Kur’ân-ı Kerîm’e Muhabbet ve Hizmet

2005 – Haziran, Sayı: 232, Sayfa: 033

Kur’ân-ı Kerîm mü’minler için büyük bir hürmet ve muhabbet merkezidir. Çünkü o, bizim için bizâtihî Rabbimizin kelâmı ve aynı zamanda “hidâyet rehberi” olması dolayısıyla Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatır. Bu sebeple de Kur’ân, “Rabbini tanıyan ve O’na muhabbetle yönelen” her gönülde engin bir muhabbet mevzuudur. Çünkü Muhammed ümmeti için en büyük ilâhî lutuflardan biri de Kur’ân-ı Kerîm’le şereflenmek olmuştur. Cenâb-ı Hak bu hakîkati şöyle ifâde buyurur:

“And olsun, size öyle bir kitab indirdik ki, bütün şan ve şerefiniz ondadır. Hâlâ akıllanmayacak mısınız?” (el-Enbiyâ, 10)

Hakîkaten Hazret-i Âdem’le başlayan ve Âhir Zaman Nebîsi -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz’de kemâle eren İslâm’ın, Kur’ân-ı Kerîm’le vâsıl olduğu ufuk, insanoğlu için şeref ve fazîletin son merhalesini teşkîl eder. Böylece, o muazzam ilâhî kitapla -lâyıkı vechile-yoğrulan gönüllerin ulaşabilecekleri mânâ ufku, akıl ve havsala ötesi enginlikleri içine alır. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm’in nûrânî ışıklarına muhâtab olunmaksızın, Yaratıcının zât ve sıfat hakîkatlerini kavramak ve insanın nereden gelip nereye gittiği sırrına âşinâ olabilmek mümkün değildir.

Bu sebeple Kur’ân-ı Kerîm, her bakımdan gözümüzün nûru, kalbimizin sürûru ve hidâyetimizin en feyizli kaynağıdır. O kurtuluş rehberi ve mânâ güneşi olan Kitabullâh ki, câhiliye karanlıklarına gömülmüş birer korkunç kan gölü hâlindeki bedevîlik çöllerini, nûrlu medeniyet bahçelerine dönüştürmüş; düşmanlıklar, kavgalar ve cinâyetlerle dolu zulüm bataklıklarını da, din kardeşliğinin huzûr ve muhabbet iklîmine çevirmiştir. İslâm’dan önce birbirini yiyen kabîlelerin hayâtı, tatlı bir sükûna kavuşmuştur. O öyle bir hidâyet yıldızıdır ki, kendisine tâbi olan toplulukları bütün zaman ve mekânlarda huzûr ve saâdetin zirvesine yükseltir. İnsanlığın elinde, dünyâ hayâtını cennete çeviren bu derece müessir bir vâsıta, şimdiye kadar mevcûd olmadığı gibi bundan sonra da mevcûd olmayacaktır…

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- Efendimiz şöyle buyurmuştur:

“Kur’ân bir zenginliktir ki ondan sonra fakirlik olmaz ve ondan başka zenginlik de yoktur.” (Heysemî, Mecmau’z-zevâid, VII, 158)

Yine bir hadîs-i kudsîde Azîz ve celîl olan Allâh Teâlâ:

“Kur’ân-ı Kerîm okumak ve Ben’im zikrim, her kimi, Ben’den bir şey istemekten meşgul eder, geri bırakırsa, Ben ona, isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm.” buyurmaktadır. (Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 25)

Kur’ân-ı Kerîm’e Muhabbet ve Tâzim

Bizler için örnek şahsiyetler olan ashâb-ı kirâmın ve evliyâullâhın Kur’ân-ı Kerîm’e karşı hissettikleri büyük mes’ûliyet duygusu, onu ne derecede hayatlarının mihveri hâline getirdikleriyle sâbittir. Her bakımdan onların Kur’ân-ı Kerîm’e olan tâzim ve hürmeti, bizler için en güzel nümûneler sergisidir. Onlar bir ömür Kur’ân-ı Kerîm’i baş tâcı etmiş, âdeta canlı bir Kur’ân hâlinde yaşamışlardır. Bu da hiç şüphesiz Hazret-i Peygamber’in ahlâkı ile hâllenmelerinin bir netîcesidir. Şöyle ki:

Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman -radıyallâhu anhumâ-, her sabah kalktıklarında Mushaf-ı Şerîf’i öpmeyi âdet hâline getirmişlerdi. Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh- da her sabah Mushaf’ı eline alır, öper ve duygulu bir şekilde: “Rabbimin ahdi, Rabbimin açık fermânı!” diyerek muhabbetini ızhâr ederdi. (Kettânî, Terâtib, II, 196-197) İkrime -radıyallâhu anh- Mushaf-ı Şerîf’i alır, yüzüne gözüne sürerek ağlar ve “Rabbimin kelâmı! Rabbimin kitâbı!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a olan tâzîm ve muhabbetini ifâde ederdi. (Hâkim, el-Müstedrek, III, 272)

Onların zamanında mürekkeple yazılan yazılar silinmek istendiğinde, su ile yıkanırdı. Enes -radıyallâhu anh-, Hulefâ-i Râşidîn zamanındaki talebelerin, kendisiyle Kur’ân âyetlerinin yıkandığı suları rasgele sağa sola atmadıklarını, bilâkis husûsî bir kapta biriktirerek kabir kenarlarında veya ayak basılmayan yerlerde açılan temiz kuyulara döktüklerini bildirmektedir. Aynı zamanda bu suları şifâ niyetiyle kullandıkları da olmuştur. (Kettânî, II, 200)

Hak dostlarının bu tâzîmine mukâbil, Kur’ân’ın fazîlet ve rûhâniyetine en fazla muhtaç olduğumuz günümüzde, maalesef bazı nâdan kimselerin abdestsiz olarak Kur’ân okuma ve okutma husûsunda fetvâ vermeye kalkışmaları ne büyük hüsrândır. Hâlbuki

âyet-i kerîmede açık ve kesin olarak şöyle buyrulmaktadır:

“Ona tam bir sûrette temizlenmiş (yâni tertemiz) olanlardan başkası dokunamaz.” (el-Vâkıa, 79)

Bu âyette küçük abdest, büyük abdest ve kadınların muayyen hâlleri1 mevzubahistir. Dört hak mezheb de, Mushaf’a abdestsiz el sürmenin haram olduğu görüşünde ittifak etmişlerdir.2 (el-Mevsûatü’l-Fıkhıyye, XVIII, 322) Hazret-i Peygamber’den îtibâren 1400 küsur senedir bu böyle tatbik edilmiştir. Hadîs-i şerîflerde buyrulur:

“Ne hayızlı kadın, ne de cünüp kimse Kur’ân’dan hiçbir şey okuyamaz.” (Tirmîzî, Tahâret, 98/131)

“Kur’ân’a temiz olan dışında hiçbir kimse dokunmasın!” (Hâkim, I, 553/1447)

Yine Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Amr bin Hazm’ı Yemen’e gönderirken ona farzları, sünnetleri ve hukûkî durumları açıklayan bir beyannâme yazmıştı. O yazıda Hazret-i Amr’ın insanlara Kur’ân’ı öğreteceği, bilgi ve hikmetlerini tebliğ edeceği söylendikten sonra, insanları, temiz olmadıkları takdirde Kur’ân’a dokunmaktan nehyedeceği bildirilmektedir. (Kettânî, I, 216)

Bir müsteşriğe âit olan şu cümleler de, müslümanların târih boyunca Kur’ân’a ne derece hürmet ve titizlik gösterdiklerine şâhidlik etmektedir:

“Kur’ân’ın lisânı son derece sâde ve güzeldir. Dünyâda hiçbir kitap Kur’ân’ın gördüğü hürmeti görmemiş ve görmemektedir. Hattâ müslümanlar, tamamıyla temiz olmayınca kitaplarına dokunmamaktadırlar.” (Eşref Edib, Kur’ân’ın Azamet ve İhtişamı, s. 58)

Kur’ân-ı Kerîm, en mühim “Şeâir-i İslâm”, yani İslâm’ın nişânelerinin başında gelir. Âyet-i kerîmede ise:

“…Kim Allâh’ın şeâirine tâzim ederse, şüphe yok ki bu kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32) buyrulmaktadır.

