Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2014 Ay: Haziran Sayı: 112
Hazret-i Mevlânâ insan rûhundaki menfî bir husûsiyeti ve onu bertarâf etmeyi şu şekilde müşahhas bir hikâye hâline getirir:
AZGIN BİR ARSLAN
Uçsuz bucaksız bir ormanda azılı bir arslan yaşamaktaydı. Onun yaptığı zulümlerden dolayı ormandaki bütün hayvanlar korku içindeydiler. Zira hiç ummadıkları yer ve zamanlarda o azılı arslan, hayvanlara çeşitli pusular kuruyor ve canlarına kastediyordu. Nihayet hayvanlar, böyle tedirgin yaşamaktansa bir çare aradılar. Aralarından bir heyet seçerek arslana gönderdiler;
“–Ey ormanların şâhı!.. Her gün içimizden birini yakalıyor, yiyorsun! Fakat bu zahmet niye? Sen ormanların kralısın; tahtında otur, biz sana her gün içimizden birini yollarız, sen de rahatça yersin! Böylece, biz de, sen de huzur içinde ömrümüzü geçiririz!..” dediler.
Arslan baştan kabûle yanaşmadıysa da sonunda yapılan teklifin câzibesine kapılarak râzı oldu. Artık her sabah bir hayvan kendi ayağı ile gelip arslana teslim olmaya başladı. Günlerden bir gün, sıra tavşana geldi. Ancak tavşan işi ağırdan aldı, pek aldırmadı. Bunu gören hayvanlar telâşa kapıldılar ve onu azarladılar. Tavşan ise bir hile ile hem kendisini, hem de bütün hayvanları kurtaracağını söyledi. Tavşanın bu cesareti karşısında hayrete düşen hayvanlar, işin sırrını öğrenmek istedilerse de; tavşan sırrını sakladı ve yola düştü.
Bu sırada arslan, hışımla kükreyip duruyordu. Tam bu esnâda akıllı tavşan çıkageldi. Açlıktan ateş püsküren arslan kükredi:
“–Nerede kaldın?”
Tavşan, yalancı bir telâşla önce terlerini sildi. Sonra da arslanı kendisinin suçsuz olduğuna inandırmak için tabiî görünmeye çalışarak;
“–Aman sultanım, ben saygıda kusur etmedim. Lutfederseniz özrümü bildireyim!” diyerek anlatmaya başladı:
“–Ben kuşluk vakti yola çıkmış, geliyordum. Yanımda bana yoldaş olması için bir tavşan daha vardı. Fakat birdenbire karşımıza bu âna kadar hiç görmediğimiz bir arslan çıkıverdi. Bu kulunuza ve huzûrunuza gelmekte olan diğer arkadaşıma saldırdı, her ikimizin de canına kastetti. Ben hemen ona;
«–Biz padişahlar padişahının kullarıyız, bize dokunma!» dedim.
Fakat o âsî arslan, bizi serbest bırakıp sizden özür ve af dileyeceği yerde, müthiş bir hiddetle kükredi ve haddini bilmeyerek;
«–O da kim oluyor? Bu ormanların padişahı benim!» dedi. Sonra küstahlıkta daha da ileri giderek arkadaşımı rehin aldı ve bu durumu, yani meydan okuyuşunu bildirmem için beni size gönderdi. Ey padişahlar padişahı! Arkadaşım benim üç mislimdi, semiz ve güzeldi. Fakat bundan sonra, o yol kapandı. Bundan sonra ya sana gönderilen günlük nafakadan ümidini kes, ya da o korkusuz arslanı ortadan kaldırıp bizim yolumuzu aç!”
Bütün bunları hırs ve sabırsızlıkla dinleyen arslanın öfkesi büsbütün başına vurdu:
“–Kim bu küstah!?. Bu ormanda yalnız benim hükmüm geçer. Kimmiş o, çabuk söyle!?.” dedi.
Tavşan durumdan memnun, öteki arslanı elinden geldiği kadar mübâlâğalı bir şekilde anlatarak azılı arslanın haysiyetini son derece tahrik etti. Nihayet arslan dayanamayıp;
“–Düş önüme, göster şu alçağı da onun da, onun gibi yüzlercesinin de cezasını vereyim! Şayet yalan söylüyorsan, elbette senin hakkından gelirim…” diye kükredi. Birlikte yola düştüler. Tavşan, önceden nişan koyduğu bir kuyuya doğru yürümeye başladı. Zîrâ bu derin kuyuyu arslanın canına tuzak olarak seçmişti. Kuyuya yaklaşınca biraz geride kaldı. Kızgın arslan hemen uyardı;
“–Niçin ayak sürüyorsun? Geri kalma, haydi önüme düş!” dedi. Tavşan da;
“–Sultanım, o arslan önümüzdeki kuyunun içinde! Ben yaklaşamam, bir kere o ateşten, yüreğim iyice yandı!..” dedi.
