Şebnem Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Şubat Sayı: 168
İnsanın ebedî saâdete nâiliyeti için ilim zarurîdir. Lâkin bu ilim, kulu takvâya yönlendirerek mârifetullâh’a götüren ilimdir. Zira âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Kulları içinde ancak âlimler Allah’tan (gereğince) korkar…” (Fâtır, 28)
Bu ilâhî beyandan da anlaşılacağı üzere, kalpte Allâh’a karşı haşyet ve takvâ hisleri uyandırmayan, Cenâb-ı Hakk’ın yüce kudreti karşısında, kişinin kendi “hiçlik”, “yokluk” ve “acziyet”ini idrâk ettirmeyen bir ilim, Hak katında yüksek fazîletinden bahsedilen ilim değildir.
İlim, insanı kâinatta var olan her şeyi, Cenâb-ı Hakk’ın adıyla okuyabilmeye yönlendirmelidir. İslâm’ın insanı ulaştırmaya çalıştığı vasıf olan “Rahmet İnsanı” hassâsiyeti kazandırmalıdır. Elinden ve dilinden bütün mahlûkâtın fayda gördüğü bir gönül insanı olmaya sevk etmelidir.
Dolayısıyla günümüz insanının anladığı şekilde, sadece bilgileri zihne depolamak, ilim tahsili değildir. Mevlânâ Hazretleri ilmin, bilgi hamallığından ibâret olmadığını ve böyle bir ilmin insanı ebedî kurtuluşa ulaştıramayacağını, şu ifadeleriyle ne güzel anlatmaktadır:
“Sırf zâhir âlimi olanlar, sahalarına göre geometri, astronomi, hekimlik ve felsefenin inceliklerini bilirler. Bilirler ama, bunlar hep göz açıp kapayıncaya kadar gelip geçen şu fânî dünyaya âit bilgilerdir. Bunlar, insana yedinci kat göğün üstüne, yani mîrâca çıkacak yolu gösteremezler.”
“Allah yolunu ve o yolun varılacak menzillerinin bilgisini, nefislerine mahkûm gâfiller bilmezler! Allah yolunun bilgilerini ancak, gönül ehli olan ârifler, akılları ile değil, gönülleri ile bilirler!”
Demek ki ilim, onu kullananların kalbî durumuna göre faydalı veya zararlı olabilen, iki uçlu bir bıçak gibidir. Hayra kullanılabileceği gibi, şerre de âlet edilebilir.
Meselâ Kur’ân-ı Kerîm’de ibretli kıssaları nakledilen Kârun, Bel‘am bin Bâûrâ ve emsâli bedbahtların hak yoldan sapmaları, ilimden mahrum olmaları sebebiyle olmamıştır. Zira onlar da ilim sahibi kimselerdi. Lâkin bildikleri ilim husûsunda “takvâ” sahibi değillerdi.
Unutulmamalıdır ki, kişiyi Hak katında makbul kılan, dînî tahsil neticesinde aldığı diploma değil, kalbindeki takvâsıdır. Gönülde takvâ hassâsiyeti yoksa, ilim, sahibine hiçbir fayda temin etmez. Çünkü hâl ve davranışlarında takvâ tezâhürleri bulunmayan bir âlimin ilmi, özü itibârıyla İblis’in ilminden farksızdır. Çünkü İblis de yüksek bir ilim sahibiydi. Fakat takvâdan uzak olan bu ilmiyle, Allah katındaki mevkiini muhafaza edemedi. Aksine bu ilim, onu gurur ve kibre sevk etti. Enâniyetini palazlandırdı. Böylece dalâlete düşerek Allâh’ın lânetine dûçâr olmasına sebep oldu. Yani İblis, ilmini ifsâda ve idlâle sermaye kıldı.
Genç sahâbîlerden Muâz -radıyallâhu anh- şöyle nakleder:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tavâf ederken O’na yaklaştım ve;
«–İnsanların hangisi en şerlidir?» diye sordum.
Efendimiz bu suâle cevaben;
“–Allâh’ım (bizi) affet! (Ey Muâz) sen şerden değil, hayırdan sor!” buyurduktan sonra sözlerine şöyle devam ettiler:
“İnsanların en şerlileri en şerli âlimler, en hayırlıları da en hayırlı âlimlerdir.” (Dârimî, Mukaddime, 34; Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyin, I, 258)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, diğer bir hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“(Zâhir ve bâtınını ikmâl etmiş, ilmini irfan hâline getirmiş) âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1)
İlim sahibine yakışan, ilmini amelle ortaya koymak, ihlâs ve takvâ şuuru içerisinde onu hayatına tatbik etmektir. Zira bir kimsede ilim var, fakat amel yoksa; ya da ilim ve amel var, lâkin ihlâs ve takvâ yoksa; her iki durumda da âkıbet hüsrandır.
Sahâbe-i kirâmdan Yezid bin Seleme el-Cûfî -radıyallâhu anh- bir gün Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna çıkarak şöyle sorar:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben Siz’den pek çok hadis işittim. Fakat sonradan işittiklerimin, önceden işittiklerimi unutturacağından korkuyorum. Bana (hepsinin yerini tutacak kadar geniş) muhtevâlı bir söz söyleyiniz!”
Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şu mukâbelede bulunurlar:
“–Bildiklerin hususunda Allâh’a karşı müttakî ol! (Bu sana yeter.)” (Tirmizî, İlim, 19/2683)
Çünkü takvâdan mahrum bir gönlün, irfandan nasibi olamaz. Zira Mevlânâ Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
“Çok âlim vardır ki irfandan nasîbi yoktur. İlmi ezberleyip yutmuştur da, Allâh’ın sevdiği bir dostu olamamıştır!”
Yani ilim, onları Allâh’a yaklaştıracağı yerde, uzaklıklarını artıran bir gaflet perdesine dönüşmüştür.
Bir insanın her şeyi bilmesi elbette mümkün değildir. Fakat bildikleri husûsunda takvâ sahibi olmak; kulun bilmediği hususlarda da ilâhî lûtfa mazhar olarak gönlünün hakka ve hayra meyletmesine, yahut bilmediklerini de öğrenmesine vesîle olur. Nitekim âyet-i kerîmede;
“…Allah’tan ittikā edin (takvâ sahibi olun), Allah size (ihtiyacınız olan şeyleri) öğretir…” (el-Bakara, 282) buyrulmaktadır.
Müfessir Kurtubî, bu âyet-i kerîmenin tefsîrinde şöyle der:
“Bu âyette Allah’tan ittikā edenlere, bizzat Allâh’ın ilim öğreteceği vaadi vardır. Yani takvâ sahibi olan kulun kalbine Cenâb-ı Hak, kendisiyle hakîkatleri idrâk edeceği ve hak ile bâtılı birbirinden ayırabileceği bir nûr ihsân eder.” (Kurtubî, III, 406)
Yani öğrendiklerinin muktezâsınca takvâ üzere yaşamaya gayret eden kulların kalplerine, Cenâb-ı Hak, hikmet ve hakîkatlerden ilham esintileri lûtfeder. Civarlarında bulunan mü’min gönüller de, bu esintilerden hissedâr olurlar.
Nitekim Mevlânâ Hazretleri, Selçuklu Medresesi’nde zâhirî ilimlerin zirvesinde bir “dersiâm” iken, mâneviyat semâsına kanat açmasına vesîle olan, belki de onun kadar zâhirî bir ilme sahip olmayan Şems-i Tebrîzî Hazretleri olmuştur. Onun takvâ ile yoğrulmuş olan gönlü, Hazret-i Mevlânâ’nın gönül kandilini uyandırmıştır. Hazret-i Pîr, ancak bu merhaleden sonra «Piştim» ve «Yandım!» diye hulâsa ettiği büyük bir mânevî kemâlâta nâil olmuştur. Asırlardır gönülleri irşâd eden Mesnevî-i Şerîf ve diğer eserleri de ancak bu gönül yangını sonrasında ortaya çıkmıştır.
İlimden irfâna bu derûnî yolculuğun güzîde bir misâli de, Mahmud Sâmi Ramazanoğlu Hazretleri’dir. Kendisi yüksek tahsilini tamamlayıp memleketi Adana’ya dönmek arzusunda iken, Beyazıt Meydanı’nda bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu Allah dostu ona:
“–Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsâade eder misiniz?” deyip onu Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda sohbet ederken de, Sâmi Efendi’ye şöyle der:
“–Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine götürecek esas tahsili tavsiye edeyim. Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi, kimseyi İNCİTMEMEK’tir; son dersi de aslâ İNCİNMEMEK…”
Yani Hâlık’ın şefkat nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanarak -ne hâl olursa olsun- hiç kimseye kırılmamak! Affedebilme olgunluğunun zirvesine erebilmek…
İşte Sâmi Efendi Hazretleri, bu mânevî tahsil bereketiyle memleketimizin müstesnâ gönül mimarlarından olmuştur.
Rahmetli pederim Mûsâ Efendi; ben daha çocuk yaşlarımda olmama rağmen, zaman zaman beni de yanlarına alarak Sâmi Efendi Hazretleri’nin sohbetlerine götürürdü. Çocukluğum dolayısıyla o gün o sohbeti anlayamasam da oradaki mânevî havanın, o feyz ve rûhâniyetin tesiri altında kalırdım.
Bu sohbetlere her kesimden insan katılırdı. Devrin ulemâsı, son Osmanlı bakıyyeleri de iştirâk ederlerdi. Bekir Hâki Efendi, Ömer Nasûhi Efendi, Fuad (Çamdibi) Efendi gibi zâtlar bulunurlardı.
Ben de o zamanlar hayret ederdim: Bu zâtlar, bildikleri mevzuları tekrar dinlemek için mi gelmişler diye… Zaman içinde farkına vardım ki, bu sohbetler bir hâl alma meclisleri imiş.
Sâmi Efendi Hazretleri, sohbetlerinde de asıl ilmin, Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini kalpte hissetmek olduğunu ifade ederler ve bu ilme sahip olmanın şerefini her vesîleyle hatırlatırlardı.
Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken;
“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diyerek yeğenlerini takdim ettiler.
Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara;
“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, mârifetullâh’ın tahsilidir!” buyurdu.[1]
İlim tahsili denilince sadece dünyevî bilgilerin ve kazanılan fânî diplomaların akla geldiği günümüzde, Sâmi Efendi Hazretleri’nin bu îkâzı ne kadar da mühimdir!..
Rabbimiz cümlemizin gönüllerini, mâneviyâtımıza seviye kazandıracak, vicdan ve ahlâkımızı kemâle erdirecek gerçek ilimle ihyâ eylesin.
Âmîn!..
Dipnot:
[1] Mustafa Eriş, Mahmud Sâmi Efendi’den Hâtıralar, I, 20-21.