Ashâb-ı kirâm, tâzim ve hürmetleri yanında

Kur’ân-ı Kerîm’i çokça okur; onu okumadıkları ve sayfalarına bakmadıkları bir günün geçmesini istemezlerdi. Günlerine Kur’ân’la başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. Hatta Hazret-i Osman, çok okuduğu için iki Mushaf eskitmişti. (Kettânî, II, 197) Cenâb-ı Hak, tıbbî şifâların yanında Kur’ân ile de dilediğinde nice gözlere şifa bahşetmiştir. Nitekim gözleri rahatsız olduğu hâlde hâfızlığa çalışan genç bir delikanlının hâlisane gayret ve niyetinin eseri olarak hâfızlık sonrası tamamen iyileştiğine şâhid olduk.

Kur’ân muhabbetinin târihteki en zirve misâllerinden biri de Osmanlı Devleti’nin velî kurucusu Osman Gâzi Hazretleri’nin sergilediği mâlum hâdisedir. O büyük insan, devrinin Hak dostlarından Şeyh Edebali Hazretleri’nin hâne-i saâdetlerinde misâfir edildiği bir gece, odasının duvarında Kur’ân-ı Kerîm bulunduğundan, ona hürmetsizlik olacağı endişesiyle yatıp uyumaktan ictinâb etmiştir. Devletinin dünya hâkimiyetine nâil olacağı şeklinde tabir edilen meşhur rüyâsını da bu büyük tâzim gecesinin nihâyetinde, oturduğu yerde uyuklarken gördüğü nakledilir. Umûmî kanaate göre o mübârek insanın temellerini attığı büyük devlet, Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiği bu hürmet ve muhabbetin bereketi ile uzun bir ömür sürmüş ve ilâhî teyîde mazhar olmuştur.

Orhan Gâzî’nin, oğlu Murad Hân’a olan şu nasihatleri de bu tâzîmin diğer bir ifadesidir:

“Oğul! Kur’ân-ı Kerîm’in hükmünden ayrılma! Adâletle hükmet! Gâzîleri gözet! Fakirleri doyur! Dîne hizmet edenlere, bizzat hizmet etmeyi şeref bil! Zâlimleri cezâlandırmakta gecikme! En kötü adâlet, geç tecellî edendir. Sonunda hüküm isâbetli dahî olsa, geciken adâlet de bir nevî zulümdür.”

Bu kıymetli ifâdelerde de açıkça görüldüğü üzere, öğüt ve nasîhatlerin özü, “Kur’ân’a hürmet ve emirlerine itaat”in emredilmesidir. Dolayısıyla her anne-babanın, evlâdına verebileceği en büyük hazîne ve en kıymetli hediye, onu Kur’ân kültürüyle tezyîn etmesidir.

Ecdâdımızın, Kur’ân-ı Kerîm’e son derece hassâs hürmeti, Cenâb-ı Hakk’a duydukları muhabbetin en bâriz bir tezâhürüdür. Allâh Teâlâ da kelâmına muhabbet besleyen ve onunla hemhâl olan kullarını sevmektedir. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- şöyle buyurmuştur:

“Allâh, geceleyin iki rekat namaz kılan (ve Kur’ân okuyan) bir kulu dinlediği kadar hiçbir şeyi dinlemez. Allâh’ın rahmeti, namazda olduğu müddetçe kulun başı üstüne saçılır. Kullar, Kur’ân’la hemhâl oldukları andaki kadar hiçbir zaman Allâh’a yaklaşmış olamazlar.” (Tirmizî, Fedâilu’l-Kur’ân, 17)

Ebû Zerr -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlallâh! Bana nasihatte bulun!” dediğinde Âlemlerin Efendisi:

“–Kur’ân okumaya ve Allâh’ı zikretmeye bak, çünkü Kur’ân yeryüzünde senin için bir nûr, gökyüzünde de bir azıktır.” buyurmuştur. (İbn-i Hibbân, Sahîh, II, 78)

Kur’ân-ı Kerîm, kalblerimizin tabîbi, rûhlarımızın gıdâsı ve şifâ kaynağıdır. Kur’ân’a muhabbetimiz ve sadâkatimiz ne kadarsa, onun devâ ve şifâsı da o nisbette tecellî eder. Zîrâ Rabbimiz onu “şifâ ve rahmet” olarak lutfetmiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:

“Biz Kur’ân’dan mü’minlere rahmet ve şifâ olan şeyler indiriyoruz…” (el-İsrâ, 82)

Kur’ân-ı Kerîm’i Anlayarak,

Hissederek ve Feyz Alarak Okumak

Kur’ân-ı Kerîm’in umûmî ve yegâne maksadı, akılları ve tefekkürleri gaflete düşüren hevâ ve heveslerle meşgûliyetten kurtarmak sûretiyle gönülleri Marifetullâh’a ve Allâh’a yakınlığa sevketmektir. Bu maksada nâil olabilmek için de dâimâ Kur’ân ile hemhâl olmak îcâb eder. Birgün Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“–Şüphesiz insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır!” buyurmuştu. Ashâb-ı kirâm:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar kimlerdir?” diye sordular. Peygamberimiz:

“–Onlar Kur’ân ehli, Allâh ehli ve Allâh’ın has kullarıdır!” cevâbını verdiler. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)

Her mü’minin Kur’ân ehli olarak onu anlayıp hayatına tatbik etmesi, îmânının muktezâsı ve takvâsının bir ölçüsüdür. Nitekim ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’den on âyet öğrendiklerinde, bunlardaki emir ve hikmetleri iyice anlayıp tatbîk etmeden diğer on âyete geçmemişlerdir. (İbn-i Hanbel, V, 410) Meselâ Abdullâh bin Ömer -radıyallâhu anh-, Bakara Sûresi’ni sekiz senede bitirebilmiştir. (Muvatta, Kur’ân, 11) Hâsılı sahâbe, Kur’ân’daki ilimlerle âmil olmuş ve yine Kur’ânî hikmetlerle de kâmil hâle gelmişlerdir.

Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, Kur’ân-ı Kerîm hâfızlarının bu ilâhî kelâmdan nasıl müteessir olmaları lâzım geldiğini şöyle ifâde eder:

“Kur’ân’ı ezberlemiş olan kimse, insanlar uykuda iken gece kalkıp ibâdet etmesiyle, halk yemek yerken oruç tutmasıyla, başkaları sevinip eğlenirken âkıbeti için kederlenmesiyle, insanlar gülerken kulluktaki acziyetinden dolayı ağlamasıyla, halk birbiriyle konuşurken sükûtuyla, insanlar kibirlenirken tevâzuuyla tanınmalıdır. Kur’ân’ı ezberlemiş birisinin ağlaması, üzgün durması, vakarlı ve bilgili olması, tefekkür ve sükût hâlinde bulunması îcâb eder. Kur’ân ehli; katı yürekli, gâfil, çığırtkan ve hemen öfkelenen biri olmaktan da sakınmalıdır.” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 130)

Bu îtibarla Kur’ân’ı ruhâniyetten mahrûm olarak ezberleyen ve ruhsuz bir şekilde yalnız güzel sesle okuyan kimseler, o Kitâbullâh ile hemhâl olup emir ve hikmetleriyle amel etmedikleri müddetçe “Kur’ân ehli” sayılamazlar. Zîrâ müslümanlar için aslolan, hayatlarını Kur’ân’la yoğurma, yâni kendilerini canlı bir Kur’ân hâline getirme niyeti, düşüncesi ve gayretidir. Bu sebeple gerçek bir mutasavvıf da ancak Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye’yi ibâdet, muâmelât ve ahlâk mükemmelliği ile bizzat yaşayan kimsedir.

