daha arz edebilir miyim zât-ı âlînize?

Estağfirullah. Buyrun.

Şimdi, şeytanın üç tane büyük tuzağı var. Yani Allâhʼın kullarını Allâhʼa isyan ettirmek için kullandığı, esâsında üç tane her kişin zaafı: Şehvet zaafı, şöhret zaafı ve servet zaafı.

Esâsında oruç ayı -ifâde buyurdunuz- “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ” oruç bizi takvâya götürmeli. Yani adım adım beşerî zaaflarımızdan temizlenerek, rûhumuzu tasfiye ederek, nefsimizi tezkiye ederek, takvâya doğru bir yürüyüş.

Burada, bu oruç, aynı zamanda ele, dile, bele hâkim olmanın, şöhrete, servete ve şehvete emîr olmanın, esiri değil de, emîr olmanın yolunu açan bir ibadet. Bunlarla ilgili, hangi îkazlarda bulunabilirsiniz değerli dinleyicilerimize?

Efendim, Cenâb-ı Hak:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

((Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki.” [eş-Şems, 8]) buyuruyor.

Mevlânâ Hazretleri diyor ki:

“Mûsâ da (diyor), Firavunʼda senin içinde gizlenmiştir (diyor). Bunun farkında ol…” diyor. Onun için Firavunʼa gâlip gel ki diyor;

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9]) Bir gönül âlemin temizlensin, tasfiye olsun, tezkiye olsun, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaş…

Bu nasıl olacak? Bu, ibadetlerle olacak. İbadetlerde huşû.

Meselâ Cenâb-ı Hak:

قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ buyuruyor.

“Müʼminler selâmete erdi (kurtuldu).” (el-Mü’mi­nûn, 1) buyuruyor. Arkadan, maddeleri bildiriyor. En başta “namaz”ı bildiriyor.

Yine Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresiʼnde;

“Tevbe ederler, hamd ederler ve «es-sâihûn» oruç tutarlar…” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 112)

Demek ki oruç, çok güzel bir tezkiye şeyi olmuş oluyor.

Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Teni aşırı besleyip güçlendirmeye, geliştirmeye bakma. Çünkü o, sonunda toprağa verilecek bir kurbandır. Sen asıl gönlünü feyiz pınarlarından beslemeye bak. Zira yücelere gidecek ve şereflenecek olan odur.” buyuruyor.

Yine devam ediyor:

“Bedenini yağlı-ballı şeylerle besleme! Çünkü onu gereğinden fazla beslersen nefsânî arzulara düşüyor ve sonunda rezil olup gidiyor.”

Buyurduğunuz gibi şöhretin, servetin ve şehvetin esiri olup gidiyor.

Yine devam ediyor:

“Rûha mânevî gıdalar ver, olgun düşünüş, ince anlayış ve rûha gıdalar sun ki gideceği yere, âhirete güçlü olarak ve kuvvetli olarak gitsin.” buyuruyor.

Oruç sayesinde belli sürede helâllerden bile el çekiyoruz, helâlleri bile asgarî seviyede kullanıyoruz. Demek ki bize şu mesajı vermeli: Haramlardan ve şüphelilerden ne kadar kaçacağız?

Yine Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:

“Oruç der ki (müşahhas hâle getiriyor orucu):

«–Allâhʼım! Bu müʼmin kulun, Senʼin emrine itaat etmek için helâl lokmayı bile yemedi, susuzken su içmedi. Bu müʼmin nasıl olur da harama el uzatabilir?»”

Yani Ramazan; sabır, oruç, namaz ve bir mücâhede mevsimi.

Efendim, esas Ramazan ayı tabi böyle bir mânâ iklimi. Cenâb-ı Hakkʼın lûtuf ve kereminin de en fazla arttığı ay.

Tabi bu ayda yapılan infak, yapılan sadakalar, fıtır, sadaka-i fıtır ve zekât. Aslında bu, hem bir ferdî olarak gönlümüzü hem de sosyal olarak toplumumuzu, paylaşmaya, dayanışmaya ve kardeşliğe götürme iklimi bu Ramazân-ı Şerîf ayı. Ramazanʼın bu yönüyle ilgili neler söyleyebiliriz?

Bir de, bugünler, tabi özellikle Sûriyeʼde büyük bir acı, bir dram yaşanıyor ve Sûriyeʼden canını kurtarmak için gelen kardeşlerimiz var. Yani nasıl Peygamber Efendimiz Mekke-i Mükerremeʼden Medîne-i Münevvereʼye hicret ettiğinde Medîne-i Münevvere halkı onlara Ensar olup kol-kanat gerdiyse, merhamet damarlarını, merhamet yuvalarını kendilerine açtı ise, bugün bizim için de özellikle bu Ramazan ayında, bu Sûriyeli mülteci kardeşlerimiz için daha neler yapmamız gerekir?

Bu konular üzerinde de lûtfederseniz…

Efendim, Ramazân-ı Şerîf, bir defa vakitlerin definesi.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Eğer kullar Ramazanʼın faziletini bilselerdi, bütün senenin Ramazan olmasını temennî ederlerdi…” (Heysemî, c. III, sf. 141)

Hayırların kaynağı Ramazân-ı Şerîf. Cenâb-ı Hak bu ayda yapılan her ibadete, diğer zamanlara göre verdiği ecirden çok daha fazlasını ihsân ediyor.

Yine bu ayda -elhamdü lillah-, ayın böyle bereketiyle girersek;

“…Bu ay, Allah Teâlâʼnın oruç tutulmasını farz kıldığı, gecesinde ibadet yapılmasını sevap kıldığı bir aydır. Kim bu ayda hayırlı bir amelle Allâhʼa yakınlık gösterirse, diğer aylardaki bir farzı yerine getirmiş olur. Kim de bu ayda bir farz ameli yerine getirirse diğer aylardaki yetmiş farzı yerine getirmiş gibi olur (buyruluyor. Demek ki) bu ay, bir sabır ayıdır. Sabrın karşılığı da Cennetʼtir. Bu ay (en mühim;) başkalarının dert ve sıkıntılarına ortak olma ayıdır. Bu, müʼminin rızkının artırıldığı bir aydır…” (Bkz. Ali el-Müttakî, VIII, 477/23714)

Müʼminler, İslâmʼın tebessümünü aksettirecek. Güler yüzlü olacak, tatlı dilli olacak. Ya hayır söyleyecek veyahut da susacak. Gönül alacak.

