Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2014 Ay: Ekim Sayı: 116
BİR TESTİ SU…
İnsanın, hattâ bütün insanlığın bilgisi, Allah Teâlâ’nın ilmiyle mukayese edilmeye kalkılsa ortaya nasıl bir nisbet çıkar?
Cenâb-ı Hakk’ın cennet ve cemâlullah gibi muazzam ihsanları mukabilinde âciz kulluk ve gayretlerimiz ne ifade eder?
Rabbimiz’den istediklerimiz ile, O’nun bizden istediklerini karşılaştırsak?..
Hazret-i Mevlânâ; «Bir Testi Su» hikâyesiyle, bu suallerle birlikte, insanın iç dünyasında yaşadığı hiç bitmeyen çekişme ve mücadeleyi temsillerle ne güzel anlatır:
Çöl ortasında fakir bir bedevî, çadırında hanımıyla oturuyordu. Bir gece hanımı;
“–Bütün yoksulluğu, cefâyı biz çekiyoruz. Herkesin ömrü bollukla geçiyor. Sadece biz fakiriz. Ekmeğimiz yok, katığımız üzüntü. Testimiz yok, suyumuz gözyaşı… Bizim hâlimiz ne olacak böyle?..” diye dert yandı.
Bedevî şöyle cevap verdi:
“–Be kadın, daha ne zamana dek dünya malını arayıp duracaksın? Şu dünyada ne kadar ömrümüz kaldı? Akıllı kişi rızkın azına çoğuna bakmaz. Çünkü ikisi de gelip geçicidir, sel gibi akıp gider.”
Hanımı, beyinin nasihatlerini dinlemiyor, üstelik öfkesi arttıkça artıyordu:
“–Ey namustan gayri bir şeyi olmayan adam! Artık senin yaldızlı sözlerinden bıktım. Hâlimize bak da utan! Bana kanâatten bahsediyor ve gururlanıyorsun. Ne vakte kadar bu çalım? Sen kanâatten ne vakit canını nurlandırdın?”
Kocası sükûnetle cevap verdi:
“–Sen kadın mısın, yoksa keder kumkuması mı? Yoksulluğumla ben iftihar ederim. Başıma kakma!
Ey kadın! Kavgayı, darılmayı bırak! Bırakmayacaksan hiç olmazsa beni bırak! Benim kavga etmeye iktidarım yok. Savaşlar şöyle dursun, gönlüm barışlardan bile ürkmekte… Susacaksan ne âlâ, eğer susmazsan, şimdi evimi, barkımı bırakır, kuru başımı alır giderim!..”
Kadın, kocasının bu ayrılık sözleri üzerine ağlamaya başlayarak gözyaşlarına büründü; pişmanlık gösterdi. Benliğini bırakıp yokluk yoluna düştü de kocasına nedâmetle;
“–Ben hanım değil, senin ayağının toprağıyım. Bedenim, canım, varım ve yoğum hep senindir. Senin için bir kere değil, her nefeste tekrar tekrar ölmek isterim. Senin bana söylediğin şeyler karşısında artık candan da tenden de vazgeçtim. Niçin ayrılıktan söz ediyorsun? İşte itirazı bir kenara bıraktım; candan özürler diliyorum.” dedi.
Ardından içli hıçkırıklarla ağlamasına devam etti. O gözyaşı yağmuru arasında bir şimşek çaktı. O şimşekten, eşsiz ve vefâkâr bedevinin gönlüne bir kıvılcım düştü. Nihayet bedevî, karısının gözyaşlarına dayanamadı, söylediklerine pişman oldu.
Onun şefkatli gönlünü kaplayan bu pişmanlığını sezen kadın, kocasına şu aklı verdi:
“–Testimizde yağmur suyu var. Malımız mülkümüz de bundan ibaret. Bu testiyi al, git Padişahlar Padişahının huzûruna gir, armağanını sun! De ki:
«–Bizim bundan başka, hiçbir malımız mülkümüz yok, çölde de bundan iyisi hiç bulunmaz… Padişahımızın hazineleri varsa da, bunun gibi suyu yoktur. Bu su, az bulunur…»
Zavallı kadın, Bağdat’ın ortasından şeker gibi Dicle’nin akıp gitmekte olduğunu ne bilsin, testisindeki suyu övüp duruyordu.
Kocası da bu övgüye katılmış;
«–Kimin böyle bir armağanı olabilir? Gerçekten de bizim bir testi yağmur suyumuz ancak padişahlara lâyık!..» diyordu.”
Hikâyeye bir fâsıla verip temsilleri izah edelim:
Bedevî, akıl; karısı ise nefstir. Akıl ile nefs, devamlı mücadele hâlindedir. Bunlardan her ikisi de topraktan yapılmış beden mülkünde otururlar. Nefsin sembolü olan kadın, bedenin ihtiyaçlarını ortaya döker, yani şeref, mevkî, iltifat, giyecek ve lezzetli yemekler ister.