Arslanın hırs ve gazabı son haddine vardı. Tavşana;
“–Korkma, ilerle! Benim pençelerimin açacağı yara, ona ölümün kahır tokadı olacak!..” diyerek onu yanına aldı ve hışımla kuyunun ağzına yaklaştı. İçine baktığında suda kendisinin ve tavşanın aksini gördü. Hemen hırlamaya başladı, kuyudaki aksi de hırladı. Tavşan bu fırsatı da güzel değerlendirdi;
“–Görüyor musunuz sultanım? Size nasıl da meydan okuyor.” dedi.
Arslanın gözleri döndü;
“–Bir diyarda iki sultan olamaz, parçalamalıyım onu!” diye mırıldandı. Ardından da; “Gümm!..” diye kuyuya atladı. Böylece hayvanlara yaptığı zulümlerin hazin âkıbetine uğradı. O zulümler, ona kahr-ı ilâhînin pençesinde bir ölüm çukuru oldu. Firâsetli tavşan da, yemyeşil çayırlarda seke seke hayvanlara kurtuluşlarını müjdeledi. Daha evvel kendisini hafife alıp kınamış olanlar, bu defa etrafında halka oldular. Onu mum gibi ortaya aldılar. Hürmet gösterdiler ve dediler ki:
“–Sen gökten inmiş melek misin? Yoksa arslanların Azrâil’i misin? O zâlimi hangi hile ile yenebildin?”
Tavşan da şöyle cevap verdi:
“–Bu Allâh’ın bir lutfudur. Yoksa bir tavşan kim oluyor ki, böyle bir iş yapabilsin! Ben sadece Allâh’a tevekkül ettim de Rabbim, bana o arslana karşı koluma kuvvet, gönlüme nûr ihsân etti. Bunlar da bana cesaret ve şecâat verdi. Aklımı kullanmayı, yani ince düşünüşü öğretti. Böylece bende o azılı arslanı dize getirebilecek ilâhî bir kudret hâsıl oldu da o zâlime boyun eğmeyip canımı kurtarmaya muvaffak oldum; selâmete ulaştım.”
Hazret-i Mevlânâ, Beydeba’nın Kelîle ve Dimne* adlı eserinden iktibas ederek geliştirdiği bu hikâyeye nice mânâlar sığdırmıştır.
Azgın arslan, nefs-i emmâreyi temsil eder. Tamah ederek atladığı kuyu ise, dünyadır. Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Ey kişi! Senin nefsin, bu dünya kuyusunun dibine, hırsla, tamahla atlamış, mahpus bir arslan gibidir. Nefsini yen de tavşan gibi hür dolaş… Sen tavşan gibi olan rûhâniyet cevherinin kıymetini bil ve onu kemâle erdir ki, mâneviyat ikliminde haset ve ihtirasın pençesinden kendini kurtarabilesin.”
Demek ki, dünyevî arzular mihrap ve kıble hâline gelince; insan, zaaflarının putperesti oluyor. Nasıl ki gözüne iki parmağını perde yapan kimse zifirî bir karanlığa dûçâr oluyorsa, gönül gözünü gaflet perdesiyle kapatanlar da mâneviyat güneşinin mahrumu oluyor. Aslî hakikatini, derûnî istîdatlarını dumûra uğratıyor… Kendini nefs canavarına teslim eden insanın acıklı âkıbeti ne hazindir! Ten plânında ömrünü idâme ettirmek için, öteleri düşünmek istemez. Ölümden kaçar, âhireti düşünmez ve dünyaya saplanır. Kabirleri seyretmek bile onun huzurunu kaçırır. Gafilâne bir şekilde ölümden kaçacak yer arar durur. Bu gafilâne hayatın neticesi ne acıdır! Âyet-i kerîmelerde buyurulur:
“Huzûrumuza çıkacaklarını beklemeyenler, dünya hayatına râzı olup onunla rahat bulanlar (onunla tatmin olduklarını, huzura kavuştuklarını zannedenler) ve âyetlerimizden gafil olanlar yok mu, işte onların, kazanmakta oldukları (günahlar) yüzünden varacakları yer, ateştir!” (Yûnus, 7-8)
Yûnus Emre Hazretleri de nefsi bir düşman, dünyayı da bir tuzak bilmenin ve dâimâ nefse muhalefet etmenin lüzumunu ne güzel ifade eder:
Nefsine muhâlif kişi, durmaz akar gözü yaşı,
Bunda nefse uyan kişi dalmaz Kevser göllerine.