Diğer bir ifâdeyle Kur’ân-ı Kerîm, her şeyiyle bütün bir kâinâtın, kelâm aynasına aksetmiş hâlidir. Bu sebeple kâinâttaki bütün hakîkatler Kur’ân’da da mevcuttur. Zîrâ Kur’ân, rüşdünü idrâk etmiş insanoğluna son mesaj ve son çağrıdır. Kâinâtta gizli olan hakîkatler; Tıp, Botanik, Astrofizik ve Embriyoloji gibi alanlarda tabiat âlimlerince incelendiği ve onların idrâk ve ihâtaları nisbetinde keşfedildiği gibi Kur’ân-ı Kerîm de İslâm âlimleri tarafından incelenmekte ve hakîkatleri zamanla gün yüzüne çıkarılmaktadır. 1400 küsûr seneden beri onun engin muhtevâsı içinde dolaşarak ihtivâ ettiği hakîkatleri araştıran sayısız Hak dostu âlimler, ondan akıl, idrâk, iz’an, kâbiliyet ve rûhî derinlikleri nisbetinde nasîb almaktadırlar. Bu faaliyet, kıyâmete kadar devam edecek ve yine de Kur’ân’ın ihtivâ ettiği hakîkatler tamâmen keşfedilip nihâyete erdirilemeyecektir. Zîrâ Kur’ân’ın her kelimesi, onu telâkkî eden âlimin idrâki kadar olmayıp aksine sonsuz bir mânâ derinliğine sâhiptir. Lâkin insanların ekserîsine lâzım olan onun zâhirî muhtevâsıdır. Bu da, beşer hayatını mükemmel bir sûrette tanzîme kâfîdir. Zâten o hakîkat ummânının bütününü idrâk aslâ mümkün değildir. Bu, ancak Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’e âit bir keyfiyettir. Zîrâ Kur’ân, âciz bir insanın ilmi değil, bu dünyadaki bütün ilimlerin kâidelerini vazederek insanlara lutfeden Rabbin ilmidir. Aynı zamanda ilmî keşiflere vâsıta olan idrakleri yaratan da o kelâmın sâhibi olan Hak Teâlâ’dır.

Bundan dolayıdır ki, müfessirler bir âyete ilimdeki dirâyet ve mânevî kâbiliyetleri nisbetinde bir mânâ verdikten sonra, sözü “•: Doğrusunu en iyi Allâh bilir!” diye bitirirler.

Hak dostları da Kur’ân’ın her kelimesinden hattâ her harfinden değişik sır tecellîlerine mazhar olmuşlardır. Onlar, bütün ilimlerinin ve telif etmiş oldukları eserlerinin, Kur’ân nûrundan bir tecellî olduğunu ifâde etmişlerdir.

Diğer taraftan Kur’ân-ı Kerîm’i, her devirde milyonlarca hâfız ezberlemiştir. Müsteşriklerin dahî îtirâf ettikleri gibi3 bu durum, yeryüzünde hiçbir kitâba nasîb olmayan bir mazhariyettir. Bu keyfiyet de Peygamber Efendimiz’in: “Ümmetimin en şereflileri, Kur’ân-ı Kerîm’i ezberleyen hâfızlar ve gecelerini ihyâ edenlerdir.” (Suyûtî, el-Câmiu’s-sağîr, I, 36/1063) hadîs-i şerîfiyle teşvik edilmiştir.

Böyle azametli bir kitâbı, gücümüz yettiğince mânâlarına nüfûz edecek şekilde öğrenip öğretmek de, hem yaratılışımızın ve hem de îmânımızın bir îcâbıdır.

