Abdülkâdir Geylânî (rahmetullâhi aleyh) -2-

Hak Dostlarından Hikmetler

2018 – Şubat, Sayı: 384, Sayfa: 032

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“İnsanları irşâd etmek, lâfla değil, gönülden hâlis bir inanış ve iştiyakla gerçekleşir. Yine bütün bunlar; halvet, ibadet, zikir, riyâzat ve murâkabe ile alınacak neticelerdir. Yoksa, şekilcilikten ve gösterişten öteye geçmeyen ve rûha asla işlemeyen birtakım davranışlarla elde edilecek neticeler değildir.”

[Nefs engeli aşılmadan, birtakım kalbî merhaleler geçilmeden, gönülleri irşad hizmetine ehil olmak mümkün değildir. Nitekim büyük mürşid-i kâmillerin hepsi de bu hususta çetin imtihanlardan geçmiş kimselerdir.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne, kadılık yaptığı Bursa’nın sokaklarında, sırmalı kaftanıyla ciğer sattırılmıştır.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, kendisine ilimde “güneşler güneşi” denilecek kadar meşhur bir âlim iken gittiği Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin dergâhında, önce abdesthâne temizliği vazifesine verilmiştir.

Yunus Emre Hazretleri, Tapduk Emre dergâhında, herkesin ayak bastığı eşiğe başını koymuş, iç dünyasındaki birtakım ihtilâçları bertaraf edip nefsini yerle bir ettikten sonra içeri kabul edilmiştir.

Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, uzun yıllar boyunca, yaralı ve cerahatli hayvanâtın tedavi ve bakımı, insanların gelip geçtiği yolların temizliği hizmetine verilmiştir.

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri de, zâhirî ilmin kemâline vardıktan sonra nefs engelini aşarak “hîç”liği elde edebilmek için, uzun bir müddet, Bağdat harâbelerine çekilmiştir.

Velhâsıl büyük mürşid-i kâmillerin cümlesi, tevâzu ve mahviyet içindeki hizmetleriyle; nefsin enâniyet, şöhret, gurur, kibir gibi illetlerini bertaraf ettikten sonra gönülleri irşâd edecek bir mânevî kemâlâta erişmişlerdir. Yani âdeta ayaklar altında paspas olduktan sonra başlara tâc olmuşlardır.

Dolayısıyla nefsânî problemlerini hâlletmeden ve kendi hamlığını gidermeden kemâle erdiğini, işinin tamam olduğunu, gönülleri irşâd edecek bir mânevî kıvam elde ettiğini zannedenlerin bütün işi, kuru bir taklit ve şekilcilikten ibarettir.

Nitekim bu hususta:

“Kendisi muhtâc-ı himmet bir dede;

Nerde kaldı gayrıya himmet ede?!” sözü meşhur olmuştur.

Şu hâdise de, kalbî derinlikten mahrum ve mânen himmete muhtaç birinin, başkalarına himmet etmeye kalkışmasındaki tuhaflığı ne güzel îzah etmektedir:

Necmeddîn-i Kübrâ Hazretleri, talebeleriyle birlikte sâlih bir zâtın cenâzesine iştirâk eder. Mevtâya telkinde bulunulduğu sırada, Hazret tebessüm eder. Talebeleri, hocalarının böyle bir anda tebessüm etmesine hayret edip bunun hikmetini sorarlar. Hazret, önce açıklamak istemez, fakat ısrar edilince şöyle der:

“–Telkini, diri ölüye yapar. Hâlbuki burada telkin veren kimsenin kalbi gâfil; mezara giren mevtânın kalbi ise dipdiri. Gâfil birinin kalben diri olana telkin vermesine taaccüb ettim.”

Demek ki kuru bir taklit ve şekilcilikten ibaret olan telkin ve tebliğlerin, insanın rûhuna verebileceği hiçbir şey yoktur. Hâlbuki yerine göre şekil de mühimdir ama, onun içini doldurmak daha öncelikli ve mühim bir vazifedir. Zira içi boş, mânâ derinliğinden mahrum ve ruhsuz bir şekilcilik -kişiyi riyâ ve gösterişe götüreceği için- faydadan ziyâde zarara sebep olur.