Akıl yani tekâmül etmiş gönül ve ruh ise, bedene ait düşüncelerden bîgânedir. O, ötelere ait olduğundan, dünyaya meyletmez. Müstağnî ve vakurdur. Beden mülkünün de idarecisidir.
Hayat boyu nefs ile rûhâniyetin kavgası içerisindeyiz. Bu kavgada, söz ve hâkimiyet nefsin olursa, helâk oluruz. Çünkü o bizi dünyaya, maddî ihtiyaçlar girdabına çeker.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“…Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de ona fücur ve takvâsını (iyilik ve kötülüklerini) ilhâm edene yemin olsun ki;
- Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş,
- Onu kötülüklere gömen de ziyân etmiş, hüsrâna uğramıştır.” (eş-Şems, 7-10)
Hazret-i Mevlânâ, insanın iç dünyasındaki bu kavgayı şöyle anlatır:
“Ey Hak yolcusu! Gerçeği öğrenmek istiyorsan; Musa da, Firavun da ölmediler; senin gönlünde savaşlarına devam ediyorlar! Bu sebeple birbirine düşman bu iki kişiyi kendinde araman (ve Musa’yı Firavun’a galip getirmen) gerekir!”
Hikâyede; bedevînin Padişahlar Padişahı’na doğru yola çıkışı şöyle anlatılır:
DİCLE’YE DOĞRU
Bedevî testiyi sırtına alarak Bağdat yoluna düştü. Onu gözü gibi koruyordu. Günler, haftalar sonra çölleri aşarak Bağdat’a geldi. Sora sora Halîfe’nin sarayını buldu. Muhafızlar ne istediğini sordular. Fakir bedevînin koca padişaha bir testi yağmur suyu getirdiğini duyunca, önce gülecek oldular, sonra da testiye değil iyi niyetine bakarak bu armağanı canla başla kabul ettiler.
Bedevînin garip hediyesinden Halîfe çok memnun oldu. Bedevîyi huzûruna kabul etti. Gönlünü aldı, yeni elbiseler giydirdi sonra da adamlarına;
“–Testiyi altınla doldurun, ona verin. Dönerken de onu, gemi ile Dicle yolundan götürün. O, çöl yolundan gelmiş. Dicle yolu yurduna daha yakındır. Buradan memleketine dönsün!” emrini verdi.
Bedevî gemiye binip Dicle’yi görünce büsbütün şaşırdı. Asıl şaşırdığı şey ise, bu kadar suyu bol Dicle nehri varken, Halîfe’nin, bir testi çöl suyunu kabul etmiş olmasıydı. Allâh’a candan şükürler eyledi.
Kur’ân-ı Kerim’de insanoğlu «cehûl=çok câhil» olarak tavsif edilmiştir. İnsanın ilmi, fikri, hayal ve vehimleri; Cenâb-ı Hakk’ın ilm-i ezelîsi karşısında, ummâna göre damla gibidir. Buna rağmen insan; ilmine, fikrine, zannına kapılıp hatalı hareketlere dûçâr olur. Selâmete kavuşmak için; akıl, vahye, yani Allâh’ın ilmine, Hazret-i Muhammed Mustafâ’nın getirdiği hikmetler manzûmesine kurban edilmelidir. Ancak bu kurban ediş ve teslîmiyet neticesinde, hikmetlere âşinâlık başlar, o takdirde akıl da huzur bulur, kalp de mutmain olur. Kendi hevâ ve zanlarına tâbî olanlar ise, ihtilâçlar, derûnî çekişmeler içerisinde tükenir giderler.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Ey oğul! Bütün dünyayı, ağzına kadar ilimle, güzellikle dolu bir testi bil. Fakat bilesin ki bu ilim ve güzellik, zuhûru zâtının muktezâsı olan ve zuhur etmemesine imkân bulunmayan Allâh’ın Dicle’sinden bir katredir. O gizli bir hazineydi. Mârifetine muhabbet etti. Böylece o hazine, pek dolu olduğundan yarıldı, kendisini izhâr etti. Toprağı, göklerden daha parlak bir hâle getirdi. Gizli bir hazineyken coştu; toprağı, atlas giyen bir sultan hâline soktu. O bedevî, Allâh’ın Dicle’sinden bir katreyi görseydi, hakikatte bir deniz olan o katrenin önünde testisini atardı.”
Diğer taraftan hikâyedeki «Halîfe Kapısı», «Dergâh-ı İlâhî»yi temsil eyler.
