Bâtınî Haramlar: RİYÂ

Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri

Yıl: 2017 Ay: Ekim Sayı: 152

DÜNYA MAHKEMESİNDE

Âyet-i kerîmede buyurulur:

وَكَذٰلِكَ جَعَلْنَاكُمْ اُمَّةً وَسَطًا لِتَكُونُوا شُهَدَاءَ عَلَى النَّاسِ وَيَكُونَ الرَّسُولُ عَلَيْكُمْ شَه۪يدًا…

“Böylece sizin insanlığa şahitler olmanız (yani İslâm’ı temsil etmeniz), Rasûl’ün de size şahit olması için sizi mûtedil (hakka ve hayra istîdatlı, vasat, ölçülü, ifrat ve tefritten uzak) bir ümmet kıldık…” (el-Bakara, 143)

Hazret-i Mevlânâ; dünya hayatının Cenâb-ı Hakk’a kulluk imtihanı oluşunu, âyet-i kerîmenin bir nevi tefsiri olarak, şu güzel misal ile anlatır:

“Biz bu dünyaya ruhlar âleminde Rabbimiz’e verdiğimiz sözü tutmak, şahitliğimizi yerine getirmek için geldik.

Bizler kazâ ve kader hâkiminin;

«–Ben sizin Rabbiniz değil miyim?» sorusunun cevabına;

«–Evet Rabbimiz’sin.» cevabını verdiren bir ahitte bulunduğumuz bu ezel dâvâsının görülmesi, gerçekleştirilmesi için bu dehlizde bulunuyoruz.

Mademki ezelde biz; «Evet!» dedik, işte ezelde verdiğimiz bu sözün, bu; «Evet!» deyişimizin, bu dünyada başımıza gelen musîbetlerle imtihanını vermekte, bu dâvâ için şahitlik etmekteyiz. Yani bizim bu dünyada yaptığımız; amellerimiz, işlerimiz, hareketlerimiz, sözlerimiz, dertlerimiz, kederlerimiz ve sabırlarımız, hepsi ezel dâvâsına getirdiğimiz şahitlerdir.”

O hâlde, bir mü’min; ömrünü dâimâ sâlih amellerle tezyin etmelidir ki, ezeldeki ahdine sâdık olduğunu gösterebilsin. Hazret-i Mevlânâ, sâlih ameller işlemeye teşvik ederek şöyle devam eder:

“Neden ezel hâkiminin mahkeme koridorunda susup duruyoruz. Biz buraya şahitlik etmeye gelmedik mi? Neden Muhammedî emirlere uyarak, insan gibi yaşayarak, şahitliğimizi yerine getirmiyoruz?

Ey şahit, ne zamana kadar mahkeme koridorunda bekleyip duracaksın? Vakti gelmişken şahitlik vazifeni yap. Bu iş bitsin, gitsin. Bu pis, bu sıkıcı koridorda hapis olup kalmak hoşuna mı gidiyor? Aksilik yapma, aklını başına al, şahitliğini bir an evvel yerine getir. Kurtul, çık git.

Seni buraya şahitlikte bulunman; inat etmemen, inkâra düşmemen için çağırdılar.

Hâlbuki sen; şu daracık yerde, şu pis karanlık koridorda oturmuş, inadından elini sadaka vermekten, yoksullara yardımdan esirgiyor, dilini Allâh’ı zikretmekten alıkoyuyor, dudaklarını yumuyorsun.

Ey şahit, senden beklenen şahitliğini yapmadıkça bu koridordan nasıl kurtulursun? Yaşadığın zamanın kıymetini bil. İş başarma zamanı geçmeden, sâlih ameller işle, kurtul.

İster yüz senede ister bir anda; madem sonunda şu emâneti vereceksin, hemen şimdi ver de kurtul.

Namaz da oruç da bütün görünen ibâdetler, iyilikler de içte îman nûruna şahitlik ederler.”

“Bir kimse mal ile yahut başka türlü bir vasıta ile hayra çalışırsa, o gayret; «İçimde, gönlümde cömertlik ve iyilikseverlik cevheri vardır.» demektir.

«Benim içimde, takvâ ile cömertlikten ibaret bir cevherim vardır ki, bu zekât ve bu orucun ikisi de ona şahittir.» demektir.

O oruç der ki:

«–Allâh’ım! Bu kişi helâl lokmayı bile Sen’in emrine uyarak yemedi. Susuzken su içmedi, bu kişi nasıl olur da harama el atar?»