Bu itibarla Yunus Emre Hazretleri, mânevî hayatın özüne değil de sözüne itibâr eden, kalpten ziyâde kalıba ehemmiyet veren gâfillere şöyle seslenir:

Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil,

Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil!

Dervişlik olaydı tâc ile hırka,

Biz dahî alırdık otuza kırka!..

Velhâsıl, seyr u sülûk yolunda nefis tezkiyesinden geçmeden, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde bir takvâ hayatı yaşamadan, sırf kuru bir şekilcilikle mânevî olgunluk ve rehberlik iddiâsında bulunan gösteriş düşkünlerine aslâ îtibâr etmemek gerekir.

Unutmayalım ki bizler dünyaya “arz-ı endâm” etmek için değil, “arz-ı hâl” etmek için geldik. Makam-mevkî ve sâir imkânlarla gurur, kibir ve böbürlenmek için değil; bir “abd-i âciz” olarak “hiç”liğimizin idrâki içinde Hakk’a kullukta bulunmak için geldik. Kalpte ilâhî sır ve hikmetlerin tecellî etmesi de ancak bu “hiçlik” hâlinin idrâk edilmesine bağlıdır.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Önce kendi nefsinle meşgul ol, kendi nefsine faydalı ol ve kendi nefsini düzelt. Sonra başkalarıyla meşgul ol. Başkalarını aydınlattığı hâlde kendini eritip bitiren mum gibi olma!”

[Cenâb-ı Hak, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i nübüvvetinden evvel kırk sene ilâhî terbiye altında yetiştirdi. Bu terbiyeden sonra tebliğ vazifesine başlattı. Zira insan, dâimâ şahsiyet ve karaktere hayran olur, hayranlık duyduğu kimseye îtimâd eder. Bir kimse hakkında, onun şahsiyet ve karakterine göre müsbet veya menfî hüküm verilir. Onun sözlerinden ziyâde, hâl ve davranışlarına, yani özüne îtibâr edilir.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de İslâm’ı tebliğe başlarken, evvelâ kendi karakter ve şahsiyetinin doğruluğunu, dürüstlüğünü tescil ettirdi. Safâ Tepesi’ne çıkarak kavmine:

“–Ey Kureyş cemaati! Ben size, şu dağın eteğinde veya şu vâdide düşman atlıları var; hemen size saldıracak, mallarınızı gasbedecek desem, bana inanır mısınız?” diye seslendi.

Onlar da hiç tereddüt etmeden:

“–Evet inanırız! Çünkü şimdiye kadar Sen’i hep doğru olarak bulduk. Sen’in yalan söylediğini hiç işitmedik!” dediler.

Yani muhataplarından; sözüne îtibar edilen, aslâ yalan söylemeyen, îtimâda lâyık, son derece güvenilir bir şahsiyet olduğuna dâir tasdik ve te’yid aldıktan sonra İslâmî hakîkatleri tebliğe başladı.[1]

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in mânevî terbiyesinde yetişen ashâb-ı kirâm da; sözde değil, özde sahâbî oldular. Onların hâl ve davranışları, dâimâ sözlerini te’yid ediyordu. İslâm ahkâmını ve ahlâkını bizzat kendi hayatlarında tatbik ederek, kāl ile beraber hâl ile de tebliğde bulunuyorlardı. Yani söylediklerini yaşıyor, yaşadıklarını söylüyorlardı. Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın:

“İnandığınız gibi yaşamıyorsanız, yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız.” sözü de o örnek neslin taşıdığı gönül hassâsiyetinin bir tezâhürüydü.

Dolayısıyla bugün de İslâm’ı tebliğ mevkiinde bulunanların aynı şekilde “el-Emîn” ve “es-Sâdık” olmaları, şahsiyet ve karakterlerini tasdik ve tescil ettirmeleri, yani toplumdan âdeta bir hüsn-i hâl kağıdı alabilmeleri zarûrîdir.

Cenâb-ı Hak:

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allâh’a îmân edersiniz…” (Âl-i İmrân, 110) buyurmaktadır.