Lokman Hakîmʼe sormuşlar:

“‒Hastalarımıza ne yedirelim?”

Lokman Hakîm Hazretleri de:

“‒Sakın acı söz, kalp kırıcı bir ifade kullanmayın. Onun dışında ne yedirirseniz yedirin.” buyurdu.

Demek ki buradaki bu sadakalar, infaklarda en çok dikkat edeceğimiz husus bu olmalıdır.

Mûsâ -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakkʼa:

“‒Senʼi nerede arayayım yâ Rabbi?” dediği zaman Cenâb-ı Hak:

“‒Benʼi kalbi kırıkların yanında ara.” buyuruyor.

Demek ki bir müslümanın fârik vasfı “merhamet” olacak. Merhamet, dünyada vicdan huzuru, âhirette ise ebedî saâdet müjdesidir. Hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Cibrîl bana Allah Teâlâʼnın şöyle buyurduğunu söyledi:

«Bu dîn (yani İslâm) Zâtʼım için seçip râzı olduğum bir dîndir. Ancak ona cömertlik ve güzel ahlâk yakışır. Müslüman olarak yaşadığınız müddetçe onu bu iki hasletle yüceltiniz.»” (Heysemî, VIII, 20; Ali el-Müttakî, Kenz, VI, 392)

Tabi bu bir nezâket istiyor, bir zarâfet istiyor bu infak. Kalbin çok hassas olması îcâb ediyor. Cenâb-ı Hak yine bu, kalp merhaleler katedecek, bir sevinçle infakta bulunacak:

“Mallarını Allah yolunda harcayıp da arkasından başa kakmayan, fakirlerin gönüllerini kırmayan kimseler var ya, işte onların Allah katında mükâfatları vardır. Onlar için «لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ» onlar için korku yoktur. Onlar da mahzun olmayacaklardır.” (el-Bakara, 262) buyruluyor.

Yine buyruluyor:

“Güzel bir söz ve bağışlama, peşinden ezâ gelen bir sadakadan daha hayırlıdır. Allah hiçbir şeye muhtaç değildir, hilim sahibidir.” (el-Bakara, 263)

Velhâsıl, Sûriyelilerden bahsettiniz. Demek ki Sûriyelilere infâk ederken bir sevinerek infâk etmemiz lâzım. Cenâb-ı Hak bizim önümüze böyle ilâhî bir sofra ihsân eyledi.

Muhâcir ve Ensâr, bilhassa Muhâcirʼe yapılan ikramlardan, Ensâr çok büyük bir mükâfat aldı. Bir kardeşlik yaşandı. Bizim de bugün bu kardeşliği yaşamamız lâzım.

Bizler Sûriyeʼde olabilirdik, onlar burada olabilirdi. Kendimiz için nasıl düşünüyorsak, onlara daha ötesini düşünmemiz lâzım ki Cenâb-ı Hakkʼın rızâsına yaklaşabilelim.

Şeyh Sâdî, Bostan adlı eserinde der ki:

“Birisine iyilik ettiğin zaman, (bir gurur-kibir gelmesin sende) «‒Ben efendiyim, beyim, ben beyefendiyim, o bana muhtaçtır.» diye içinden öyle hisler geçmesin, büyüklenme! «Zaman kılıcı o muhtaç kişiyi vurmuş.» deme. Vuran kılıç henüz kınına girmemiştir. Mümkündür ki o kılıç bir gün seni de biçer.”

Yine Sâdî-i Şîrâzî devam eder:

“Kapına bir garip gelirse eli boş gönderme. Allah göstermesin belki bir gün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın. Gönlü yaralı olanların hatırlarını sor, onlara bak. Belki bir gün sen de o vaziyete düşersin.

Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun. Buna şükrâne olarak, kapına gelen yoksulu kovma, ona surat asma, onu tebessümle karşıla.”

Yine öyle bir, bizden sadaka isteniyor ki, öyle bir infak, öyle bir zekât isteniyor ki, Cenâb-ı Hak; يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ buyuruyor. “Sadakaları ben alırım.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 104)

Yine bir, bu cömert insan, yine Cenâb-ı Hakkʼın verdiği bu lûtfa teşekkür edecek, cömertlik lûtfuna.

Yine Sâdî-i Şîrâzîʼnin, infâkı nîmet bilme hususundaki şu nasihati çok hikmetlidir:

“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allâhʼa şükret. Zira Hak Teâlâ seni lûtuf ve ihsanıyla boş bırakmadı. Seni istihdâm ettiği için sen Oʼna minnettâr ol.”

Yine Mevlânâ Hazretleri, hikmet dolu beyitlerinde buyurur ki:

“Yoksul kişi cömertlerin aynasıdır. Sakın aynaya karşı gönül kırıcı sözler söyleyerek onu buğulandırma. Yoksul kişi nasıl cömertlik ve iyiliğe muhtaçsa cömertlik ve iyilik de yoksul kişiye muhtaçtır. Güzeller, güzelliklerini seyretmek için nasıl tozsuz passız parlak bir ayna ararlarsa, cömertlik de yoksulları, fakirleri öylece aramaktadır.

Allâhʼın cömertlik tecellîsinin tezâhürü, fakirlerdir. O fakirler ki, kerem sahiplerine mürâcaat ederler, dertlerini onlara açarlar. Böylece hamiyetli zenginler için saâdet yollarını hazırlarlar.”

Demek ki Efendim, tabi bu, sadece zekât, sadaka, infak, belki bu, sadaka-i fıtırla sınırlı değil, zekâtla da sınırlı değil yapacağımız yardımlar Ramazan ayında, esas daha fazlası…

Tabi, şimdi zekât, asgarîdir.

Evet.

Zekât…

Farzdır.

