2016 – Ekim, Sayı: 368, Sayfa: 032
GÖNÜL DÜNYAMIZA TAARRUZLAR
İnsan, kelimelerle düşünür; lisan ile tefekkür ufkunu genişletir. Bu sebeple, kelime kadrosu daraltılmış veya mefhumlarının mânâları çarpıtılmış bir lisan ile, İslâmî tefekkürün derin ufuklarına yol bulmak mümkün değildir.
Bir mütefekkir şöyle der:
“Bir milleti değiştirmek istiyorsanız önce onların kelimelerini değiştirin!”
Bugün aziz milletimize yapılan en büyük saldırılardan biri de, İslâmî kimliğe sahip kelimelerin mânâlarıyla oynamak, müsbet mânâ taşıyan kelime ve mefhumlara menfî mânâlar yükleyerek onların îtibârını yok etmeye çalışmaktır. Bununla hedeflenen, aslında gönüllerdeki İslâmî hassâsiyetlerin zayıflatılmasıdır.
Nasıl ki yakın tarihimizde, “sadeleştirme” adı altında, bin yıldır Türkçemize mâl olmuş kelimeler -Kur’ân kültüründen geldiği için- dışlanıp, yerine uydurma kelimeler ikāme edilmek istenmişse; bugün de İslâmî kelime ve mefhumların mânâları çarpıtılmak sûretiyle, aynı cinâyetin bir benzeri işlenmektedir.
Memleketimizde bir zamanlar “şerîat, tarîkat, tekke, mürşid, mürid, zikir, cihad” gibi dînin özünden neş’et etmiş kelimeler, menfî mânâlar yüklenerek zihinlerde mahkûm edilmişti. Bu sayede nice mâsum müslümanın mahkûmiyet veya mahrumiyetine zemin hazırlanmıştı.
Bugün de halkın dînî duygularını istismâr edenler yüzünden, “tasavvuf, tarîkat, cemaat, imam, hizmet, himmet, teslimiyet, itaat, sadâkat” gibi birçok müsbet mefhum, ciddî bir îtibar kaybıyla karşı karşıya bulunmaktadır. Hâlbuki bu mefhumlar değil, onların gönüllerdeki nezâhetini kirletenler suçludur.
Nasıl ki nâdide bir mücevhere sıçrayan çamur, onun kıymet ve sâfiyetini gideremezse, mâneviyâtı dünyevî emellerine âlet edenlerden dolayı, İslâmî tefekkürün yapı taşları mevkiinde bulunan kelime ve mefhumların îtibârına da halel getirilemez.
Bugün nice müsbet mefhum, sırf onları istismâr edenler yüzünden karalanmaktadır. Hâlbuki toplumumuzda o kelimelerin muhtevasına sadâkat gösteren, gayet düzgün istikâmet sahibi kesimlerin mevcut olduğu, bilinen bir gerçektir.
Velhâsıl bugün fitne-fesat ehli; müsbet mefhumlarımıza menfî etiketler yapıştırmaktadır. Dîni istismâr edenler yüzünden bütün müslümanları töhmet altında bırakmaya çalışmaktadır. Böylece his ve fikir dünyamız üzerinde sinsi bir oyun oynanmaktadır.
TASAVVUF
Meselâ gönül dünyamızda “tasavvuf” mefhumunun müstesnâ bir mevkii bulunmaktadır. Fakat günümüzde pek çok dînî mefhum gibi “tasavvuf” da ağır ithamlara mâruz kalmaktadır.
Tasavvufa yöneltilen îtirazların temelinde ise, umûmiyetle şu iki sebep dikkat çekmektedir:
Birincisi; tasavvufun hakîkatinden uzak ve bîhaber olmak.
İkincisi de; tasavvufun bâzı câhiller veya ehil olmayan kimseler tarafından yanlış tatbik edilişini öne sürerek, bunu bütün tasavvuf erbâbına mâl etmek.
Hâlbuki tasavvuf; art niyetli kimselerin istismâr ettiği veya göstermek istediği gibi bir yapı aslâ değildir.
