Genç Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Haziran Sayı: 153
İslâm tarihine baktığımız zaman daha ziyade hangi dönemlerde tasavvufa ihtiyaç duyulmuştur? Günümüzde tasavvufa ihtiyaç var mıdır? Tasavvufsuz olmaz mı?
Tasavvufa her zaman ihtiyaç var. Çünkü her zaman insanın kemâle ermesi zarûrî.
Bununla birlikte tarih boyunca tasavvuf, hem iktisâdî ve ictimâî rahatlık zamanlarında; rehâvet, gevşeklik ve azgınlıkları engelleyerek mânevî zindeliği devam ettirmiş; hem de istilâ, işgal ve zulüm dolu zor dönemlerde, daralmış olan gönüllere ulvî pencereler açarak nefes aldırmıştır.
Bu da, tamamen nebevî bir tavırdır. Nitekim Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- herhangi bir nîmet veya zafere ulaştığında;
“Allâh’ım! Esas hayat, sadece âhiret hayatıdır.”[1] buyurarak kalplerin dünyaya meyletmesinin, yahut da gurur ve enâniyete kapılmasının yolunu kapatmışlardır.
Buna mukâbil herhangi bir ezâ, cefâ ve çileyle karşılaştıklarında da yine; “Allâh’ım! Esas hayat, sadece âhiret hayatıdır.” buyurmuştur. Böylece mü’min gönülleri, fânî sıkıntılar sebebiyle ümitsizlik, şikâyet ve aşırı hüzne gark olarak rızâ hâlini kaybetmekten sakındırmışlardır. Ümmete, her hâlükârda huzur, sükûn ve denge içinde kalabilmenin mânevî reçetesini vermişlerdir.
İslâm’ın yaşanmasının zorlaştığı devirlerde, tasavvufî gayretlere ihtiyaç da artmıştır. Meselâ Moğolların İslâm âlemini talan ettiği devirlerde, Mevlânâ Hazretleri, Yûnus Emre Hazretleri gibi büyük Hak dostları halkı tesellî etti. Gerçi o tesellî, 700 seneden beri devam ediyor.
Bâtınîlerin, İslâm’ın rûhuna zarar vermeye kastettiği bir zamanda İmâm-ı Gazâlî Hazretleri’nin, takvâsıyla, ilmiyle, irfânıyla mühim gayretleri zuhûr etti. Yani Hind ve Yunan felsefelerinden gelen birtakım fikirlerin İslâm akîdesine karışmasına mânî olmak hususunda Gazâlî Hazretleri büyük bir hizmet görmüştür. Bâtıl inançların temizlenmesine gayret etmiş ve halkı da takvâ hayatına yönlendirmiştir.
Yine Ekber Şâh’ın İslâm’dan tâvizler vererek îtikâda zarar verecek işlere giriştiği Hindistan’da İmâm-ı Rabbânî’nin dirâyetli irşadlarını görmekteyiz. O da zamanın fitnelerine karşı İslâm akîdesini muhâfaza etmiş, onun vesîlesiyle devlet ricâlinden, askerî erkândan ve halktan bâtıl inançlara kapılmış olan pek çok kimse tevbe ederek sırât-ı müstakîme yönelmişlerdir.
Osmanlı’da Edebali silsilesi devam ettiği müddetçe de toplumda mânevî bir huzur hâkim olmuştur. Nitekim Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fethettiği o kutlu günde şöyle demiştir:
“Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzur, yalnız bu kalenin fethinden değil; Akşemseddin gibi aziz ve mübârek bir Allah dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasından (ve onun rûhânî irşadlarından müstefid olmamdan)dır…”
Yine Hak dostlarından Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, sekiz padişah devrini idrâk etmiş, hem cihana yön veren sultanları hem de halkı îkaz ve irşâd ederek feyz, rûhâniyet ve istikâmet vesîlesi olmuştur. Hattâ Ferhat Paşa ile Tebriz seferine de katılmış ve orduya mânevî kumandanlık yapmıştır.
Diğer taraftan, tasavvufî terbiyeden lâyıkıyla nasîb almış müʼminlerin, inanç ve amel-i sâlihlere daha sıkı sarıldıkları, zulüm ve baskılar karşısında îmanlarını daha kolay koruyabildikleri husûsu, tarihî bir gerçektir.
Nitekim, yıllarca bir taraftan ateist ve komünist rejimlerin asimilasyonuna, bir taraftan global kültür erozyonuna, diğer taraftan da yoğun misyoner faaliyetlerine mâruz kalan, başta Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Afrika ülkeleri olmak üzere, pek çok İslâm toplumunda müslüman kimliğini koruyabilmeyi başaranların, daha ziyâde tasavvuf ikliminden feyz almış müʼminler olduğu görülmüştür.
Zira tasavvufun gâyesi, en şiddetli inançsızlık ve küfür fırtınaları karşısında dahî sarsılmayacak derecede, kalplerdeki îmânı kuvvetlendirmektir.
Ülkemizde de İslâm’a baskıların olduğu devirlerde Sâmi Efendi Hazretleri ve emsâli Hak dostlarının büyük gayretlerini görmekteyiz.