Verdiği zekât der ki:

«–O çok sevdiği kendi malından ayrıldı, yoksula verdi. Bu adam, eline fırsat düşünce nasıl olur da hırsızlık yapar?»”

Unutmamalıdır ki, en kötü hırsızlık, fakirin zekât hakkını gasbetmektir.

Hazret-i Mevlânâ sözün burasında çok mühim bir îkazda bulunur:

İHLÂS ŞART!..

“Fakat bu iyilikleri, bu sâlih amelleri; gösteriş için, insanları aldatmak için yapıyorsa, o iki şahit, Hakk’ın ilâhî adâlet mahkemesine kabul edilmezler!..”

İnsanın dünya imtihanında şiddetle uzak durması gereken bir başka bâtınî haram da, ihlâsın kaybı olan riyâdır.

İki yüzlülük, gösteriş, sahte davranış demek olan riyâ; amellerin sevabını yok eden çirkin bir vasıftır. Unutulmamalıdır ki, tevhid akîdesinin ortaklığa asla tahammülü yoktur. Nitekim kudsî hadîs-i şerifte buyurulur:

“Allah Teâlâ buyurdu ki:

«…Kim işlediği amelde Bana ortak koşarsa, o kişiyi de ortak koştuğunu da reddederim». (Müslim, Zühd, 46)

GİZLİ ŞİRK!

İbâdette gizlenen riyâ da şirktir. Riyâ ve gösteriş, insanı neticede şirke kadar götürebilir. Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-’den nakledilen şu hadîs-i şerifte riyânın korkunç âkıbeti haber verilmektedir:

“Kıyâmet günü hesabı ilk görülecek kişi, şehid düşmüş bir kimse olup huzûra getirilir. Allah Teâlâ ona verdiği nimetleri hatırlatır, o da hatırlar ve bunlara kavuştuğunu îtiraf eder. Cenâb-ı Hak;

«–Peki, bunlara karşılık ne yaptın?» buyurur.

«–Şehid düşünceye kadar Sen’in uğrunda cihâd ettim.» diye cevap verir.

«–Yalan söylüyorsun. Sen; ‘babayiğit adam’ desinler diye savaştın, o da denildi.» buyurur.

Sonra emrolunur da o kişi yüzüstü cehenneme atılır.

Bu defa ilim öğrenmiş, öğretmiş ve Kur’ân okumuş bir kişi huzûra getirilir. Allah ona da verdiği nimetleri hatırlatır. O da hatırlar ve îtiraf eder. Ona da;

«–Peki, bu nimetlere karşılık ne yaptın?» diye sorar.

«–İlim öğrendim, öğrettim ve Sen’in rızân için Kur’ân okudum.» cevabını verir.

«–Yalan söylüyorsun. Sen; ‘âlim’ desinler diye ilim öğrendin; ‘Ne güzel okuyor!’ desinler diye Kur’ân okudun. Bunlar da senin hakkında söylendi.» buyurur.

Sonra emrolunur o da yüzüstü cehenneme atılır.

(Daha sonra) Allâh’ın kendisine her çeşit mal ve imkân verdiği bir kişi getirilir. Allah verdiği nimetleri ona da hatırlatır. Hatırlar ve îtiraf eder. Cenâb-ı Hak;

«–Peki ya sen bu nimetlere karşılık ne yaptın?» buyurur.

«–Verilmesini sevdiğin, râzı olduğun hiçbir yerden esirgemedim; sadece Sen’in rızânı kazanmak için verdim, harcadım.» der.

«–Yalan söylüyorsun. Hâlbuki sen, bütün yaptıklarını; ‘Ne cömert adam!’ desinler diye yaptın. Bu da senin için zaten söylendi.» buyurur.

Emrolunur bu da yüzüstü cehenneme atılır.” (Müslim, İmâre 152)

Hadîs-i şerifte; cihad, ilim ve cömertlik misalleri verilmiştir. Demek ki, kullukta hiçbir saha riyâdan emîn değildir. İbâdet dünyamızın her safhası, ihlâs ve samimiyete muhtaçtır.

Bilhassa ilim… Hazret-i Mevlânâ îzâh eder:

İHLÂSSIZ İLİM DE PUT

“Allâh’ın feyzini bekleyen kişi için dinlemek, söylemekten hayırlıdır. Öğrenmek ve öğretmek de bir çeşit şehvettir. Allah yolunda her çeşit şehvet, hayâlî bir puttur.”

“Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; nasıl senin başını putlara secde etmekten kurtardı ise, sen de çalış, O mübâreğin mânevî gücü ile, O’nun mânevî dokusundan hisse almaya gayret ederek; gönlünü, iç putuna tapmaktan kurtar.”

Çünkü kudsî hadîs-i şerifte ifade edildiği üzere;

“Hoca ne güzel ders okutuyor.” denilmesini nefs arzu eder ki, bu da bir çeşit şehvettir. Hâlbuki Hak yolunda bu gibi hevâ ve hevesten geçmek gerekir. Çünkü o heveslerin her biri yolcu için birer puttur.

Şehvet nedir? İnsanı Allah’tan uzaklaştıran bütün nefsânî arzuların genel ifadesidir.

İlim ve tâlim, Allah rızâsı için olursa çok kıymetli bir ibâdettir. Fakat; «Ne çok biliyor ne iyi öğretiyor ne güzel anlatıyor!» desinler diye olursa, nefsin arzu ve iştahlarını Hakk’a ortak kılmak olur ki; bu, gizli şirk sayılmaktadır. Bu sebeple bu emelden vazgeçmeyenler susmalıdır.

Nitekim, İslâm tarihinde, büyük âlimler; iç dünyalarında bu muhasebeyi yapmışlardır. İmâm-ı Gazâlî, yüzlerce talebesi olan, şöhretli bir müderris iken;

“Ben ihlâs içinde miyim? Yoksa Allah rızâsından başka arzuların müşterisi mi oldum?” diye âdetâ mânevî bir buhrana girdi.

Bu hâlden kurtulmak için; medreseden el etek çekip, Şam’da münzevî bir hayata teksif oldu. Nihayet, gönül dünyasını arındırınca; yeniden Allah yolunda hizmete döndü. Lâkin bu sefer tam bir ihlâs ile hizmet etti.

Hazret-i Mevlânâ’nın kendisi de, Selçuklu Medresesi’nin büyük müderrisi olduğu zamanki hâlini; «Hamdım!» diye ifade etmekte, ancak sonraki mânevî çilelerle ulaştığı hâli; «Piştim» ve «Yandım!» sözleriyle anlatmaktadır.

Hayır-hasenat faaliyetleri de riyâdan, kulların fânî alkışlarından fersah fersah uzak durulması gereken bir sahadır.

Meselâ; yaptırılan bir camiye veya bir hayır müessesesine, yaşayan bir kişinin ismini koymak pek doğru değildir.

Lâkin kişi vefât ettikten sonra evlâtları, mirasçıları; bir hayır eseri yaptırıp ona vefât eden büyüklerinin ismini verebilirler. Bunda bir beis yoktur. Çünkü bu, geçmişlerinin rahmetle anılması gayesine mâtuftur. Ayrıca vefât eden kişi nâ­mına enâniyet tehlikesi kalmamıştır.

Yani Cenâb-ı Hak, hâlis-muhlis bir kulluk istemektedir. Riyâ bulaşığıyla mülevves bir karne istememektedir. Hazret-i Mevlânâ şöyle îkāz eder:

NETİCESİ NEREDE?

“«Ben iyi işler işledim. Namaz kıldım, oruç tuttum, kulluk ettim.» deme. Bu arazlardan elde edileni göster.

Gösteriş için Cenâb-ı Hakk’ı zikretmek, külhanda (veya kaldırım kenarlarında) biten yeşilliğe benzer, (faydasızdır, ayaklar altında çiğnenmeye mahkûmdur.)”

Amellerin gönülde, güzel ahlâkta ve yaşayışta hayırlı tesirlerini meydana getirmemesi, onların ihlâssızlığına alâmettir.

Sâlih amellerde riyâ duygusunu kuvvetlendiren bir mânevî hastalık da şöhret hastalığıdır. Fânî alkışlara itibar etmektir. Hazret-i Mevlânâ; öne çıkma, görünme arzusundan sakındırmak yolunda şöyle telkinlerde bulunur:

“Gösterişten uzak dur, kendini gizle. Tane olursan, seni kuşlar devşirirler, yerler. Gonca olursan seni çocuklar koparırlar.

Taneyi gizle, tamamıyla tuzak ol, tuzaktaki tane gibi görün. Goncanı sakla, kendini damda bitmiş bir ot gibi göster.