Kur’ân-ı Kerîm’i Evlâtlarımıza Öğretmek

Kur’ân’a karşı gösterilen ihmâl kadar insanın mânevî hayatını karartan bir hatâ yoktur. Bu sebeple başta kendimiz, evlatlarımız ve toplum olarak Kur’ân kültürüne sâhip olmalıyız. Zîrâ Kur’ân-ı Kerîm bize hayatın her safhasında ilâhî bir rehberdir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır:

“Gerçekten Biz, insanlar düşünüp akıllarını başlarına alsınlar diye bu Kur’ân’da, her türlüsünden temsiller getirdik.” (ez-Zümer, 27)

Kur’ân’ın üçte birinden fazlası peygamberlere ve onların ibret verici kıssalarına âittir. Her mü’minin kalbi dâima Kur’ân’la hemhâl olmalı, kendine âit problemlerin çözümünü Kur’ân’da bulmalıdır. Zîrâ Kur’ân, her derde devâdır.

Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Kur’ân’ın ilim ve hikmetleriyle istikâmetlenen, ahlâkıyla ahlâklanan ve evlâtlarına Kur’ân’ı titizlikle öğreten anne babalara şu müjdeyi vermektedir:

“Çocuklarınızı üç hususta yetiştirin: Peygamber sevgisi, Ehl-i Beyt sevgisi ve Kur’ân kıraati… Çünkü hamele-i Kur’ân (yâni Kur’ân hafızları) hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde peygamberler ve asfiyâ (yâni safâya ermiş olan Allâh dostları) ile birlikte Arş’ın gölgesindedir.” (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, I, 226)

Kur’ân eğitimi, küçük yaşlardan îtibâren îtina ile yerine getirilmesi îcâb eden bir vazîfedir. Zîrâ çocuğun kulakları Kur’ân’ın sesine, kalbi Kur’ân’ın dünyasına âşina olmalıdır. Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:

“Kim Kur’ân’ı küçük yaşlarda öğrenirse Kur’ân onun etine ve kanına işler (Yâni Kur’ân’ın feyziyle nûrlanır.)” buyurmuştur. (Ali el-Müttakî, Kenz, I, 532) Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, kendileri de, Abdülmuttalib Oğulları’ndan bir çocuk güzel konuşmaya başladığında, ona İsrâ Sûresi’nin 111. âyetini yedi defa okutarak öğretirdi. (Abdürrezzâk, IV, 334; İbn-i Ebî Şeybe, I, 348)

Evlatlarımız öz varlığımızın devamı olan hayat zînetleridir. Onlar, İslâm fıtratı üzere yaratılarak ana-babalarına emânet edilmişlerdir. Bundan dolayı çocukların maddî yapıları ile birlikte rûhî hayatlarını da geliştirip istikametlendirmek, ana-babaların en mühim vazifesi ve Hak katındaki mes’ûliyetidir.

Bir mü’minin evlâdına bırakabileceği en kıymetli ve hakîkî mîrâs, ebediyet zenginliğidir. Evlâdlara fânî lezzetler değil, solmayan, eskimeyen, pörsümeyen bir ebedî saâdetin yolu gösterilmelidir. Bunun ilk şartı da onların Kur’ân-ı Kerîm ile fiilen ve fikren ünsiyetlerini (kaynaşmalarını) sağlamaktır. Bu hakîkati ifâde etmek üzere Peygamber Efendimiz: “Sizin en hayırlınız, Kur’ân-ı Kerim’i öğrenen ve öğretendir.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21) Dolayısıyla bir mü’min, hayat boyu Kur’ân-ı Kerîm’in talebesi ve yaşayabildiği kadar da bildiklerinin hocası olmakla mükelleftir.

Târih şâhiddir ki fertler, âileler ve milletler en azametli bir ilâhî emânet olan Kur’ân-ı Kerîm’e sâhip çıktıkları ve tâbî oldukları nisbette âbâd olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki, Rasûlullâh -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, Vedâ Haccı’nda: “…Size öyle bir emânet bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu şaşırmazsınız. O emânet, Allâh’ın Kitâb’ı ve Nebî’sinin sünnetidir…” (Hâkim, I, 171/318) buyurmuşlar ve tarihî gerçekler ile de bir çok defâ yaşanılan bir hakîkate işâret etmişlerdir.