Tasavvufun günümüzdeki lüzum ve ehemmiyetinin diğer bir yönü de, onun, insanları ıslah hususunda izlediği metot ve üslûptur:
Bilhassa zamanımızda nice insan, nefsâniyete ve ağır günahlara dalmanın rûhî buhrânı içindedir. Böyle kimselere bir ıslah ve kurtuluş imkânı sunmanın, onlara kızıp öfkelenmek yerine, tasavvufun vazgeçilmez düsturları olan, af, müsâmaha, merhamet ve şefkat yoluyla daha kolay olduğu âşikârdır.
Zira tasavvufî telâkkîye göre; günaha duyulan nefreti günahkâra taşırmamak gerekir. Hattâ günahkârı, kanadı kırık bir kuş gibi farz ederek, ona şefkat ve merhametle yaklaşmak îcâb eder.
Şu misaller, bu hakîkati ne güzel îzah eder:
Sahâbeden Ebu’d-Derdâ Hazretleri Şam’da kadılık yapıyordu. Bir gün şehri dolaşırken, halkın, bir günahkâra ağır sözlerle hakâret etmekte olduğunu gördü. Onlara:
“–Siz, kuyuya düşmüş bir adam görseniz, onu oradan çıkarmaz mısınız?” diye sordu.
“–Evet, çıkarırız!” dediler. Bunun üzerine Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-:
“–O hâlde kardeşinize ağır sözler söylemeyin, size âfiyet veren Allâh’a hamd edin!” dedi. Bunun üzerine onlar:
“–Siz bu günahkâra kızmıyor musunuz?” dediler.
Ebu’d-Derdâ Hazretleri şöyle cevap verdi:
“–Ben onun kendisine ve şahsiyetine değil, günahına kızıyorum, günahını terk ettiğinde, o yine benim din kardeşimdir.” (Abdürrazzâk, Musannef, XI, 180; Ebû Nuaym, Hilye, I, 225)
Mevlânâ Hazretleri’nden bir misal:
Dergâhtaki bir sohbet esnâsında, sarhoşun biri çıkagelir. Dervişler onu inciterek dışarı çıkarmak isterler. Hazret-i Mevlânâ, o sarhoşun hakîkati aramak için dergâha sığınan bir insan olduğunu düşünerek onu incitenlere hitâben;
“–Dokunmayın garibe! Görüyorum ki şarabı o içmiş, fakat siz sarhoş olmuşsunuz!” îkâzında bulunur.
Diğer bir misal:
Hüdâyî Vakfı’nda verilen bir iftara, iki sarhoş çıkagelir. Cemaatin bir kısmı hiddetle:
“–Böyle mübârek bir zamanda sarhoş gelen bu gâfilleri dışarı atalım!” derler.
Buna mukâbil, cemaatin içindeki sûfî meşrep bazı kişiler de:
“–Biz bunların günahına bakmayalım. Bu mübârek vakitte Allâh’ın iki aç kulu kapımıza geldi diye tasavvur edelim.” derler. O sarhoşları yedirir, içirir, alâkadar olurlar. Zamanla bunlardan biri tamamen hâlini ıslah edip sâlih bir derviş olur.
İşte tasavvufî üslûp, îman nîmetinden mahrumlara veya nefsânî zaaflara kapılmış olanlara, yılanların soğuk ve zehir saçan diliyle değil, rahmet lisânıyla yaklaşarak, onların evvelâ gönüllerini fethetmeyi hedefler.
Bu yüzden tarih boyunca gönlünü bir rahmet dergâhı kılmış olan gerçek mutasavvıflar, dâimâ toplumu aydınlatan birer irşad meş’alesi olmuşlardır. Bunun içindir ki Abdülkâdir Geylânî, Bahâüddîn Nakşibend, Mevlânâ, Yûnus Emre, Hüdâyî ve emsali Hak dostları dâimâ sevilmekte ve özlenmektedir.
Maalesef günümüzde İslâm’ı kendi hevâ, heves ve menfaatlerine göre yorumlayanlar var. Fakat Rabbimiz’in râzı olacağı şekilde yaşanacak İslâm nedir? Tabi ki Fahr-i Kâinat Efendimiz ve ashâbı gibi yaşamak. Yani İslâm’ı kalbî derinliğiyle, ahlâkî zarâfetiyle, takvâ hassâsiyetiyle yaşamak zarûrî.
Bu, İslâm’ın ta kendisi; ancak, farklı anlayışlardan ayırmak için, adına “takvâ” denilmekte, “zühd” denilmekte, “ihsan” denilmekte, hulâsaten “tasavvuf” denilmekte. Hepsi aynı hakîkatin farklı isimlerle adlandırılması…
Bu mânâda; bilhassa insanlığın maddiyâta ve nefsâniyete râm olduğu günümüzde tasavvufa olan ihtiyaç had safhada… Çünkü din, ancak takvâ hassâsiyeti ile korunabilir. Takvâ, en kısa tarifiyle Allah korkusu ve sevgisi…
Cenâb-ı Hak, mü’minleri tarif ederken;
“…Allah anıldığı zaman « وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ» onların yürekleri ürperir…” (el-Enfâl, 2) buyuruyor.
Demek ki “takvâ”; ürperiş içinde, rakîk, hassas bir kalp ile İslâm’ı yaşayabilmektir.
Dipnot:
[1] Buhârî, Rikāk, 1.