Yani tebliğ, müslümanın hayatında son derece mühim bir vazifedir. Lâkin bu vazifeyi; liyâkatsiz, dikkatsiz, sun’î ve gayr-i ciddî olarak îfâya kalkışmak, “kaş yapayım derken göz çıkarmak” kabîlinden, telâfisi mümkün olmayan kayıplara sebebiyet verebilir. Bu ise ağır bir uhrevî vebaldir.

Diğer taraftan bu îkazlar, mü’mini tebliğ vazifesinden uzak kalmaya da sevk etmemelidir. Zira; “Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa, elde edilebilen kısmından da vazgeçmek gerekmez.” düstûrunca, herkesin gücü nisbetinde yapabileceği bir hizmet mutlakâ mevcuttur. Yani “Benim hâlim, amelim, ilmim, irfânım kifâyetsiz…” diyerek bir kenara çekilmek, mü’mini tebliğ mes’ûliyetinden kurtaramaz. Tıpkı; “Hacı olduktan sonra bir daha günaha bulaşılmaz.” diyerek hac farîzasını, gelip gelmeyeceği meçhul ihtiyarlık yıllarına ertelemekteki garâbet gibi. Hâlbuki günahlardan uzak durmak -hacı olsun ya da olmasın- her mü’minin gücü nisbetinde dâimâ dikkat etmesi gereken bir kulluk mes’ûliyetidir. Bunun gibi, tebliğ hizmetine lâyık bir İslâm şahsiyetine sahip olmaya gayret etmek de, her mü’minin aslî vazifesidir.

Burada tebârüz ettirmek istediğimiz husus; hakkı ve hayrı tavsiye edip şerden ve bâtıldan sakındırma gayretinde bulunması gereken her mü’minin, evvelâ kendi hâlini ve istikâmetini ıslâh etmesinin lüzumudur. Davranışlarında takvâ hassâsiyeti taşımasının ve gönül âlemini ihyâ etmesinin zarûrî olduğudur.

Nitekim Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da:

“Başkalarının ayıbıyla meşgul olmayı terk edene, nefsinin ayıplarını ıslah etme hâli bahşedilir.” buyurmuştur.

Kendi kalbindeki mânevî hastalıkların farkında olmayıp başkalarının kalplerini ihyâ hevesine kapılmak ise, ancak gaflet ve ahmaklığın bir göstergesidir. Tıpkı Mevlânâ Hazretleriʼnin naklettiği şu kıssada olduğu gibi:

Bir gün Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm-’a bir kimse yol arkadaşı olur. Beraber giderlerken bu adam, bir köşede bazı kemikler görür ve Hazret-i Îsâ’ya:

“–Ne olur yâ Îsâ! Bildiğin ism-i âzam’ı bana da öğret ki, bu kemikleri diriltip kaldırayım.” diye yalvarır. Hazret-i Îsâ ise cevâben:

“–O iş senin kârın değildir. İsm-i âzam’ı okuyup ölüyü diriltmek için, yağmurlardan daha temiz bir nefes sahibi, kullukta meleklerden daha anlayışlı bir kişi olmak gerek. İsm-i âzam, (haram ve şüpheli lokmanın geçmediği; yalan, iftirâ, gıybet ve mâlâyânî sözlerin çıkmadığı) temiz bir ağız ister. (Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden arınmış bir) kalp ister. Yani öyle bir kimse ki, nefsi haram ile kirlenmiş olmasın ve melekler gibi isyan ve günahtan pâk olsun. Çünkü bir kimsenin nefsi pâk olmadan, o kimsenin duâsı makbûl olmaz!..

Meselâ farzedelim ki sen, Hazret-i Mûsâʼnın asâsını elinde tutabilirsin. Fakat Mûsâ’daki kuvvet sende var mı ki, onu ejderha yapabilesin?!. İşte bunun gibi, sende Îsâ’nın nefesi yokken ism-i âzam’ı okumanın sana ne faydası olur ki?!” der.

Fakat gâfil yine durmaz ve ısrarla:

“–Yâ Îsâ! Bu istîdat bende yoksa, bâri sen o kemiklerin üzerine oku!” der. Îsâ -aleyhisselâm-, bu ahmağın sözlerine ziyâdesiyle şaşırır ve:

“–Yâ Rabbi! Bu esrârın hikmeti nedir? Bu ahmağın bu derece tartışmaya meyli nedendir? Kendisinin kalbi ölü, başkasının cesedini diriltmeye çalışıyor! Hâlbuki ona düşen; asıl ölü olan kendi kalbini ihyâ etmeye çalışmaktır. Kendi kalbini diriltmek için duâ edeceğine, başkalarını ihyâya çalışıyor. Bu ne dehşetli bir gaflettir!” diyerek hayretini ifâde eder.