Bilâkis tasavvuf, bizim mânevî kimliğimizi inşâ eden temel değerlerimizdendir. Anadolu toprağı, bin yıldır tasavvufî terbiye ile yoğrulmuştur. Onun için tasavvuf, milletimizin mayasında, fıtratında mevcuttur.
Gerçek tasavvuf; bir terbiye mektebidir. Kulu Allahʼtan uzaklaştıran bütün menfîliklerden sakınarak “takvâ”ya erme disiplinidir.
Tasavvuf; Hakk’a teslîmiyet pınarından kana kana içmenin ve “îmân”ı “ihsan” gibi yüce bir ufka taşımanın diğer adıdır.
Tasavvuf; nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir.
Tasavvuf; nefsi rûhâniyetin emrine âmâde kılmanın, tâlim, terbiye ve tezkiyesidir.
Tasavvuf; iç âlemini ikmâl gayretindeki bir müʼminin, diğergâm bir gönülle mahlûkâta yönelerek onların ihtiyaç ve eksikliğini şefkat ve merhametle telâfî etme mes’ûliyetidir.
Tasavvuf; insanların kuyusunu kazmak değil, kuyuya düşmüş olanları dahî kurtarmak için gönlünü bütün insanlığın huzur bulacağı bir rahmet dergâhı kılmaktır.
Tasavvuf; gerektiğinde âhiret için dünyevî arzulardan vazgeçmektir. Fakat ne pahasına olursa olsun, dünya için âhiretten aslâ vazgeçmemektir. Zira damlayı deryâ ile değişmek, en büyük hamâkattir.
Tasavvuf; bir makam-mevkî ve apolet arayışı değil, hiçlik ve yokluk kapısıdır. Dünyevî ihtirasları kalpten çıkarmadan girilemeyen bir gönül dergâhıdır. Fânîliğin idrâki içinde Hakk’a râm olmaktır. Allah rızâsını tahsil için; Allâh’ın kullarına, adâlet, hakkâniyet, dürüstlük, samimiyet, şefkat ve merhamet gibi hasletlerle muâmeleyi, hayat düstûru edinmektir.
Tasavvuf; insanın iç dünyasındaki duyguları terbiye ederek kulluk hayatında şerîati kemâle erdirme gayretidir. Kul, sadece satırlardan okumakla kemâle eremez. Hâlini ve gönül dünyasını menfîliklerden temizleyerek kemâl bulur. Onun için tasavvuf; arı-duru, saf bir şerîati yaşamaktır.
Tasavvuf; Allah Rasûlüʼnü aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun muhteşem karakter, şahsiyet ve ahlâkından nasîb alarak, dîni, özüne ve rûhuna uygun bir şekilde, vecd içinde yaşayabilme gayretidir.
Bu nevî düsturlarla tezat teşkil eden, özünü ve ölçüsünü Kur’ân ve Sünnet’ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izâfe edilirse edilsin- bâtıldır.
Yine tasavvuf; hangi makam ve mevkîde olursak olalım, bir “abd-i âciz” yani “âciz bir kul” olduğumuzun idrâki içinde bulunmaktır. Kendi mevkiimizi dâimâ “kapı eşiği”nde görebilmektir. Gurur, kibir, enâniyet ve benlik dâvâsını gönülden çıkarıp, hiçliğe bürünmek ve Hak’ta fânî olma yoludur. Hiçbir nîmet ve muvaffakıyeti nefsine mâl etmeyip bütün bunlara;“Sen’in lûtfun yâ Rabbi!” diyebilmektir.
Tasavvuf; “beyne’l-havfi ve’r-recâ”, yani Cenâb-ı Hakk’ın gazabına dûçâr olma korkusu ve ilâhî rahmete nâiliyet ümidi arasında bir kalbî kıvamla kullukta bulunmaktır.
Tasavvuf; benlik iddiâsıyla bir “arz-ı endâm” yani “gösteriş” içinde bulunmak değildir. Bilâkis son nefes ve âhiret endişesi içinde Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve inâyetine ilticâ ederek bir “arz-ı hâl” hissiyâtıyla yaşamaktır. Dâimâ tevâzu, mahviyet ve hiçlik üzere olmaktır.