Farzdır, fakirin, zenginde bulunan hakkıdır ve yani fakir zengine ortaktır burada.

Evet.

Rahmetli Pederim Mûsâ Efendi bunu söylerlerdi, yani:

“En kötü hırsız, fakirin malını çalan hırsızdır.”

Zekât hırsızı.

Zekât hırsızı, zekâtını vermeyen, hırsız. Hattâ zekâtını bol bol, fazla fazla vermesi zarûrî…

Efendim, o da tabi öksüzün, güçsüzün, dulun, yetimin, fakirin, muhtacın, yaşlının, bunların hakkını çalmak demek.

Efendim, en mühimi; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz vefât ederken bile tebliğ hâlindeydi. Boncuk boncuk terler döküyordu. Yine ümmete tebliğ hâlindeydi. İki şey üzerinde tebliğ buyuruyordu:

“Namaz, namaz, namaz!” birincisi. İkincisi; “Emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.” Kimler bunlar? Yetimler ve dullar. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)

Yine Rabbimiz bize Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ- Annemizʼin yaptıkları bir infâkı misal veriyor:

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- bir bahçeyi sular. O bahçeden karşılık (olarak), bir miktar arpa alır. Eve gelir. Onu Fâtıma Vâlidemiz öğütür. İkisi de aç. Cenâb-ı Hak âyette:

“…Kendileri de muhtaç olduğu hâlde…” (el-İnsân, 8) buyurur.

O sırada bir yoksul gelir:

“‒Lillâh!” der. Allah için ister. Allah için istediği için “Lillâh” olduğu için tamamını verirler, kendileri açken.

Fâtıma Vâlidemiz yine un öğütür, ikinci ekmeği yapar. Bu sefer de yetim gelir. O da:

“‒Lillâh!” der.

Üçüncü olarak Fâtıma Vâlidemiz yine öğütür, ekmeği yapar. Bu sefer köle gelir, esir gelir. O da:

“‒Lillâh!” der.

Diğer rivâyete göre oruçlu iken iftar vakti gelirler bunlar. Üç gün suyla oruç tutarlar. Verirken de çok ince bir nezâket, çok ince bir rikkat; verdikleri kimseye derler ki:

“Biz sizden bir teşekkür beklemiyoruz.” Yani bir minnet altında kalmayın. “Biz bunu Allah rızâsı için veriyoruz.” derler. Esbâb-ı mûcibe de gösterirler, gerekçe:

“عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا”: Zira “Biz, o sert, musîbetli, sıkıcı, belâlı günden korkarız.” derler.

“Rabbimiz de mukâbil, onların bu samimiyetine, bu infakına karşı, onlara, gönüllerine ferahlık verir.” O günün, o kıyametin;

“لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ”

(“Kıyamet gününe yemin ederim.” [el-Kıyâme,1])

“O zor günün şiddetinden onları korur.” buyruluyor. (Bkz. el-İnsân, 10-11)

Velhâsıl bu infak, çok büyük bir nîmet. Bu infak, zekâttan daha da ayrı. Çünkü Cenâb-ı Hak; “Bollukta ve darlıkta verirler.” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor. Yani zekât veren de verecek…

Yani zekât alan da verecek belki.

Alan da verecek, veren de verecek. Bunu neyle verecek? Gücüyle verecek. Allah kendisine ne imkân verdiyse o gücünü Allah yolunda kullanacak.

Meselâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz Ravza yapılırken kendisi de taş taşıyordu. Sahâbe-i kirâm geldi:

“‒Yâ Rasûlâllah! Biz taşırız, bizim gücümüz-kuvvetimiz yeter.” deyince;

“‒Siz taşıyın da, fakat ben de Allâhʼın rahmetine muhtacım.” dedi. Yani “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) olduğu hâlde, “Ben de Allâhʼın rahmetine muhtacım.” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, I, 496)

Demek ki bunlar, Allâhʼın verdiği nîmetin bir bedelini ödeyebilmek… Zira Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“O gün verdiğimiz nîmetlerden elbette sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-ʼın çok güzel bir dünyası var, gönül dünyası:

“İki nîmet vardır ki (buyuruyor), ben hangisinden daha çok sevineceğimi bilemiyorum. Ben hangisinden daha fazla çok sevineceğimi bilemiyorum:

Birincisi; bir kişinin ihtiyacını karşılayacağım ümidiyle bana gelmesi, bütün samimiyetiyle benden istemesi. O kadar insan içinde beni seçmesi. Bana hüsn-i zanda bulunması.

İkincisi; Allah Teâlâʼnın o kimsenin arzusunu benim vasıtamla yerine getirmesi yahut da doğrudan doğruya benim o kişinin, muhtacın, ihtiyacını görebilmemdir. Beni en çok sevindiren iki husustur.”

Demek ki bu, bize ne ifade ediyor? Bir müʼminin gönlü bir dergâh olacak. O dergâhta tâbir câizse, sanki bir mahşer kaynayacak. Bütün mahlûkat, bütün insanlar, muzdaripler, zayıflar, kimsesizler, yoksullar, mazlumlar, o gönlün içinde olacak…

Bir de Efendim, tabi bu, -inşâallah- bu Ramazân-ı Şerîfʼte dinleyicilerimizin gönlü de böyle bir merhamet dergâhı olur. Ama esas, Sûriyeli mültecîlere biraz daha, özellikle bugünlerde daha fazla önem vermemiz gerektiğini… Çünkü yani, biz ekmeğimizi bölüşmemiz lâzım. “Komşusu açken kendisi tok yatan bizden değildir.” buyuruyor Efendimiz. (Bkz. Hâkim, II, 15; Heysemî, VIII, 167; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 112)

Güneşʼin battığı yerde bir müslümanın ayağına batan dikenin acısını Güneşʼin battığı yerdeki bir müslümanın yüreğinde duymazsa bizden değildir, buyuruyor.