Kim güzelliğini mezâda çıkarırsa, şöhret peşinde koşarsa; başına yüzlerce belâ gelir, yüzlerce kötü kaza yüz gösterir. Kıskançlıklar, öfkeler, kötü gözler, tulumlardan boşalan sular gibi meşhur olan kimsenin başına boşalır.”

Riyânın rezil bir his ve huy oluşunun ve Cenâb-ı Hakk’ın gazabını çekmesinin sebebi şudur:

Kulun yegâne maksud ve gayesi, Bâkî olan Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı olması gerekirken, gaflet ile fânî alkışlara kapılmaktadır. Fânîlerin övgülerine, takdirlerine itibar etmektedir.

Bu vahim felâketten kurtulmak için Hak dostları, bütün fânî takdir ve kınamaların tesirinden kurtulmaya gayret ederler.

Fânîlerin alkışlarından uzak durmaya en güzel misallerden biri, bir cihan sultanına aittir:

RİYÂDAN UZAK ZAFERLER

Sultan Selim Han, tarih felsefesinin çözemediği bir dirâyetle Sînâ Çölü’nü geçti. Mısır’ı fethetti. İki sene süren, zaferlerle dolu bu seferden dönüşte Üsküdar’a, Çamlıca Tepesi’ne geldi, kumandanlarına şöyle dedi:

‒Siz İstanbul’a girin. Ben, hava kararsın, sokaklar boşalsın, ondan sonra şehre gireyim. Fânîlerin alkışları nefsâniyetimi tahrik ederek beni perişan etmesin, yere sermesin!

Dilinde şu mısralar vardı:

Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavgā imiş,

Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş…

Bu cihangir gönül sultanı, vefât ederken yakın nedîmi Hasan Can kendisine dedi ki:

‒Padişahım, Allah ile beraber olmak vaktidir.

Yavuz’un cevabı şöyle oldu:

‒Hasan! Bizi şimdiye kadar kimle beraber bilirdin? Sen bana bir Yâsîn-i Şerif oku!

Ardından kelime-i şahâdet ile son nefesini verdi.

İşte riyâdan uzak seferlerin, makbul zaferlerin bereketli meyvesi…

Tarihçiler der ki:

Yavuz Sultan Selim Han, 8 senelik saltanatıyla İslâm tarihinin en büyük zaferlerine imza atanlardan biridir. Onun müstesnâ hizmeti, ikindi güneşi gibidir. Vakti kısa, fakat gölgesi uzundur…

Fânî alkışların sarhoşu olmama şuurunun bir başka misâli de Muhteşem Süleyman’dır:

Barbaros Hayreddin Paşa; Preveze Deniz Savaşı’nda müthiş bir zafer kazanmış, düşman kadırgalarını önüne katarak muhteşem donanmasıyla İstanbul önlerine gelmişti. O esnada Kanunî Sultan Süleyman Han ve vezirleri de bu ihtişamlı manzarayı Sarayburnu’ndan seyretmekteydiler. Paşalardan biri heyecanla;

“–Sultanım, dünya, dünya olalı böyle bir manzarayı acaba kaç kere seyretti? Sizler ne kadar fahretseniz (övünseniz) azdır!” dedi.

Kanunî’nin cevabı şöyle oldu:

“–Paşa! Bize; fahretmek mi, yoksa bu muzafferiyetleri bahşeden yüce Rabbimiz’e hamd ile şükretmek mi düşer?!.”

Ulu Hakan, zaferi kendine izâfe etmekten korktu ve çekindi. Nâil olduğu muvaffakiyetlerin, Cenâb-ı Hakk’ın lutfu olduğunu ikrâr etti.

İşte asıl sultanlık!..

Hazret-i Mevlânâ, insanın iç ve dış dünyasında yaşanan «alkış»ların tuzağını şöyle ifade eder:

ALKIŞLARLA SARHOŞ OLMA!

Ten, kafes şeklindedir. Bu ten kafesine girip çıkanlardan birisi rûha der ki:

“–Ben senin sırdaşın olayım.”

Başka birisi;

“–Hayır, senin en yakın dostun ancak benim.” der.

Ten kafesine girenlerden birisi, rûhu övmeye başlar. Ona der ki:

“–Bu âlemde; güzellikte, incelikte, fazîlette ve cömertlikte senin gibi kimse yoktur!”