Nitekim Hak ve hakîkat adına her fetret devrinden kurtuluş, Kur’ân-ı Kerîm hizmetindeki gayretler netîcesinde husûle gelmiştir. Zîrâ asıl bereket bundadır. Zamanımız, böyle azim ve gayretlerin hayâtî bir ehemmiyet arz ettiği bir devirdir. Bu zamanda yeniden silkiniş ve öz benliğe dönüşü temîn edebilecek olan asıl hizmet, Kur’ân-ı Kerîm’e yönelik alâka ve rağbeti artırmaktır.

Ahlâk ve mâneviyât eğitiminin yeterince yapılmadığı, bunun netîcesi olarak iffetsizliğin, narkotiğin ve türlü gasp ve cinayetlerin arttığı, böylece vatanperverlik duygularının zayıfladığı zamanımızda, Kur’ânî hizmetler ve fedâkârlıklar büyük bir ehemmiyet arzetmektedir. Bu gayrette ihmâlkârlık göstermek, kendimizin, neslimizin ve bütün ümmetin geleceğini tehlikeye atmak gibi ağır bir mes’ûliyettir.

Kur’ân düşmanlığı kadar büyük bir bedbahtlık düşünülemezse de ona hizmet husûsundaki ihmâlkârlık da buna yakın bir vebâl taşır. İnsanların selde sürüklenen kütükler misâli zamânın menfî modalarına kapıldığı günümüzde ayakta kalabilmemiz ve küfür, ilhad ve tâviz selinden üzerimize bir katre dahî sıçramayacak sûrette korunabilmemiz için yakınlarımıza, âile efrâdımıza, muhîtimize Kur’ân’ı öğretmeye, onun nûrunu, feyzini, bereketini yaymaya gayret etmeliyiz. İki cihânda da Kur’ân’a muhtâc olduğumuzu aslâ unutmamalıyız. Kur’ân’la dâimî bir ünsiyet içinde hemhâl olmamız; onun emir ve nehiyleri ile istikâmetlenmemize, ahlâkı ile ahlâklanmamıza vesîle olur. Aksine hareket ise, büyük bir hüsrândır. Ebedî istikbâli fânî lezzetler mukâbilinde hebâ etmektir.

Yaşadığımız çağ, âileleri, gafletin esir aldığı bir devirdir. Öyle ki, kitleler hâlinde nesiller hebâ edilmektedir. Hâlbuki isrâfın en kötüsü insanların hebâ edilmesidir.

Yabancı bir lisân öğrenmek veyâ dünyevî bir menfaat elde etmek için binbir emek verilip kolejler arasında kıyaslar yapılırken, dinî müesseseleri göz ardı edere

-hattâ küçümseyerek- yavrularımızı Kelâm-ı İlâhî’den mahrûm etmemiz ne hazîndir. Hâlbuki en büyük muvaffakıyet, öldükten sonra mânevî hayâtımız için akar temin edecek, arkamızdan duâcı olacak, hayırlı bir nesil bırakmaktır.

Hâsılı dînin, ırzın, malın ve neslin korunması zarûridir. Bunlar ise vatanın muhafazası ile mümkündür. Bu sebeple neslimize küçük yaşlarda muhabbetullâh, Kur’ân aşkı ve vatanperverlik şuuru vermek mecburiyetindeyiz.

***

Kur’ân-ı Kerîm muhabbeti, çorak gönlümüze bereketli nisan yağmurları gibi yağmadıkça, Muhammedî bir mevsimin zümrütlüğüne kavuşamayız. Gönül bahçeleri, yağmura hasret toprak gibi Kur’ân rûhâniyeti ile amel-i sâlih yağmurlarını bekler. Çünkü bu rahmet yağmurları ile Yaratan’dan ötürü yaratılanlara şefkat, merhamet, hizmet ve muhabbet filizleri yeşerir. Böylece insan, kâinat kitabının hulâsası, hilkatin nüsha-i kübrâsı hâline gelir. Rabbi, onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı ve akleden kalbi olur. Elinden, dilinden ve gönlünden bütün varlıklar istifâde eder.