Allah hiç kimseyi yurtsuz-yuvasız bırakmasın. Şimdi evlerinden yurtlarından olmuş Sûriyeli kardeşlerimiz gelmişler, bizim kapımıza sığınmışlar. Bizim görevimiz, özellikle bu Ramazan ayında, varsa ekmeğimizi bölüşmek, hattâ belki de biz su ile iftar edeceğiz ama ekmeğimizi onlara vermemiz gerekecek kadar onlara rahmet ve merhametle muâmele etmek…

Bu çok yüksek bir fazîlet. Buna “îsar” deniyor. Yani kendinden koparıp vermek. Cenâb-ı Hak da bizden böyle bir gönül istiyor.

Diğer bir âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ buyuruyor.

“Sevdiklerinizden vermedikçe birre (fazîlete, yani Allâhʼa) yaklaşamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

Nasıl kendimizi, nefsimizi seviyoruz; nefsimize her türlü masraftan çekinmiyoruz. Aile efrâdımızı seviyoruz; sevdiğimize daha çok veriyoruz. Demek ki Cenâb-ı Hakkʼı ne kadar çok seviyoruz? Cenâb-ı Hakkʼı sevdiğimizin bir ölçüsü oluyor.

Bu şekilde kendi vicdanımızı test ediyoruz bu şekilde. Bu bir vicdan testi bugün Sûriyelilerin durumu. Cenâb-ı Hak çünkü bize âyet-i kerîmede, diğer bir âyet-i kerîmede, Kasas Sûresiʼnde 77. âyette de:

“Allâhʼın sana verdiğinden (Oʼnun yolunda harcayarak) âhiret yurdunu iste. Ama dünyadan da nasibini unutma!..”

Nasıl hayatında bir Kurʼân sana bir, Rasûlullah Efendimiz bir çerçeve çizse, o çerçeve içinde yaşa. Âyet-i kerîmenin devamında:

“Allâhʼın sana ihsân ettiği gibi sen de insanlara ihsân et.” (el-Kasas, 77) buyuruyor.

Yine bir misal, bu diğergâmlık hususunda:

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz, oruçlu olduğu bir gün bir yoksul gelip kendisinden yiyecek istedi. Hazret-i Âişeʼnin hâne-i saâdetinde bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetkâra dedi ki:

“‒Ekmeği ona ver.” dedi. O da dedi ki:

“‒Yâ Âişe! (dedi.) Akşam iftar edeceğin başka bir şey yok.” dedi.

Yine Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“‒Sen ekmeği ona ver.” dedi.

Hizmetçi, hâdisenin devamını şöyle anlatıyor:

Hazret-i Âişeʼnin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun eti getirdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- Annemiz beni çağırdı ve bana:

“‒Buyur ye! Bu, işte senin verdiğin ekmekten Allah sana daha lezzetlisini gönderdi.” (Muvattâ, Sadaka, 5)

Tabi bu, bir kalbî merhaleler neticesinde oluyor. Bu, Cenâb-ı Hakʼla dostluk neticesinde oluyor.

Yine:

Şems, bana bir şey, tek bir şey öğretti.” diyor Mevlânâ. Fakat zihnine öğretti değil, kalbine öğretiyor. Kalbine nakşediyor:

“Dünyada bir tek müʼmin üşüyorsa, ısınma hakkına sahip değilsin sen (dedi). Ben de biliyorum ki yeryüzünde üşüyen müʼminler var, ben artık ısınamıyorum.” buyuruyor.

İşte bu, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmış bir kalp. Bu kalp, nasıl bir kalp? Sakarya Nehri Karadenizʼe döküldüğü zaman artık o Sakarya, Karadeniz olmuştur. Sen orada Sakaryaʼyı bulamazsın. Nasıl buyruluyor: “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan…”

Evet, burada, Muhterem Üstadımız Mûsâ Efendi Hazretleri sık sık nasihatlerinde şöyle buyururlardı:

“Eğer görürseniz; toplumda aç, muhtaç var. Ama görmezseniz, hiç kimse yok.”

Yani ihtiyaç sahibinin, kendi ihtiyacı içinde kır kır kıvrandığını siz görürseniz ne âlâ! Onun çilesi, derdi, sizin de derdiniz olur. Ama görmüyorsanız, o zaman toplumdaki bu yaraya gözünüzü kapatmışsınız, siz sadece kendini düşünen bencil bir insan konumundasınız.

O yüzden bizim özellikle bu Ramazan ayında daha çok çevremize bakmamız, daha çok düşkünlere yaklaşmamız ve onların elinden tutup kaldırmamız. Bir yarayı sarmak, esas Ramazan ayında… “Kanayan bir yara gördüm mü yanar tâ ciğerim” diyor Mehmed Âkif.

Allah râzı olsun, bizim Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfımız gittikçe genişleyen bir çizgide, gerek ferdî, gerekse toplumsal yaraların hepsinde eli var. O yaraları sarmaya çalışıyorlar.

Ama dinleyicilerimiz için de bu, Üstâdımızın bu güzel tavsiyelerini tekrar etmekte yarar var. Zât-ı âlîniz ne buyurursunuz bu konuda?

Efendim, Cenâb-ı Hak, Bakara Sûresiʼnin 273. âyetinde:

(Yapacağınız hayırlar, sadakalar, infaklar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için olsun…” Yani bunlar taaffüf sahibi, iffet sahibi. Bunlar hâllerini açmazlar. Âyet-i kerîmenin devamında:

“…Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder…” buyuruyor. Burada Cenâb-ı Hak hepimize bir yük veriyor, yük değil bir nîmet veriyor:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 273)

Demek ki göz görmez, âmâ olur göz. Tabi kalp de âmâ olduğu için bir şey görmez.

Zâten Cenâb-ı Hak onları âhirette de âmâ yapacak.

“‒Yâ Rabbi! Biz dünyada görüyorduk.” diyecekler.

“‒Yok (diyecek) Cenâb-ı Hak onlara, siz dünyadayken de görmüyordunuz.” (Bkz. Tâhâ, 125-126)

Âyet-i kerîmenin bu noktası çok mühim:

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor. Demek ki kalp bir röntgen hâline gelecek. Nasıl bir radyo tesiriyle yahut ışınlar tesiriyle bir röntgen makinesi içini çekiyor, bütün uzuvlarını çekiyor, senin de kalbin bütün müʼminlerin hâlinden anlayacak. “…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor Cenâb-ı Hak. Onun için müʼmin müʼmini yakından tanıyacak, derdiyle dertlenecek. Teaffüf/iffet sahibi, kendisini gizleyenleri bulacak.