Velhâsıl; boş bardakla ikram olmaz. Kendisi uykuya dalmış olan, başkalarını da uyandıramaz. Dolayısıyla, evvelâ zihni ve kalbi ilâhî hakîkatlerle uyandırmak, kendi hâl ve davranışlarına çekidüzen vermek îcâb eder ki başkalarına yapılacak tebliğ ve telkinlerin hayırlı bir neticesi olsun.]

Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:

“Ey oğul! Dünyalık toplarken, gece odun toplayan, fakat eline ne geldiğini bilmeyen kişi gibi olma. Eline geçen dünyalığın helâl mi haram mı, meşrû mu yoksa gayr-i meşrû mu olduğuna dikkat et. Bütün fiillerinde tevhid ve takvâ güneşi ile beraber ol!”

[Gâfil insan, helâl-haram demeden, ne elde edebilirse onu kâr zanneder. Hâlbuki bir mü’min için helâlden kazanılan bir kuruş, haramdan gelecek milyonlardan daha değerlidir. Mü’min için hesabını kolay verebileceği helâl mal, hayırlı maldır. Hesabını veremeyip azâbını çekeceği haram mal ise tam bir baş belâsıdır. Bu yüzden haram yollardan dünyalık elde etmeye çalışanların kalpleri kördür. Nitekim Ömer bin Abdülazîz g buyurur ki:

“Haramlar bir ateştir. Ona ancak kalbi ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını muhakkak duyarlardı.”

Kalplerini dünya hırsı bürümüş gâfiller; hak ile bâtıl, helâl ile haram, doğru ile yanlış gibi ölçüleri tanımaz hâle gelirler. Mevlânâ Hazretleri, dünya ihtirâsıyla kalp gözünün körelmesinin, kişiyi hayvanattan bile daha aşağı bir hâle düşürdüğünü ifade sadedinde şöyle buyurur:

“Bir köpek bile kendisine atılan kemiği veya ekmeği koklamadan yemez.”

Yani gözünü hırs bürümüş bir insanda, bir köpeğin neyi yiyip neyi yememesi gerektiğini kontrol etmesi kadar bile bir dikkat, hassâsiyet ve sakınma gayreti görülmez. Dünya nîmetleri karşısında helâl-haram gözetmemek, bu kadar fecî bir mânevî felâkettir.

Öte yandan nefs ve şeytan, kalbî zaafları bulunan kimi insanları da, sûret-i haktan görünerek aldatır:

“Sen çok kazanmalısın ki çokça hayır-hasenat yapabilesin.” telkininde bulunur. O da nefsine hoş gelen bu fikri, dînî bir sâikle benimsiyormuş gibi, kendince birtakım gerekçeler üretir:

“Ben çok kazanıp daha çok hayır-hasenat yapacağım.” der. “Zor durumdaki müslümanlara infâk etmek için çok kazanmam lâzım.” der. “Görmüyor musunuz yeryüzündeki müslümanların perişan hâlini? Biz de müslümanları sömürenler gibi kazanıp güçlü olmalıyız ki onlarla baş edebilelim…” der. Sonra da; “Ne yapalım, piyasanın şartları böyle…” diyerek şer’î ölçülerden tâvizler vermeye başlar; fâize, karaborsacılığa, vurgunculuğa, velhâsıl Allâh’ın râzı olmadığı, İslâm’ın tasvip etmediği türlü türlü yollara başvurur. Hırsa kapılıp hakkı olmayan şeylere el uzatmaya kalkışır. Yanlışlarından dolayı îkazda bulunanlara karşı kendini savunmak için de;

“Yâhu ben ticaretimle şu kadar insana ekmek veriyorum.” der. Hâlbuki şahsî menfaati olmasa, bir muhtaca ekmek verecek değildir. Yine;

“Ben bu işi yapmasam, yanımda çalışan bunca insan aç kalır…” der. Kendisine de rızkı verenin Allah olduğunu unutuverir. Yanlışlarına kendince kılıflar uydura uydura, gayesine gayr-i şer’î yollardan ulaşmayı, zamanla mübah görmeye başlar.