Kevser havzına dalanlar, ölmezden evvel ölenler,
Nefsini düşman bilenler, konar Tûbâ dallarına.
Tûbâ dalından uçanlar, yüce makamlar geçenler,
Şarâben tahûr içenler, banmaz dünyâ ballarına.
Arslan hikâyesine daha farklı zâviyelerden de bakılmıştır:
NEFSE HAKİKATİNİ GÖSTERMEK
Ormanda arslanın hayatlarına kastettiği sâir mahlûkat da diğer letâife benzetilmiştir. Nefs, tezkiye edilmediğinde; insan bünyesindeki asıl cevherler olan kalp, ruh vesâir latîfeleri, yani mânevî organları öldürür, işlemez hâle getirir. Letâifi çalıştırarak «zikrullâh»a, dolayısıyla itmi’nâna erdirmek için, ilk adım nefsi kontrol altına almak, yani nefsânî savruluşlardan kurtulmaktır.
Arslanı bertarâf eden tavşan ise, «kalb-i selîm»in emrine âmâde olan «akl-ı selîm» kuvvesini temsil eder. Nitekim hikâyede gösterildiği gibi tedbirlerle; akıl, nefsi mücâhede kuyusuna girmeye râzı eder. Bunun için, ona kendi korkunç vasıflarını gösterir.
Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:
“Ey kişi! Musa da Firavun da senin içinde gizlenmiştir. İçindeki Musa’nın Firavun’a galebesi için nefsini mağlûp et ki, ilâhî vuslata mazhar olasın…”
İnsan da en büyük düşmanının, kendi nefsi olduğunu idrâk ettiğinde, onunla mücâhede ve mücadele etmeye râzı olur. Nefsânî arzuların esâretinden kurtulup, rûhânî istîdatlarını inkişâf için, oruç gibi, riyâzat gibi nefsi törpüleyen terbiye unsurlarına gönüllü olarak girer. İbâdet ve infak gibi, azgın nefsin hoşlanmadığı hayırlara koşarak, nefsin esâretinden kurtulur.
Azgın arslanın ölmesi ise, «ölmeden evvel ölmek» şeklindeki bir ölüştür. Artık letâif ülkesinde; haddini bilen, hevâ ve heveslerini terk etmiş, huzura ermiş bir nefs olarak var olacaktır.
İnsana, nefsinin mâhiyetini göstermek «sünnetullah»tandır.
Nitekim Hazret-i Musa, ailesiyle birlikte Medyen’den dönerken Tûr Dağı civarında ilk kez vahy-i ilâhîye muhatap olmuştu. Bu yüce ve sırlı mükâleme içinde Cenâb-ı Hak sordu:
“–Elindeki nedir ey Musa?”
“–Benim asâmdır, yâ Rabbi!”
“–(Onu ne yapıyorsun?)”
“–Ona dayanıyorum…”
“–(Ben’den başka dayanacak, sığınacak bir şey olmadığını bilmiyor musun?) At onu elinden!..”
Hazret-i Musa; asâyı atınca onun hakikatini, bir yılan sûretinde gördü ve ondan korktu. Cenâb-ı Hak ise, onu eline almasını emrederek, eski hâline döndürdü. (Bkz. Tâhâ, 17-21)
İşârî olarak tefsir edilen bu hâdisede, tasavvuf ulemâsına göre asâ, nefs demektir. Kavmini hidâyete memur edilecek Musa -aleyhisselâm-’a önce nefsin hakikati gösterilmişti. Netice olarak Hazret-i Musa’nın nefse değil, Allâh’a itimat etmesi; nefsinin hakikatini bilmesi ve ıslahını öğrenmesi, nefsinden korkmayıp Allâh’a sığınarak ona hâkim olması, böylece nefsini, gayesine hâdim eylemesi sağlanmıştı.
Nefs; hayırda istihdam edilmesi gereken bir enerji ve rûhânî menziline gitmek isteyen insan için, bir binektir. Fakat bu enerji şerre yönelirse, istikbâli yakıp kül edecek âfetlere sebebiyet verir. Bu binek, menzil-i maksûda giden yoldan çıkarsa, insanı felâletlerden felâketlere dûçâr eder.
Bu hikâyeden alacağımız daha nice hisseler vardır:
“Esas hayat âhiret hayatıdır.”
Hayatı, dünya gayesi ile yaşayanların ve nefislerinin arzusuna göre sürüklenenlerin sonu, âhiret perişanlığıdır.