Hâl böyleyken -maalesef günümüzde- tasavvuf ve onun terbiye mektepleri olan “tarîkat”lerin; dünyevî emelleri için ilâhî emir ve nehiyleri dahî hiçe sayan fırkalarla aynı kefeye konulması, apaçık bir art niyetin göstergesidir.
Tarih boyunca gerçek mutasavvıflar, dâimâ toplumu aydınlatan birer irşad meş’alesi olmuşlardır. Abdülkâdir Geylânî, Bahâüddîn Nakşibend, Mevlânâ, Yûnus Emre, Hüdâyî ve emsali Hak dostları, bulundukları toplumlar için bir rahmet dergâhı olmuşlardır. Dîn, îman, vatan, millet ve ümmetin zararına olan hiçbir menfî oluşuma tâviz vermedikleri gibi, böyle şer odaklarına karşı en büyük mücâdeleleri de onlar vermişlerdir. İmâm-ı Rabbânî, Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri bunun en meşhur misallerindendir.
CEMAAT
Yine zihin ve gönül dünyamızda “cemaat” kelimesi de, Allah rızâsı için bir araya gelen güzîde bir topluluğu ifade etmektedir. Müslüman aslâ ferdiyetçi, hodgâm ve bencil olamaz. Mü’min, mutlakâ İslâm cemaatinin bir mensubu, müdâvimi ve mütemmimi olmak zorundadır.
Cemaatle kılınan namaza, tek başına kılınandan yirmi yedi kat fazla ecir vaad edilmektedir. Cuma ve bayram namazları ferdî olarak kılınamaz, ancak cemaatle edâ edilebilir. Yine hac, mü’minlerin ictimâî bir kongresi durumundadır.
Hadîs-i şerîfte de:
“Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmaktadır. (Münâvî, III, 470)
Bütün bunlar, müslümana dâimâ bir “cemaat şuuru” telkin etmektedir.
Diğer taraftan bir mü’minin, kendisi dışındakilerden de mes’ûl olması ve bu mes’ûliyet duygusuyla vakıfların ve hayır müesseselerinin kurulması, cemaat şuurunun toplumdaki bir yansımasıdır. Bu yönüyle de cemaatler, toplum için birer rahmet vesîlesidirler.
Fakat bunun aksine, fesat çıkarmak maksadıyla bir araya gelenler, kendilerine İslâmî bir cemaat görüntüsü veriyorsa, tabiî ki bu merduttur ve Allâh’ın gazabını celbedecek bir hâdisedir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ
“…İyilik ve takvâda yardımlaşın, günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın!..” (el-Mâide, 2)
Demek ki iyilik ve takvâda bir araya gelip yardımlaşmak, hayrı çoğaltan bir cemaat olabilmek makbuldür. Fakat kötülük ve düşmanlıkta birleşip şerri çoğaltan bir örgüt/fırka olmaksa merduttur.
Dolayısıyla gönül dünyamızda son derece mühim bir yeri bulunan “cemaat” mefhumunu, sırf onu istismâr edenler var diye gözden düşürmek ve bütün cemaatleri aynı kefeye koymak, onun aslî hakîkatine karşı işlenmiş mânevî bir cinâyettir.
Tarih boyunca dînî bir görüntü altında, dînin kabul etmeyeceği maksatla hareket eden muhtelif fırkalar/örgütler ortaya çıkmıştır. Günümüzde de böyle yapılar üzerinden, bütün cemaat ve tarîkatleri “tehlikeli” ilân etmek, bu milleti ayakta tutan mânevî temellere dinamit koymaktan farksızdır.
Halkın inancını istismâr edenleri bahâne ederek, bu milletin bin yıldır ana damarını teşkil eden “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” kimliğine karşı yapılmak istenen sinsi operasyonlara fırsat vermemek îcâb eder. Îman firâsetiyle hareket edip İslâm düşmanlarının bu plânını da boşa çıkarmak gerekir.