Mübârek ecdadımız, dünyâda kazanılmaya en lâyık metâ ve âhiret sermâyesi olan hayr u hasenât gayretlerine son derece ehemmiyet vererek hizmetlerini dünyanın dört bir bucağına taşıdılar. Hâssaten iki cihân saâdetine erişmenin Kur’ân hizmetine gönül vermekle mümkün olacağını çok iyi idrak ettikleri için Kur’ân’ı asırlara ve nesillere büyük bir titizlikle ulaştırdılar. Bizler de son nefesimizi verdikten sonra kabrimizin tenhâ ve ıssız kalmaması, vedâ ettiğimiz dünyâdan ve insanlardan gelecek sadaka-i câriye yani mânevî yardımın devâm etmesi için, îmân heyecânını ve Kur’ân’ın rûhâniyetini hayatımıza ve evlâdlarımıza intikâl ettirerek rûhumuzu tezyîn etmeliyiz. EVLÂTLARIMIZIN KUSURSUZ OLMASINI İSTİYORSAK, KUSURSUZ ANNE-BABALAR OLMAYA GAYRET ETMELİYİZ.

Unutmamak gerektir ki, Allâh katında en makbûl amellerin başında, “Emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münker” gelir. Bu da ancak Kur’ân-ı Kerîm’i doğru bir şekilde anlayıp insanlara öğretmekle gerçekleştirilebilir. Zîrâ beşeriyetin muhtaç olduğu ahlâk, hayır, huzûr ve saâdetin kaynağı Kur’ân-ı Kerîm’dir.

Rabbimiz! Bizleri Kur’ân’ın ilmiyle zînetlendir! Onun sonsuz tefekkür ikliminden ve Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-’in muhabbet gülşeninden bizlere ihsânda bulunarak gönüllerimizi ihyâ eyle; tâ ki Sen’in huzûruna KUR’ÂN’IN ŞEFÂATİ İLE gelebilelim!

Ne mutlu evlâtlarına ve gelecek nesillere karşı böyle şerefli bir hizmeti îfâ ederek ilâhî mîzânda Kur’ân-ı Kerîm nîmetinin mes’ûliyetinden beraat fermânı alabilenlere… Yâ Rabbî! Bizleri böyle has kullarından eyle!

Yâ Rabbî! Vatanımızı, milletimizi Kur’ân’sızlık, îmânsızlık ve ahlâksızlıktan muhâfaza buyur! Şu fânî âlemde Kur’ân-ı Kerîm’in gerçek ihtişâmına bürünerek cennet hayâtı yaşamayı ve feyizli Kur’ân neslinin devâmını nasîb eyle!

Âmîn!..

Dipnotlar: 1) Âdet ve lohusalık hâlleri. 2) Mâlikî âlimlerinden birisine nisbet edilen bir görüşe göre, âdet döneminin uzun sürmesi hâlinde, unutma söz konusu olabileceğinden hâfızlık yapan âdetli kadının

Kur’ân-ı Kerîm’i “ezberinden okuması”na cevâz verildiği söylenmektedir. (İbn-i Kudâme, el-Muğnî, I, 193) Mağrib ulemâsının ileri gelenlerinden, mâlikî hadis âlimi Hasen bin Sıddîk el-Gımârî, geçtiğimiz yaz, Türkiye’ye ziyarete geldiğinde kendisine, “hayızlı kadının Kur’an okuyabileceğine” dair Mâlikî Mezhebi’nden nakledilen bu fetvâyı sorduk. O da bu görüşün aslının olmadığını, Mâlikî mezhebinde bu fetvâ ile amel edilmediğini söyledi ve kadının muayyen hâllerinde Kur’ân okumasının haram olduğunu ifâde etti. Yine Mekke fıkıh ulemâsından Kubeysî’ye aynı mes’ele sorulduğunda: “Allâh’ın emrini yerine getirmek farz, nehyini işlemek ise haramdır. Abdestsiz olanların Kur’ân’a dokunmaları da âyet ve hadislerle haram kılınmıştır.” demiştir. 3) Bkz. J.J.G. Jansen, Kur’ân’a Yaklaşımlar, terc. Halilrahmân Açar, Ankara 1999, s. 42.