AMELLERİMİZİN KIYMETİ
Mü’min her ne kadar ilim, irfan, mal-mülk ve ibâdet sahibi olursa olsun; bu meziyet ve imkânlarına aldanmamalı ve güvenmemelidir. Bu değerlerin hepsini Rabbinin lutfu bilip, şahsî amellerinin de, Dicle’nin yanında bir testi su olduğunu unutmamalıdır. Yani;
Muvaffak olduğumuz zaman başarıyı kendimize izâfe etmeyeceğiz. Tamamıyla Allah Teâlâ’dan bileceğiz. Zira Cenâb-ı Hak Mekke fethini müteakip, maddî-mânevî fetihlerle dolu devirde Peygamber Efendimiz’e şöyle buyurdu:
اِذَا جَاءَ نَصْرُ اللّٰهِ وَالْفَتْحُ وَرَاَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ ف۪ى د۪ينِ اللّٰهِ اَفْوَاجًا
“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit;
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ اِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
Rabbine hamd ederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile. Çünkü O, tevbeleri çok kabul edendir.” (en-Nasr, 1-3)
Demek ki;
Bir muvaffakiyetten sonra, «Ene!» yani; «Ben!» dememek ve bunu kendi nefsinden bilmemek için derhâl Allâh’a sığınmalıdır. O’na hamd etmelidir. Hayırları O’na izâfe etmeli ve meydana gelmiş olabilecek muhtemel hata ve gafletleri nefsimize izâfe ederek gafletimizden dolayı da istiğfarda bulunmalıyız.
Zâhir ve bâtında zirve bir âlim ve ârif olan Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri’nin şu tavsiyeleri ne kadar anlamlıdır:
“Bütün gayretini kalbî ve bedenî ibâdetlere ver! Bununla birlikte kendini «hiç hayırlı amel işleyememiş bir zavallı» olarak gör! Çünkü niyet, ibâdetlerin rûhudur. İhlâs olmadan da niyet mümkün değildir. Senden daha büyük olanlara bile ihlâs gerekirse sana nasıl gerekmesin?!.
Allâh’a yemin ederim ki, annemin beni doğurduğu günden beri tek bir hayırlı amel işlediğime inanmıyorum; sen ise beni kendinden daha hayırlı görüyorsun. Eğer kendi nefsini bütün hayırlı işlerde iflâs etmiş olarak görmüyorsan bu, cehâletin en son noktasıdır. Kendini iflâs etmiş olarak görünce de sakın Allâh’ın rahmetinden ümidini kesme! Zira Allah Teâlâ’nın fazl u ihsânı, kul için bütün insanların ve cinlerin amelinden daha hayırlıdır. Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:
«De ki; Allâh’ın lutfuyla, rahmetiyle, evet ancak bununla ferahlasınlar! Bu, onların toplayıp biriktirdiklerinden daha hayırlıdır.» (Yûnus, 58)”
İbrahim –aleyhisselâm- bu dostluk içinde yaşadı. Hak dostu olmasına rağmen bir ömür;
وَلَا تُخْزِنٖ۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ
“(Yâ Rabbî! İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) diye niyaz eyledi.
Şu hâlde unutmamalı ki:
Sâlih amellerimiz; Dicle gibi gürül gürül rahmet nehirlerinin aktığı ulu dergâha arz edebildiğimiz, bir testi yağmur suyu mesâbesindedir. Fakat hikâyede olduğu gibi, kişiyi rahmet deryâsından eli boş döndürmeyecek sır da, o nâçiz testiyi takdim etmekteki sâfiyâne samimiyeti olacaktır.
Yani;
Sadece işlenen sâlih amellere güvenme cehâletine düşmeyip, dâimâ kendini kusurlu görüp, Hakk’ın yardımına sığınmalı…
Fakat; Hakk’ın rahmetine sığınma tavsiyesini de sâlih amellere sarılmadan, rahmet-i
Rahmân’a kavuşma hayalleri kurmaya dönüştürmemelidir.
Böylece havf ve recâ dengesini arayarak, Rahmet-i ilâhiyyeyi kazanacağımıza güvenmeyip sâlih amellere koşmalı; fakat ona da güvenip böbürlenmeyerek, yeniden Allâh’a sığınmalıyız. Hakk’ın gazabından kaçmalı, rızâsına koşmalıyız. O’na isyandan uzaklaşmalı, itaate yaklaşmalıyız. O’nun rızâsının da gazabının da en küçük bir şeyde saklı olabileceği sırrını anlayarak, her an dikkat, rikkat ve teyakkuz içinde, hassas bir kulluk yaşamalıyız.