Cemaat ve tarîkatleri, hatasını tenkit edip ıslah etmek yerine, bütünüyle redde kalkışmak; bu milletin mânevî can damarlarından birini koparmaya yeltenmektir. Bu gâfilâne veya art niyetli hareket; millet ve medeniyetimizin asırlardır bindiği dalı kesmekten farksızdır. Bu da ancak necip milletimizin düşmanlarını sevindirecek bir durumdur.
Velhâsıl, bir şeyin kötü örneklerini bahâne ederek -iyilerini ayrı tutma hassâsiyeti gözetmeden- tamamını reddetmek, o yanlışı yapanların cürmüne ortak olmaktır.
Bu noktada yapılması gereken, sapla samanı ayırt etmektir. Doğru ile yanlışı birbirine karıştırmamaktır. Meselâ bazı doktorlar, mesleklerini sûistimâl ediyor diye tıp ilmi reddedilemez. Bazı hukukçular, mesleklerini istismâr ediyor diye hukuktan vazgeçilemez. Yine asker içinde yuvalanmış teröristler var diye bütün bir ordu ithâm edilemez.
İslâm tarihinden bir misâl vermek gerekirse, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, ihlâs ve takvâ ile kurulan Kuba Mescidi’nde namaz kılması, buna mukâbil, münâfıkların nifak ve fitne temelleri üzerine kurduğu Mescid-i Dırar’ı yıkması emredilmiştir.[1]
Dıştan bakınca bunların her ikisi de mesciddir. Ancak meselenin iç yüzüne bakınca, bunlar arasında doğu ile batı, Cennet ile Cehennem kadar fark vardır. Zira Kuba Mescidi, mü’min gönülleri ilâhî huzurda birleştiren bir mübârek mescid iken, Dırar Mescidi ise münâfıkların İslâm ümmeti arasına nifak sokmak maksadıyla yaptıkları bir şer yuvasıdır.
Günümüzün manzarasını hulâsa eden bu misalden hareketle, hâdiselere îman perspektifinden bakabilen bir mü’minin vazifesi; mescitlere, cemaatlere, tarikatlere karşı çıkmak değil, bilâkis bunları kendisine maske edinen fesat yuvalarını firâsetle ayıklayıp onlarla mücâdele etmektir. Aslı koruyup sahtesini bertaraf etmektir. Mânevî değerleri art niyetli kimselere yem etmemektir. Aksi takdirde “pireye kızıp yorganı yakmak” tâbir edilen isabetsiz kararlarla “zararı bir iken bin yapmak” gibi hazin neticelere dûçâr olunur.
İMAM
Yine aslî mânâsıyla “imam” kelimesi de; başta peygamberlerin, sonra da onların izinden giderek toplumlara; hâliyle, kāliyle, davranışlarıyla dâimâ hakkı, hayrı ve hidâyet yolunu gösteren, onlara istikâmet veren önderlerin vasfını ifade eder.
Bu meyanda mü’minlerin en büyük imâmı, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Zira O, bütün insanlık için, emsalsiz bir örnek şahsiyettir. Kendisine “İmâmü’l-Harameyn, İmâmü’l-Enbiyâ” denir.
Cenâb-ı Hak da:
وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا
“…Bizi takvâ sahiplerine imam/önder kıl.” (el-Furkân, 74) âyet-i kerîmesiyle, bizlere hem takvâ ehli olmamızı, hem de takvâda imam olacak/öncülük edecek bir İslâm şahsiyeti sergilememizi telkin buyurmaktadır.
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri de, vakfettiği camisinde imamlık yapacak kimselerin, اَصْلَحْ (çok sâlih) ve اَرْشَدْ (toplumu irşâd edici) olmasını vasiyet etmiştir.
Günümüzde “imam” kelimesinin de istismâr edilmiş olması, onun aslî mânâsına gölge düşürmemelidir.