“فَاعِلُونَ” buyruluyor âyet-i kerîmede. (el-Müʼminûn, 4) Faâliyette bulunacak. Nasıl kendimiz için faaliyetteyiz, onları arayıp bulmakta da faaliyette bulunacağız.

O da bizim üzerimize borç. Biz arayıp bulacağız.

Biz arayıp bulacağız.

Evet.

“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) Cenâb-ı Hak buyuruyor. Bu çok mühim.

Diğer bir husus; bunu ikram ederken de bir teşekkür edâsıyla ikram etmemiz lâzım.

Ebuʼl-Leys Semerkandî Hazretleri:

“İnfak eden, diyor, infak edilene bir teşekkür edâsı içinde olacak.”

O olmasa kime verecekti. Arayıp bulacaktı.

Hattâ Rahmetli Peder, -ondan bahsettiniz- bir hayır, sadaka, zekât, infak, bir şey verdiği zaman, zarfın üzerine kendisi yazardı:

“Çok muhterem Ahmed Efendi -meselâ-, hediyemizi kabul ettiğiniz için size teşekkür ederiz, Allah râzı olsun.” derlerdi.

Zarfın üzerine.

Zarfın üzerine. Hattâ bir Hocaefendi, vefatından sonra geldi;

“‒Ben (dedi), muhterem pederinizin o bütün zarflarını bir hâtıra olarak saklıyorum.” dedi.

Allah Allah!..

Bu bir İslâmʼın getirdiği bir nezâket, bir zarâfet. Bu, İslâmʼın güler yüzü. İslâmʼın, bu, Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı…

Onun için, bir müʼmin, öyle bu;

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

(“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” [el-Bakara, 183])

Öyle bir takvâ sahibi olacak ki dâimâ bir, Cenâb-ı Hakkʼa bir teşekkür edâsı olacak. Hayatta hiçbir zaman “ben” demeyecek, kendini bir abd-i âciz olarak görecek, dâimâ “Sen yâ Rabbî, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi” diyecek. Hep bunlar Cenâb-ı Hakkʼın lûtufları.

Bir misal vermek istiyorum, zaman varsa.

Var Efendim.

Cenâb-ı Hak, bu, Mukaddes Vâdi Tuvâʼda Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa tâlimat verdi.

“‒İkiniz (dedi) Firavunʼa âyetlerimi götürün, Benʼi de zikirden unutmayın.” buyurdu. (Bkz. Tâhâ, 42-43)

O sırada Mûsâ -aleyhisselâm-ʼın hanımı Sâfûra, mağarada doğum yapmıştı. Kış şartları, soğuk, ışık yok vs…

Mûsâ -aleyhisselâm- sordu:

“–Yâ Rabbi! (dedi.) Sâfûraʼyı ben ne yapayım?” dedi.

Çünkü “Hemen gidin (buyurdu) Firavunʼa. Çünkü o azdı.” buyurdu. (Bkz. Tâhâ, 43)

Ahmed Rifâî Hazretleriʼnin bir eserinde okumuştum; Cenâb-ı Hak Mûsâ -aleyhisselâm-ʼa diyor ki:

“–Yâ Mûsâ! Anan seni doğurup dünyaya attığı gün, Firavunʼun şerrinden seni kim korudu? Seni, bir sandık yapıp deryaya attığı gün, o deryanın içinde seni kim korudu? Zâlim Firavunʼun şerrinden seni sarayda kim korudu? Garip, kimsesiz, yalnız; «Yâ Rabbi! Senʼden gelecek en ufak bir hayra muhtacım.» dediğin o Medyen çöllerinde seni kim korudu?”

Hep Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!” diyordu.

Velhâsıl, kul dâimâ; “Sen yâ Rabbi!” diyecek. “Ben” demeyecek.

Mekke Fethi çok büyük bir fetihtir.

اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ

(“Allâhʼın yardımı ve zaferi geldiğinde.” [en-Nasr, 1])

Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir ikramı, zafer gelişi.

وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِى دِينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا

“Bölük bölük insanların bir İslâmʼa girdiğini görürsün.” (en-Nasr, 2) buyuruyor. Hemen arkasından:

فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ buyuruyor.

“Rabbini hamd ile tesbih et…” (en-Nasr, 3) buyuruyor.

O da kâfî değil:

وَاسْتَغْفِرْهُ buyuruyor. Bir de; “…tevbe et.” (en-Nasr, 3) buyuruyor. Dâimâ, bütün gafletimize rağmen Cenâb-ı Hak bize lûtfediyor.

İbadet edeceğiz, namaz kılacağız; “Yâ Rabbi! Şükür Sana yâ Rabbi!” diyeceğiz. “Sana secde etme gücünü verdin.” diyeceğiz. “Aman yâ Rabbi! Kalp ve beden âhengi içinde secde etmeyi nasîb eyle!” diyeceğiz.

Oruç tutacağız; “Yâ Rabbi! (niyaz edeceğiz) bu oruçta, gözümüzle de oruç tutalım, kulağımızla da oruç tutalım, en mühimi dilimizle oruç tutalım. Meryem Vâlidemizʼin tuttuğu oruç gibi. Bütün bedenimizle oruç tutalım ki bu oruç, iftar vakti bir Cehennemʼe kalkan hâline gelsin…”

“Yâ Rabbi! Öyle bir infak nasîb et ki…”

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiklerinizden vermedikçe birre vâsıl olamazsınız…” [Âl-i İmrân, 92])

“Bu yaptığımız infak, Senʼinle bir bizleri dostluğa götürsün. Dost olalım Senʼinle. Senʼin için verelim. Çünkü يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Sen alıyorsun yalnız. Gurur, kibir, ucub, enâniyetten muhâfaza buyur…”

Âmîn…

“Bir umre yapalım, hac yapalım. Bu bize tefekkürî bir umre, tefekkürî bir hac olsun. Nasıl İbrahim -aleyhisselâm- Cenâb-ı Hakʼla bir dost oldu, nasıl bir kefen iklimi yaşadı hayatta?”