Bu perişanlıktan kurtularak; ölümsüz bir hayat yahut ihtiyarlığı olmayan bir hayat arzu edilirse, bu ancak nefis engelinin aşılması, yalancı ve fânî eşyaların esâretinden kurtulup Hakk’a râm olunması sûretiyle elde edilebilir!..
Nefsini aşıp hakkı yaşayanlar; âbâd, azîz ve insanlığa meş‘ale bir örnek olmuşlardır.
Hakk’a sığınmak ve hakkı yaşamak, yaşayan için izzettir; bunun zıddı olarak nefse yaltaklanmak ise, zillet ve hüsrandır.
Nefsine mağlûp gafil insanların dünyalık evleri, âdetâ yaşayan ölülerin aile kabristanıdır.
Hayat cezb ve incizâb kanununa tâbîdir. Nefsî hayat, fâsıkları cezbeder. Rûhâniyet, sâdık ve sâlihleri kendine çeker. Küfür, kâfiri; irşad da irşâda tâlib olan müsterşidi cezbeder.
Nefsânî olarak yaşanan bir dünya hayatı ise, helâke götüren hayal, serap, hile ve desîselerle doludur.
Çünkü insan nefsâniyete dûçâr olduğunda, fıtratında bulunan cehâlet, şehvet, ihtiras, kibir, gurur, cimrilik ve öfke gibi temâyüllerle hareket eder, ilâhî nimetler karşısında nankörlüğe düşerek günahlar işler.
İnsanın iki dünyasını berbat eden günahlar, nefislere; tatlı bir meltem rüzgârı gibi hoş gelir.
Hâlbuki, ham nefsin zevk sandığı şeyler, gelip geçicidir. Çorak yere ekilmiş tohum gibidir. Bitmez, meyve vermez. Ondan elde edilecek mahsûl, pişmanlıktır. Kârı da zarardan başka bir şey değildir.
Fakat insan kendi ayıplarına karşı âmâ olur. Nasıl ki, parmakları cerahatli bir kimse, yemek yerken elindeki cerahatler kendisini tiksindirmez ve karşısındakinin tiksindiğinin de ekseriyâ farkına varmaz ise; nefsin sultası altında yaşayan gafillerin de hataları kendilerini rahatsız etmez ve maruz kaldıkları ve etrafa verdikleri zararın da farkına varamazlar. Çünkü gaflete bir zırh gibi bürünenler, Hak ve hakikat karşısında sağırlaşırlar ve âmâlaşırlar.
Bu sebeple;
Akılla, nefis tezkiyesi olunamaz. Akılda kendini beğenme duygusu hâkimdir. Tezkiye ancak kalp ile olabilir. Hazret-i Mevlânâ gibi Hak dostları, gönlün kulağına bu gibi hikmetli sözleri fısıldayarak, onları tevbeye, insanlık yoluna davet ederler:
“Ey gönülden günah işlemeye istekli olan, nefsânî arzularını gizlice tazeleyen kişi; sen, îmânı tazele, fakat yalnız dilinle söyleyerek değil de kalbinle tazele.
Nefsânî istekler, şehvânî arzular tazelendikçe îman tazelenmez; çünkü şehvetin, nefsin dileğine uymak Hak kapısını kapar, kilitler.”
Nitekim bir kul, ne kadar akıllı, zekî olursa olsun, hangi mânevî makam, mertebe ve üstünlükte olursa olsun; nefis ve şeytan, dâimâ pusuda beklemekte ve fırsatını bulur bulmaz, ayakları sırat-ı müstakîmden kaydırabilmektedir.
Kalp tasfiyesi vasıtasıyla gerçekleştirilecek nefis tezkiyesi, nefse karşı bir cihaddır. Nefis cihâdı, kalbî eğitim ve mânevî terbiyedir. Gaye, ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak «insân-ı kâmil» hâline getirmektir.
Bu hâle vâsıl olanların; yani fânî ve nefsânî varlığından sıyrılıp aslına rucû eden bir cevher kıvâmına erenlerin gönül nidâları, üzerinden asırlar geçmesine rağmen ne eksilir, ne kirlenir, ne de kokar!..
Ne mutlu o kıvâma erebilenlere!..
Yâ Rabbî! Bizleri nefislerimizin şerrinden halâs eyle! Bizi bir göz açıp kapayıncaya kadar dahî, nefsimizin eline bırakma!.. Nefsimize takvâsını ver. Bizlere nefsânî hoyratlıklardan kurtulma azmi ve rûhânî istîdatlarımızı inkişâf ettirme kuvveti nasîb eyle!..
Âmîn!..
________________________________________
* Hayvanları konuşturmak sûretiyle insanlara hikmet ve hakikatleri anlatan bir eser.