CİHAD
Günümüzde en çok tahrif edilen mefhumlardan biri olan “cihâd”, Allâh’ın verdiği her türlü imkânı O’nun rızâsı yolunda sarf ederek İslâm’ı gönüllerde yüceltmenin adıdır. Meselâ tebliğ hizmeti, “büyük bir cihâd”dır. Nitekim Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Kâfirlere aslâ boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı bütün gücünle büyük bir cihâd et!” (el-Furkân, 52)
Âyet-i kerîmedeki bu “büyük cihâd” emrinin, henüz mü’minlerin müşriklerle mücâdele edecek maddî güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde gelmiş olması, cihâdın en mühim mânâlarından birini ortaya koymaktadır. O da; Kur’ân-ı Kerîm’in yaşanarak tebliğ edilmesidir.
Demek ki cihad mefhumunu sadece silâhlı mücadeleye hasretmek, bu mefhumun mânâsını çarpıtmaktır.
İslâm’da cihaddan gaye; toprağı kanla sulamak değil, gönüllerin fethidir. Dînin yaşanacağı bir vatanın müdâfaası, namusun korunması, mukaddesâtın muhafazası için gerektiğinde candan fedakârlıkta bulunmak da cihaddır. Lâkin bunu Allah yolunda her türlü imkânla hizmet etmek demek olan “cihâd”ın yegâne karşılığı gibi takdim etmek, bu mefhumun muhtevâsını daraltmaktır. Bu ise, İslâm’ı bir “savaş dîni” gibi göstererek insanlığı ondan uzaklaştırmak isteyenlerin arzusudur. Nitekim zamanımızın en büyük fitnelerinden biri olan “İslâmofobi” de böyle bir zihnî tahribâtın eseridir.
HİZMET
Yine aslî mânâsıyla “hizmet” kelimesi, Allah rızâsı için yapılan her türlü müsbet faaliyeti ifade eder. Zira îmânın ilk meyvesi merhamet, onun ilk tezâhürü de Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkatle “hizmet”tir. Elimizdeki her türlü nîmeti muhtaçlarla paylaşarak onların mahrûmiyetlerini telâfîye çalışmaktır.
İslâmî bir hizmet görüntüsü altında, nefsin, şeytanın ve bâtılın hizmetkârı olmak ise, aslâ “hizmet” olarak adlandırılamaz. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:
“De ki: Size, amelleri bakımından en çok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sandıkları hâlde, dünya hayatında çabaları boşa giden kimselerdir.“ (el-Kehf, 103-104)
Dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ın râzı olmadığı bir yolda verilen emeklere “hizmet” denilemez. Gerçek hizmet, hak bir yolda ve Allah rızâsı için yapılan her türlü faaliyettir.
HİMMET
Yine aslî mânâsıyla “himmet” kelimesi de, “mânevî yardım” demektir.
Himmet taleb etmek; mânen üst derecede olduğuna inanılan sâlih zâtlardan, müşküllerin hâlli veya herhangi bir murâdın hâsıl olması için vesîle olmalarını istemektir. Bu ise, onların daha müstecâb, yani kabûle karîn olan duâlarıyla gerçekleşir.
Fakat şunu unutmamak gerekir ki her hususta “tevfik Allah’tandır”. Bütün nîmet ve muvaffakıyetleri ihsân eden; Allah Teâlâʼdır. Sâlih zâtların himmetleri/duâları ise, sadece bir vesîleden ibarettir. Onların duâları da Cenâb-ı Hakk’ın kabûlüne muhtaçtır. Allah Teâlâ dilerse kabul eder, dilerse etmez. Fâil-i Mutlak, yalnız Cenâb-ı Hak’tır.
Sâlih zâtların duâlarından istifâdeyle mânevî yardımlarını ifade eden “himmet” mefhumu da, günümüzde -maalesef- “maddî yardım” mânâsına hasredilmiştir. Üstelik bu maddî yardımın, âdeta bir “haraç” gibi zoraki alınması ise, “himmet” mefhumunun gönüllerdeki müsbet mânâsını ciddî derecede kirletmiş bulunmaktadır. İnsanları böyle haksız fedakârlıklara mecbur etmek ne kadar yanlışsa, bunu bir de “himmet” adı altında yapmak, daha ağır bir cürümdür. Zira haksızlıklara dînî bir kisve giydirmek, gönüllerin dîne-îmana olan muhabbet ve bağlılığının zayıflamasına sebep olur.