Velhâsıl Cenâb-ı Hak öyle bir Ramazân-ı Şerîf ihsân eylesin ki -inşâallah- bu bizim istikbâlimiz için, esas istikbal, esas hayat âhiret hayatıdır, âhiretimiz için -inşâallah- büyük bir lûtuf olsun -inşâallah-.

İnşâallah. Efendim, şimdi Ramazanʼın esas değeri, bir defa Kur’ân-ı Kerîmʼin bu ayda indirilmiş olması.

شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْاٰنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَبَيِّنَاتٍ مِنَ الْهُدٰى وَالْفُرْقَانِ

(“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kurʼânʼın indirildiği aydır…” [el-Bakara, 185])

Dolayısıyla esas Ramazanʼa değer katan bir; Kur’ân-ı Kerîmʼin bu ayda kullarına Cenâb-ı Hak tarafından gönderilmesi.

Diğeri de “Kadir Gecesi”. Bu Kadir Gecesiʼnin önemi. Her gece önemli ama Cenâb-ı Hak Kadir Gecesiʼne içinde Kadir Gecesi bulunmayan bin aydan hayırlı diye bir tasvîri var Kadir Gecesi…

Hocam, bana bu, şunu hatırlatıyor: Demek ki Cenâb-ı Hak Rasûlullah Efendimizʼi ne kadar çok seviyor! Çünkü Kadir Gecesi hiçbir peygamberde yok. Yalnız Efendimizʼe mahsus. Efendimiz vesîlesiyle ümmete bir lûtuf. Demek ki Cenâb-ı Hak, Efendimizʼin vesîlesiyle ümmetini de çok seviyor.

Bize de bir lûtuf.

Bize de bir lûtuf. Demek ki öyle şey ki, bu lûtfa mazhar olacak bir gayretin içinde olmamız lâzım.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, daha iki ay evvelden:

اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ…

(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle!..” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259]) buyuruyor.

Nasıl insan, bir namaza hazırlanır, abdestle, tahâretle filân, demek ki Ramazân-ı Şerîfʼe de bir hazırlanmak… Ramazân-ı Şerîfʼe mülâkî olabilmek.

Ramazân-ı Şerîfʼe mülâkî olmakla birlikte, Ramazânʼı öyle bir ihyâ hâlinde olabilmek ki, son on gününde de Kadir Gecesiʼne nâil olabilmek.

مِنْ اَلْفِ شَهْرٍ (el-Kadr, 3) Yani bin ay, seksen küsur sene.

Yani Cenâb-ı Hak ne kadar Efendimizʼi seviyor ki Oʼnun ümmetine bu çok büyük bir lûtuf.

Melekleri indiriyor yeryüzüne, Cebrâilʼi indiriyor. Onlar da müʼminlere duâ ediyor o gece. Ne büyük bir lûtuf gecesi!..

Demek ki bu lûtuf gecesine bir hazırlanabilmek… Bir de -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin ne kadar büyük bir nîmet olduğunu tefekkür edebilmek.

Yine bu gece;

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])

İlk âyet bu gece indi beş âyetle beraber. Demek ki bu gece bize ilk okuma bir tavsiye edildi. Niye okuyacağız, nasıl okuyacağız? Bunun bir idrâki içinde olacağız.

Şu kâinat zerreden kürreye, hepsi bir ilâhî azamet tecellîsi, mikrodan makroya.

Cenâb-ı Hak peygamberiyle yardım ediyor, suhufları kitabıyla yardım ediyor, şu dershanedeki hikmetler yoluyla, kudret akışları, ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî nakışlar…

İşte “oku” diyor Cenâb-ı Hak. Şu kâinatı oku diyor. Kendini oku diyor. Bir nutfeden nasıl meydana geldin? Bir ağacı oku, ufacık bir çekirdekten nasıl geldi? Nasıl tonlarca meyve veriyor?

Şu mahlûkâtı oku: Nasıl Cenâb-ı Hakkʼın “el-Musavvir, el-Bârî” sıfatı… Toplum tarzı ayrı, şekli ayrı, biçimi ayrı, sofraları ayrı vs…

Atmosferi oku: Hiç (yüzde) 21 oksijen, 77 azot (nisbeti) değişiyor mu? Bir değişse ne olur?

Şu yağmuru oku: Cenâb-ı Hak o yağmuru tuzlu indirseydi, acı indirseydi ne olurdu?

Velhâsıl ilk âyet, kul uyanacak!..

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])

Tabi burada kalp uyanacak. Zihne bunu almış, bir faydası yok onun. Cenâb-ı Hak, Benî İsrâil âlimleri gibidir diyor. “…Kitap yüklü merkepler gibidir…” diyor. (Bkz. el-Cumua, 5)

Merkep nasıl, odun mu taşıyor, kitap mı taşıyor farkında olmaz, Cenâb-ı Hak bizden ne istiyor? Fâtır Sûresiʼnde:

“…Âlimler ancak Allahʼtan ittikā eder…” (Fâtır, 28) Bir haşyetullah içinde olur. Demek ki bu kadar bir ilâhî azamet tecellîsi içindeyiz kâinatta.

Cenâb-ı Hak:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])

Velhâsıl, bu, Kur’ân-ı Kerîmʼin ilk (nâzil olan) âyeti budur. Bize ilk âyet; kalp terfî edecek:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا

((Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene (yemin ederim ki).” [eş-Şems, 8])

Takvâya mesafe alacak. Mesâfe aldıktan sonra okumaya başlar. Nâdan bir kalp, abus, alık bir insan okumayı bilmez. İsterse tonlarca kitabı zihnine alsın. Hamallıktan başka öteye geçmez. Onun için “ilim + takvâ” lâzım. İlk âyet bize bunu şey yapıyor ki takvâsız bir ilim olursa; “اَلْعِلْمُ لَا يَنْفَعُ (faydasız ilim)” oluyor. İlim de şart.