Öbürü de der ki:

“–İki âlem de senindir. Hepimizin canları senin canına kul olsun, kurban olsun!”

Ten kafesinin esiri olan ruh, halkın kendisine karşı duyduğu hayranlıktan âdetâ sarhoş olduğunu görünce benliğe kapılır, kibirlenir; kendini idare edemez olur.

O bilmez ki şeytan, kendisi gibi binlercesini helâk ırmağının sularına atmıştır.

Dünya insanlarının lütuflarda bulunmaları, yaltaklanmaları hoş bir lokmadır. Ama o lokmayı az ye; çünkü o lokma, ateşle doludur. O lokmanın tadı, lezzeti meydandadır; fakat içindeki ateş gizlidir. Dumanı işin sonunda meydana çıkar.

İnsanın iç dünyasını çok iyi bilen Mevlânâ Hazretleri; bu hususta, insanın; «Ben tesir altında kalmam!» tarzındaki beylik sözlerinin değil, iç dünyasındaki derin hislerinin ehemmiyetli olduğunu ifade eder:

“Ötekinin, berikinin övüşüne ben kulak verir miyim? Onlar, benden bir şey umdukları için beni övüyorlar.” deme. Seni öven, göklere çıkaran kişi, halk arasında kusurlarını söylerse; seni kınarsa, o kınayışın ateşinden gönlün günlerce kanar. Gerçi o, sende umduğunu elde edemediği için aleyhinde bulunur. Sen bunu bildiğin hâlde tesiri altında kalırsın. Aynı hâl, övgü için de böyledir. Tecrübe edersen bilirsin ki övgünün tesiri, günlerce devam eder, içindeki kibir ve aldatmayı besler.

Fakat övme tatlı olduğu için, tesiri derhâl görünmez. Hâlbuki kötüleme ve kınama acı olduğundan tesiri hemen görülür.

Kınama; kaynatılmış, hap hâline getirilmiş bir ilâca benzer. İçer yahut yutarsan uzun bir zaman içini karıştırır, elem verir.

Nefis çok övülme yüzünden firavunlaştı. Sen, alçak gönüllü ol; abd-i âciz ol; ululuk taslama! Elinden geldikçe kul ol; sultan olma!

Bu menfî tesirlerden kurtulmanın ehemmiyetini bildirmek için, Hazret-i Ömer şöyle demiştir:

“En çok sevdiğim kimse (benim gerçek dostum), bana ayıp ve kusurlarımı haber verendir (yüzüme karşı söyleyendir).” (Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 130)

İhlâsa erişmek, halkın takdir ve kınamasından endişe etmeyi bırakıp yalnızca Allah rızâsına tâlip olabilmek için, ehemmiyetli bir tedbir de, hâlini gizlemektir.

“İşlediğin sâlih amelleri kendi gözünden bile sakla ki; amelin iyi ve kötünün görmesinden selâmette kalsın.”

Darb-ı meselde denilir:

‒Yaptığın iyilikleri unut (ki sana enâniyet vermesin.)

‒Sana yapılan kötülükleri unut (ki iyilikle mukabelede bulunarak, fazîlet sergileyebilesin.)

Hak dostlarından biri bu hâli mübalâğa ile şöyle tarif etmiştir:

“Amelde öyle bir ihlâs bulunmalı, onu o kadar gizli tutmalı ki; onu yazacak melek bile bilmemeli, o iyi ameli bozmak için şeytan bile farkına varmamalıdır!..”

SAMİMİYET FARKI

Sûretlere değil, kalplere nazar eden Cenâb-ı Hak; amellerimizde ihlâs ve samimiyete kıymet verir. Eğer ihlâs ve samimiyet varsa, kusurlarıyla beraber dahî makbul olabilir. Fakat ihlâs yok ise zâhiri ne kadar şatafatlı görünse de amel reddolunur.

Hazret-i Mevlânâ bu farkı gözyaşı ve âh ile anlatır:

Birisi mescide giderken baktı ki halk mescidden dışarı çıkıyor.

“–Cemaat dağıldı mı ki herkes acele acele mescidden çıkıyor?” diye sordu.

Birisi;

“–Peygamber cemaatle namazını kıldı, bitirdi.” diye cevap verdi.

Namaza yetişemeyen kişi; içi yanarak öyle bir âh etti ki, sanki o âhdan bir duman çıktı. Gönülden çıkan o âhdan; iç yanık kokusu, kan kokusu geliyordu.