Hâlbuki Cenâb-ı Hakk’ın; “İlle de çok kazanın!” diye bir emri yoktur. Cenâb-ı Hak, helâl ve meşrû yoldan kazanıp imkân nisbetinde infakta bulunmamızı istemektedir. Hayır-hasenâtın ecrinin de, onların miktarına değil, infak edilişindeki fedakârlık seviyesine bağlı olduğunu bildirmektedir.

Nitekim bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“–Bir dirhem, yüz bin dirhemi geçmiştir.” buyurmuşlardı.

Ashâb-ı kirâm:

“–Bu nasıl olur, ey Allâh’ın Rasûlü?” diye sorduklarında, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu cevâbı verdi:

“–Bir adamın iki dirhemi vardı. Bunlardan en iyisini tasadduk etti. (Yani malının yarısını sadaka olarak vermiş oldu.) Diğeri (ise hayli zengin biriydi) o da malının yanına varıp, malından yüz bin dirhem çıkardı ve onu tasadduk etti.” (Nesâî, Zekât, 49)

Demek ki yapılan hayırların miktarından ziyâde, hangi fedakârlık seviyesinde yapıldığı mühimdir. Meselâ Yermük Harbi’nde, can çekişip susuzluktan inlerken, bir başka yaralı din kardeşini kendilerine tercih ettikleri için susuz hâlde son nefesleri veren üç şehîdin bir kırba suyu, belki nicelerinin dağlar misâli büyük görünen hayır-hasenâtını -fazîlet bakımından- geride bırakmıştır.

Zira Allah indinde amellerin kıymeti, onların miktarına değil, hangi kalbî keyfiyetle îfâ edildiğine bağlıdır. Nitekim Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

اَلَّذ۪ى خَلَقَ الْمَوْتَ وَالْحَيٰوةَ لِيَبْلُوَكُمْ اَيُّكُمْ اَحْسَنُ عَمَلًا

“O (Allah) ki, ölümü ve hayatı, hanginizin amel bakımından daha güzel olduğunu imtihan etmek için yaratmıştır…” (el-Mülk, 2)

Dikkat edilirse Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede; “اَكْثَرُ عَمَلًا” değil “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. Yani Allah katında “çok amel”in değil, “ihlâsla yapılan sâlih amel”in mühim olduğunu haber veriyor.

Dolayısıyla; maîşet temininde, ticârî ve iktisâdî faaliyetlerde bir müslüman dâimâ helâl-haram sınırlarına riâyet edip kendisi için takdir edilene rızâ ve kanaat göstermek mecburiyetindedir. İlle de daha fazlasını elde etmeliyim diyerek ilâhî ölçülerin sınırlarını zorlamaktan sakınmalıdır.

Nitekim bizlere örnek nesil olarak takdim edilmiş bulunan ashâb-ı kirâm, bu hususta da son derece hassas davranırlardı. Sahâbî hanımları sabahleyin beylerini evden uğurlarken:

“–Efendi! Allah’tan kork; sakın evimize haram lokma getirme! Zira biz dünyada açlığa sabrederiz, fakat âhirette Cehennem azâbına tahammül edemeyiz!..” diye nasihatte bulunurlardı.[2]

Yani onların gayesi; haram ve şüphelilerle bulanmamış, helâl ve temiz kazancı elde etmekti. Böyle olduktan sonra rızık az olmuş, çok olmuş, bunu dert etmezlerdi.]

Cenâb-ı Hak; his ve fikirlerimizi, hâl ve davranışlarımızı dâimâ rızâsıyla te’lif eylesin. Râzı olduğu hudutlar içinde bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser kılsın.

Âmîn!..

[1] Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26; Müslim, Îman, 348-355; Ahmed, I, 281-307; İbn-i Sa‘d, I, 74, 200…

[2] Bkz. Abdülhamîd Keşk, Fî Rihâbi’t-Tefsîr, I, 26.