Yine (Ebûʼl) Hasan Harakānî Hazretleri:

“İki kişiden kaçın (diyor). Birincisi; bilgisiz, alt yapısı olmayan, İslâmî kültürden habersiz bir ham sofu. İkincisi de muhteris âlim. Bu da âyetleri “ثَمَنًا قَلِيلًا : az bir dünyalık karşısında” âyetleri, istikâmetini değiştiren âlim olmuş oluyor.

Kendi hırsı için satan…

Yâ…

İbnüʼl-Arabî Hazretleri Fütûhât-ı Mekkiyyeʼde, o;

وَبَشِّرِ الَّذِينَ اٰمَنُوا

(“Îmân edenleri müjdele…” [el-Bakara, 25]) diye başlayıp, orada müslümanları tavsif buyuruyor Cenâb-ı Hak. Sonra münâfıklara geçiyor. Münâfıkları şey yaparken de;

وَيَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّٰهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ

(“…Allâh’ın korunmasını emrettiği bağları koparan…” [el-Bakara, 25]) âyet-i kerîmesini yorumluyor İbnüʼl-Arabî Hazretleri. Diyor ki:

“Müʼmin, «الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ (Onlar ki îmân ederler ve sâlih amel işlerler)» bunları birleştirir. İnanır ve inandığını en güzel şekilde yaşar. Ama münâfık, وَيَقْطَعُونَ مَا اَمَرَ اللّٰهُ بِهِ اَنْ يُوصَلَ Allâhʼın birleştirilmesini emrettiği îman ile amel-i sâlihi münâfık ayırır. Ya inanır yaşamaz, ya da yaşar, inanmaz. Allah ikisinden de korusun.

Âmîn.

Yani Cenâb-ı Hak, tabi kalp gözüyle bakan ve kalbimizi de esas amel-i sâlihe doğru götüren kullarından eylesin.

Efendim, zâten Cenâb-ı Hak hep kalbi vurguluyor.

اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ

(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89]) buyuruyor.

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) buyruluyor.

قَلْبٍ مُنِيبٍ

(“…Allâhʼa yönelmiş bir kalp.” [Kāf, 33]) buyruluyor.

Hep Kur’ân-ı Kerîmʼde kalp vurgulanıyor. Cenâb-ı Hak bizden selîm bir, rafine olmuş, tertemiz, tasfiye olmuş, tezkiye olmuş (bir kalp istiyor).

Nasıl bir dünyaya gelirken bir çocuk tertemiz geliyor. Hattâ çıktığı zaman bile bir mis gibi kokuyor. Cenâb-ı Hak o şekilde bizi Dâruʼs-Selâmʼa dâvet ediyor. Kalb-i selîm, buyuruyor.

Tabi burada, bu, Kadir Gecesiʼni ifade buyururken, biz, zât-ı âlînizin emriyle Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfıʼnı kurduğumuz zaman,

Estağfirullah.

İlk toplantımızda bize bir, dediniz ki; bakın yol haritası çiziyoruz:

فَاَمَّا الْيَتِيمَ فَلَا تَقْهَرْ وَاَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ

(“Öyleyse sakın yetimi ezme! El açıp isteyeni de sakın azarlama.” [ed-Duhâ, 9-10])

İsteyen hiç kimseyi buradan geri çevirmeyin. Geri çevirecekseniz bile gönlünü kırarak değil, gönlünü hoşnud ederek geri çevirin. Hele hele hiçbir yetimi boynu bükük bırakmayın.

Ki hâlâ daha Aziz Mahmud Hüdâyî Vakfı o ilk yol haritası çizilirken verilen bu şeyde devam ediyor. O yüzden “Her geleni Hızır bilin, her geceyi Kadir bilin.” Bu, zât-ı âlînizin bize,

Estağfirullah.

Tâ 1985ʼteki tavsiyeleriydi. Yani bugün de zannediyorum bunlar geçerli herhâlde.

Efendim, her zaman geçerli. Zira ben, Efendimizʼden bir misal vermek arzu ederim yine:

-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼe, ganimetlerin beşte biri Allah ve Rasûlüʼne âittir. Geleni dağıtırdı. Bir müslüman muzdaripken Efendimiz huzur bulamazdı. Evine az bir şey bırakırdı. Sonra bir sâil gelirdi, bir fakir gelirdi. Evinden alırdı ona da verirdi. Bir sâil, bir muhtaç daha gelirdi. Evine haber verirdi. Evinde sudan başka bir şey olmazdı. Efendimiz bir şey verememesinden utanırdı. Yavaşça vücudunu öbür tarafa çevirirdi. İsrâ Sûresiʼnde Cenâb-ı Hak “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 28)

“…Eğer hiçbir şey veremiyorsan, birkaç tane tatlı söz söyle.” (el-İsrâ, 28) buyuruyor.

Velhâsıl, bir müslümanın lügatinden “hayır” olmayacak. Çıkmaz sokak göstermeyecek. Onu bir tatlı diliyle bir öğüt verecek, bir nasihat edecek, bir tavsiyede bulunacak. Huzurla beraber olacak.

Bir misal vereyim ben. Yine uzuyor sohbet ama…

Hayır Efendim, estağfirullah.

Hasan -radıyallâhu anh- tavaf yapar. Kâbeʼnin kapısında uzun uzun duâ eder, ağlar:

“‒Yâ Rabbi (der), zayıf kulun geldi, âciz kulun geldi, fakir kulun geldi, mücrim kulun geldi, günahkâr kulun geldi…”

Ağlar, uzun uzun. İki rekât tavaf namazı kılar. Haremʼden çıkar.

Fakir bir grup görür. Tasları var önünde, içinde su var. Kuru ekmeği tasa batırıp yerler.

Tabi hemen Hasan -radıyallâhu anh- onların yanına gider, onların gönlünü alacak. Onlar da Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-ʼı dâvet ederler, kuru ekmekle suya.

Hasan -radıyallâhu anh- der ki:

“‒Eğer (der), bunun sadaka olduğunu, zekât olduğunu bilmesem sizinle beraber yerdim (der). Fakat biz Ehl-i Beyt olduğumuz için, bize o yasaklandı.” der.