Namaz kılanlardan birisi onun yanına gitti de;

“–Bu âhı sen bana ver, benim kıldığım namaz senin olsun.” dedi.

Namaza yetişemeyen;

“–Âhı sana verdim, senin Peygamberimiz’in arkasında kıldığın namazı da aldım, kabul ettim.” dedi. Öbürü de o âhı yüzlerce niyaz ile aldı kabullendi.

Namazı verip âhı alan kişiye gece rüyasında dediler ki:

“–Sen âb-ı hayâtı ve şifâyı satın aldın. Bu mânevî alışverişin, bu Hak âşıklığına katılışın hürmetine; camide namaz kılan bütün cemaatin namazları kabul edildi.”

“Zorda kalmış, içi yanmış susuzun ağlayıp inleyişi samimîdir, candandır.”

Samimî gözyaşı ise, ilâhî muhabbet bağına girenler için tevbe pınarıdır. Günahları yıkar, temizler. Rabbe karşı bir şükrandır. Gözyaşı, Cenâb-ı Hakk’ın ümit dergâhıdır. Bütün ümitlerin kesildiği bir anda bu dergâhın eşiğinde ağlayabilenler gerçek bahtiyarlardır.

Samimî gözyaşları ile âlemi seyredenler için o yaş damlalarının her biri bağrında bin bir okyanus sergileyen aynalar gibidir ki, her zerrede ilâhî esrar âşikâr ve ayandır. Nice okunamayan hikmet sayfaları onunla okunur.

Buna mukābil Hazret-i Mevlânâ buyurur:

“Soğuk, yapmacık, yalan olan inilti ise sapıklara mahsustur. Yûsuf’un kardeşlerinin ağlayışları hile idi. Çünkü onların içleri hasetle, illetle dolu idi.”

Hakikaten Yûsuf’un kardeşleri, onu kuyuya attılar, sonra geldiler ve babalarına sahte gözyaşları içinde; «Onu kurt yedi!» dediler. Böyle gözyaşları riyâkâr ve yalancıdır.

SAHTE GÖZYAŞLARI

Hazret-i Mevlânâ, samimiyetsiz ibâdetlerin kofluğunu ifade etmek için ise şu kıssayı anlatır:

Bir bedevînin köpeği ölüyordu. Sahibi ise, ağlıyor, yağmur gibi gözyaşı döküyor ve;

“–Vay benim başıma gelenlere!” diyordu.

O sırada oradan bir dilenci geçiyordu;

“–Neden ağlıyorsun? Kimin için feryat edip duruyorsun?” diye sordu.

Bedevî dedi ki:

“–İyi huylu bir köpeğim vardı, işte yolun ortasında ölüyor. O gündüzleri bana avcılık, geceleri bekçilik ederdi. Keskin gözlü idi. Avı yakalar, hırsızı kaçırırdı.”

“–Hastalığı ne idi? Yaralanmış mı idi?” diye dilenci sorunca, bedevî;

“–Onu açlık zayıflattı, bu hâle getirdi.” dedi.

Dilenci sordu:

“–Elindeki şu dolu dağarcıkta ne var?”

Bedevî;

“–Dün geceden artan ekmeğim ve yiyeceğim var.” dedi.

Adam;

“–Köpeğe niçin ekmek ve yiyecek vermiyorsun?” dedi. Bedevî;

“–Benim o kadar merhametim yok. Yolda parasız ekmek ele geçmez ama, iki gözden akan yaş, bedavadır.” dedi.

Dilenci şaşırdı da bedevîyi azarladı:

“–Ey hava ile dolu tulum! Sen insan değil misin? Toprak başına…”

Demek ki, ihlâs ve samimiyet, fiiliyat ve icraat ile görünmelidir. Sahte sözler ve samimiyetsiz gözyaşlarıyla değil.

Cenâb-ı Hak; kalplerimizi riyâ, gösteriş ve şöhret belâlarından muhafaza eylesin. Fânî alkışlara müptelâ değil, hâlisan livechillâh rızâ-yı Bârî için gayret etmeyi müyesser kılsın.

Cenâb-ı Hak, kalplerimize samimiyet bahşeylesin. İhsan ve ihlâs şuuruyla yaşayabilmemizi, huzûruna kalb-i selîm ile varabilmemizi nasip buyursun.

Âmîn!..