İTAAT, TESLİMİYET, SADÂKAT
Şunu aslâ unutmamak gerekir ki hiçbir meşrû gayeye, gayr-i meşrû bir yoldan gidilemez. Bu yüzden, ulvî bir gayeye hizmet etme iddiâsıyla Allâh’ın yasaklarını mübah sayanlara aslâ itaat ve teslîmiyet gösterilemez. Zira bu bir itaat değil, isyandır. Halkın hercümerç olmasına, toplumun fitne-fesâda düşmesine sebeptir.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuşlardır:
“Müslüman bir kimsenin hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta (idarecisini) dinleyip itaat etmesi gerekir; ancak kendisine, Allâh’a isyânı gerektiren bir şey emredilmesi hâriç. Eğer kendisine, Allâh’a isyanı gerektiren bir emir verilirse, bunu dinleme ve buna itaat etme yoktur.” (Müslim, İmâre, 38)
Bunun için mü’min, her hususta Kur’ân ve Sünnet’i yegâne hakîkat ölçüsü bilmelidir. Tâbî olduğu kimselerden gelen emir, tâlimat ve telkinleri de bu hakîkat ışığında değerlendirmelidir. Ne olursa olsun dâimâ hakka uymalı, bâtıldan ictinâb etmelidir. Bilmelidir ki bâtıla itaat, hakka isyandır. Kur’ân ve Sünnet’e muhâlif bir emre itaat; -o emri veren kim olursa olsun- İslâm’a muhâlif bir davranıştır. Esas olan kişiler değil, İslâm’ın hudutlarıdır.
Bunun içindir ki peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- dahî, halîfe seçildiğinde verdiği hutbede şöyle buyurmuştur:
“Ey insanlar! En sâlihiniz olmadığım hâlde sizin başınıza halîfe seçilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz! Yanlış hareket edersem beni îkâz ediniz!..
Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim müddetçe bana itaat ediniz! Şayet Allâh’a ve Rasûlü’nün emirlerine riâyette kusur gösterirsem bana itaat etmeniz söz konusu olamaz…”[2]
Aynı hassâsiyetin bir benzerini de Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ta görmekteyiz. Huzeyfe -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Bir gün Hazret-i Ömer’in yanına gitmiştim. Evindeki bir kütüğün üzerine oturmuş sıkıntılı bir şekilde kendi kendine söyleniyordu. Yaklaştım ve:
“–Sizi üzen şey nedir ey Mü’minlerin Emîri?” dedim.
İdâreci iken yanlış bir iş yapmaktan korktuğunu ifade etti.
“–Bu mu sizi üzen şey, vallâhi yanlış bir iş yaptığınızda biz sizi düzeltiriz.” dedim.
“–Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için, benden yanlış bir hareket zuhûr ettiğinde hakîkaten beni düzeltir misiniz?” diye sordu.
“–Kendisinden başka ilâh olmayan Allah hakkı için, sizden yanlış bir hareket gördüğümüzde mutlakâ düzeltiriz.” cevâbını verdim. Buna çok sevindi ve:
“–Allâh’a hamd olsun ki sizin içinizde, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından, yanlışımı gördüğünde beni düzeltecek kimseler vâr etti.” dedi. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 154)
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- aynı hassâsiyetle şöyle demiştir:
“En çok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber veren kimsedir.”
Demek ki, peygamberler dışında hiç kimse, hangi makam ve mevkide olursa olsun, hatadan-kusurdan berî değildir. Dolayısıyla Allâh’ın emrine uymayan bir hususta hiç kimseye itaat ve teslîmiyet yoktur.
Yüce Rabbimiz; vatanımız, milletimiz ve ümmet-i Muhammed üzerinde tuzak kurmak isteyenlere fırsat vermesin. Maddî-mânevî değerlerimize sahip çıkma hususunda bizlere ve nesillerimize yüksek bir şuur, idrâk, firâset ve basîret ihsân eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. et-Tevbe, 107-108.
[2] İbn-i Sa‘d, III, 182-183; Süyûtî, Târîhu’l-Hulefâ, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, II, 1181.