Fakat üzülür, sanki onların bir kalbi kırıldı, onların ikramını yemedi diye. Hepsine:

“‒Haydi (der), şimdi buyurun evimize gideceğiz.” der. Evine götürür, onlara yemek ikram eder, ceplerine de harçlık koyar.

İşte:

وَاَمَّا السَّائِلَ فَلَا تَنْهَرْ

(“El açıp isteyeni de sakın azarlama.” [ed-Duhâ, 10])

Gerçi bu sâil değil ama, bu dâvete bile, onları görmeden geçemez Hazret-i Hasan -radıyallâhu anh-.

Hâlıkʼla beraber olabilme. Çünkü;

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

(“Nerede olsanız, O sizinle beraberdir.” [el-Hadîd, 4])

Nereye gitseniz, ilâhî müşâhedenin altında olduğumuzun bir idrâk hâlinde olabilmemiz…

Velhâsıl, Hocam, Kurʼân-ı Kerîm çok büyük bir nîmet…

Elhamdü lillâh…

Allah bu nîmeti idrâk ettirsin.

Âmîn.

Cenâb-ı Hak:

اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4]) buyuruyor. Cenâb-ı Hak burada, Rahmân, merhamet sıfatını bildiriyor, Rezzâk sıfatını bildirmiyor. Rezzak sıfatı da çok mühim, fakat burada merhamet sıfatını bildiriyor.

Ön plânda.

Ön plânda. Merhametli, “Rahmân (Allah) Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 1-3)

Demek insan, Kurʼânʼla hidâyet bulacak. Kurʼânʼla huzur bulacak, Kurʼânʼla saâdeti yaşayacak.

عَلَّمَهُ الْبَيَانَ

(“Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 4])

Beyanlar, hikmetler, sırlar, isimler… Cenâb-ı Hak insana lûtfedecek. İnsan derinleşecek, Kurʼânʼla derinleşecek.

Biz, Kurʼânʼdan kalbî derinliğimiz kadar bir netice alırız.

Meselâ sahilde bulunan bir kimse, denizin sathını seyreder, ufka kadar seyreder. Fakat güçlü bir dalgıç, dalabildiği kadar dalar, her daldığı merhalede ayrı ayrı manzaralar, güzellikler seyreder. Herkes aynı rahle başında oturur, kalbinin durumuna göre o Kurʼân-ı Kerîmʼden hisse alır.

Biz, aynı âyet-i kerîmeyi, aynı hadîs-i şerîfi 1400 sene sonra dinliyoruz, okuyoruz. Fakat ashâb-ı kirâm, Rasûlullah Efendimizʼden dinlediği zaman; “Sanki (diyor), başımızda (diyor), bir kuş vardı, kıpırdasak o kuş uçacak zannederdik.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Sünnet, 23- 24)

Demek ki Cenâb-ı Hak Kurʼân-ı Kerîmʼi kalbe göre açıyor. Allah, Kurʼân-ı Kerîmʼi idrâk edecek, yaklaşabilecek bir gönül âlemi nasîb eylesin.

Âmîn.

Yine Cenâb-ı Hak Fâtır Sûresiʼnde:

“Kurʼânʼı mîras bıraktık…” (Fâtır, 32) Kimlere mîras bıraktı? Ümmet-i Muhammedʼe. Üç kategoride. Birinci kategoride:

“…Nefsine zulmedenler…” (Fâtır, 32)

Kurʼânʼı okumuş, öğreniyor yahut da öğretiyor, fakat yaşamıyor, hayatında yok. O, nefsine zulmedenler.

“…Muktesidler/ortada gidenler…” (Fâtır, 32)

Fakat Cenâb-ı Hak bizim (şu kategoride olmamızı istiyor):

“…Hayratta öne geçenler.” (Fâtır, 32)

Kurʼân-ı Kerîm en büyük bir nîmet. İşte bu nîmetin idrâki içinde olabilmeyi Cenâb-ı Hak cümlemize nasîb eylesin.

Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf, Kurʼân-ı Kerîmʼle yaşama, Kurʼân-ı Kerîmʼle hemhâl olabilme, Kurʼânʼla takvâyı elde edebilme mevsimi olmuş oluyor.

Nasıl uzmanlar, seminerler yaparlar vs. yaparlar, kendilerini ihtilâttan men ederler ki o meslekte yoğunlaşmak, uzman olmak için. Sporcular nasıl kamplara çekilirler, kendilerini yine dışarıdan (gelen) hâricî alâkaları keserler. O gireceği sporun durumuna göre bedenlerini güçlendirirler.

Bizler ise, Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakʼla dost olma ayı. Demek ki bütün kalbî gücümüzü Ramazân-ı Şerîfʼle yoğunlaştıracağız -inşâallah-. Cenâb-ı Hak lûtfeder, -inşâallah- o şekilde bir bayram sabahına ulaşırız.

İnşâallah.

Bayram ise, Cenâb-ı Hakkʼın bir, Ramazân-ı Şerîfʼe şehâdetnâmesidir. Kurban bayramı bir fedakârlığın şehâdetnâmesidir.

İnşâallah Cenâb-ı Hak bu şehâdetnâmeyi alabilmeyi cümlemize ihsân eylesin, ikram eylesin -inşâallah-.

Efendim çok teşekkür ediyoruz.

Biz teşekkür ederiz.

Allah râzı olsun.

Sizden de -inşâallah-.

Değerli dinleyicilerimiz, aslında sohbet, keşke devam etse ama, programımızın, tabi, İftar Sevinci programımız, şimdi iftara doğru gideceğiz, ilk iftarımız bu. O yüzden Muhterem Üstadımız, kendileri lûtfettiler, çok güzel bilgiler sundular. Cenâb-ı Hak tesirini halkeylesin diyor, sizlere tekrar teşekkür ediyoruz Efendim. Duâlarınızı istirham ederek,

Allah râzı olsun.

Dinleyicilerimize hayırlı Ramazanlar diliyoruz Efendim.

Âmîn efendim âmîn, Allah râzı olsun…