Şu âyet-i kerîme ve hadîs-i şerif, bu mevzuda müstakîm yolu tayin etmektedir:
وَلَا يَغُرَّنَّكُمْ بِاللّٰهِ الْغَرُورُ
“…Sakın şeytan, Allâh’ın affına güvendirerek («Nasıl olsa affeder, emirlerini tutmak, yasaklarından kaçınmak gibi vazifelere sarılmana gerek yok!» benzeri vesveselerle) sizi kandırmasın.” (Lokmân, 33)
اِتَّقُوا النَّارَ وَلَوْ بِشِقِّ تَمْرَةٍ ، فَإِنْ لَمْ تَجِدْ فَبِكَلِمَةٍ طَيِّبَةٍ
“Yarım hurma ile de olsa ateşten korunun. Bunu da bulamayan, güzel ve hoş sözle korunsun.” (Buhârî, Edeb, 34)
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede mü’minleri;
“Onlar; bollukta da darlıkta da infâk ederler…” (Âl-i İmrân, 134) beyanıyla vasfeder.
Efendimiz’in ifadesi de; «Sadece bir hurma bulan kişi dahî; onu bölsün, yarım hurma ile de olsa ateşten korunsun.» mânâsındadır.
Yani;
Tonlarca hurmaya sahip olan zengin bir kişinin yarım hurma ile infakta bulunması, ateşten korunmasına asla kifâyet etmez.
Bu ibretli hikâyeden çıkarılacak bir ders de, Padişahlar Padişahı’nın cömertliğidir. Kendisine değersiz bir testi çöl suyu getiren kişiyi huzûrundan kovmak yerine, sadece samimiyetini mükâfatlandırıp, yağmur suyunu altın ile değiştirmiştir.
Cenâb-ı Hak da; bizim kısacık fânî ömrümüzü alıp, karşılığında ebedî cennet vermek istiyor. Bizden istediği mahdut vazifelerin karşılığında muazzam ve muhteşem ikramlar hazırlıyor. Yeter ki, biz bilgisizliğimizi, âcizliğimizi idrâk edip; O’nun ilmine, kudretine ve rahmetine, muhabbet ve ihlâsla, îman ve ibâdetle sarılabilelim.
Bir de Rabbimiz bize karşı cömert ise; biz de mü’min kardeşlerimize, hattâ bütün insanlığa, bütün mahlûkāta öyle cömert olalım.
AFFEDELİM Kİ, AFFEDİLELİM
Rabbimiz’in rahmetini arzu ediyorsak, bizler de gönlümüzden rahmet taşıralım.
Rabbimiz’in bizi affetmesini niyaz ediyorsak, biz de affedelim. Affede affede affedilenlerden olalım.
Rabbimiz bizi yüce dergâhından geri çevirmesin diye yalvarıyorsak; biz de kapımızdan kimseyi eli boş, hor ve hakir döndürmeyelim.
Şeyh Sâdî buyurur:
“Kapına bir garip gelirse, eli boş gönderme. Allah göstermesin belki bir gün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın.
Gönlü yaralı olanların hatırlarını sor, onlara bak. Belki bir gün sen de o vaziyete düşersin.
Sen ki bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun; buna şükrâne olarak, kapına gelen yoksulu kovma, ona surat asma, onu tebessümle karşıla…”
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Mademki fakr, cömertlik kereminin aynasıdır; haberin olsun ki, aynanın üzerine hohlamak zararlıdır.”
Yani, fakiri ve garibi red için ağızdan çıkacak her ses ve nefes, onun kalbini incitir. Sanki sathına hohlanmış ayna gibi kalp buğulanır. Cömertliğin keremini göstermez olur. Amellerimiz, infaklarımız dâimâ gözümüzde devleşir. Bizi oyalar ve aldatır.
İnsan; ilâhî terbiyeye girmeden evvel nasıl bilgisiz, câhil ve âciz ise, aynı zamanda da cimri ve bencildir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“De ki: Rabbimin rahmet hazinesine eğer siz sahip olsaydınız, harcanır korkusuyla kıstıkça kısardınız. İnsanoğlu da pek eli sıkıdır!” (el-İsrâ, 100)
Cenâb-ı Hak; cennetine davet ettiği mü’minlerden bu çirkin huyunu terk edip, cömertlik, ikrâm edicilik ahlâkıyla ahlâklanmasını arzu etmekte… Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-Haşr, 9; et-Teğâbün, 16)
Yüce Mevlâ; nefsimizin câhilliğinden, tembelliğinden ve cimriliğinden korunup felâha erenlerden olmayı cümlemize nasîb eylesin. Bizlere râzı olduğu duygu ve davranışları ilhâm eylesin. Gazap ettiği his ve amellerden bizi ve nesillerimizi muhafaza buyursun. Amellerimizin değersizliğine bakmayıp, bizi af ve merhamet deryâsına gark eylesin.
Âmîn!..