Hak Dostlarından Hikmetler
Altınoluk Dergisi, 2019 – Ekim, Sayı: 404, Sayfa: 032
Yunus Emre Hazretleri, takrîben 1240-1320 yılları arasında yaşamış bir Anadolu dervişi, bir gönül sultânıdır. Yaşadığı yıllar; Anadolu’nun Moğol istilâlarıyla sarsıldığı, siyâsî otoritenin zayıflayıp Selçuklunun dağıldığı, beylikler arasında çetin mücadelelerin başgösterdiği, kıtlık ve kuraklığın ortalığı kasıp kavurduğu, asıl felâket olarak da bâtıl fikir ve inançların gönülleri bulandırmaya başladığı, oldukça sancılı bir dönemdir. Bütün bu sıkıntılar, Anadolu’nun bereketli toprağında yeşerecek olan Osmanlı medeniyet çınarının sanki doğum sancıları gibiydi.
İşte bu hengâmda Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ bir lûtfu tecellî etti. Hazret-i Mevlânâ, Hacı Bektâş-ı Velî, Ahî Evrân-ı Velî, Ahmed Fakih, Geyikli Baba, Şeyh Edebali, Tapduk Emre, Yunus Emre ve emsâli Hak dostları silsilesi; Anadolu’daki yorgun, bitkin ve bedbin gönülleri, “İslâm, îman ve ihsân”ın ihyâ edici feyz ve rûhâniyetiyle yoğurup aşk-ı ilâhî ocağında pişirmeye başladı. Böylece bir “fazîletler medeniyeti” inşâ edecek olan “rahmet toplumu”nu âdeta bir ağ gibi dokuyarak istikbâle hazırladı.
Hazret-i Mevlânâ der ki:
“Ehlullâh’ın yüreklerinden taşan mübârek sesler ve sözler, İsrâfil’in Sûr’u gibi dirilticidir.”
İşte o Hak dostları kervanının arı-duru sesleri ve gönül uyandıran nefesleri, asırlar boyunca kıtaları gölgesine alacak olan Osmanlı medeniyet çınarının fidanına can suyu oldu. Anadolu erenleri ve Edebali silsilesi devam ettikçe, yani onların feyz aldıkları mânevî değerler topluma rûhâniyet tevzî ettiği müddetçe; Cenâb-ı Hakk’ın rahmet, bereket ve inâyeti de devam etti.
Hazret-i Mevlânâ’nın feyizli nazarlarına mazhar olan, asıl seyr u sülûkünü ise Tapduk Emre’nin dergâhında idrâk eden Yunus Emre Hazretleri de, asırlar boyunca hakîkate teşne gönülleri irşâd eden Hak dostlarındandır.
Mânevî hayatta her şey, hiçliğini idrâk ettikten sonra başlar. Derviş Yunus da nefsinin varlık, benlik ve ihtiraslarını, baş koyduğu Tapduk Emre Dergâhı’nın eşiğinde bırakarak rûhî ihtilâçlarını bertaraf ettikten sonra özünü buldu, aslî hüviyetine kavuştu, “Yunus Emre Hazretleri” oldu.
Bu mânevî tekâmül neticesinde; pınarlar, çeşmeler, değirmen dolapları ile gönül diliyle konuşmaya; hayvanât, nebâtat ve cemâdâtın hâl lisânından mânâ incileri devşirmeye başladı.
Esâsen kâinatta sergilenen ilâhî kudret nakışları, âdeta sessiz ve sözsüz şiirlerdir. Bu şiirleri okuyabilmek, kalplerdeki duyuşların derinliği nisbetinde mümkündür. Yunus Emre de bu kalbî rikkat ve derinliğe ulaşınca, kâinat kitabının sayfalarını çevirmeye başladı. Artık nereye baksa ilâhî kudret ve azametin mührünü görür hâle geldi. Nefesleri ilâhîlere dönüştü, şiirler hâlinde gönüllere akmaya başladı.
Cenâb-ı Hakk’ın her velî kulunda ayrı vasıflar ön plândadır. Kimisi mânevî tasarruflara, kimisi hayret makamının cezb ve istiğrâkı içinde sır kalmaya, kimisi de hâl lisânıyla irşâda memur kılınmıştır. Bunlar içinde Yunus Emre Hazretleri ise, ârifler gülistânında, kâh şevk ile şakıyan, kâh dertli dertli inleyen bir aşk-ı ilâhî bülbülüdür. Dilinden hikmet incileri saçılan, eşsiz bir mânâ deryâsıdır.
O, kendisine bahşedilen müstesnâ bir ifade kâbiliyetiyle, “sehl-i mümtenî” üslûbu içinde; yani dile getirilmesi hayli zor olan nice mücerred hakîkati, sanki kolayca söyleyivermiş gibi kelimelere dökmüştür. Kur’ân ve Sünnet’in hikmet ve hakîkatlerini, ayrı bir ufuktan, gönül dilinin şi’riyyeti içinde beyan etmiştir. İslâm ahlâkı, mârifetullah, muhabbetullah, ihlâs ve takvâ, dünyanın fânîliği, ölüm, kabir, esas hayat olan âhiret, o Anadolu dervişinin fikrinden zikrine yol bulan, kalbinden lisânına akseden en mühim mevzulardır.
Cenâb-ı Hak, Meryem Sûresi’nin sonunda:
“Îman edip de sâlih amellerde bulunanlara gelince, onlar için çok merhametli olan Allah, (gönüllerde) bir sevgi yaratacaktır.” (Meryem, 96) buyurmaktadır.
Hakîkaten Cenâb-ı Hak, sevdiklerini nasipli gönüllere sevdiriyor, onları unutturmuyor. Fânî ömürlerinden sonra da hâtıralarını yaşatıyor. Anadolu’nun pek çok köşesinde kabri/makamı bulunan Hak âşığı Yunus Emre Hazretleri de sevenlerinin gönüllerinde yaşamaya devam ediyor. Şiirleri Anadolu sınırlarını da aşarak, Balkanlarda, Kafkaslarda, Orta Asya’da, hattâ bütün Dünya’da elden ele, dilden dile, gönülden gönüle dolaşıyor.
İslâm tarihi boyunca nice Mevlidler yazıldı, bunlar içinde Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i asırlar boyunca devam ediyor. Nice Naatler yazıldı, Fuzûlî’nin Su Kasîdesi ve Nâbî’nin Naat’i hatırlanmaya devam ediyor. Nice halk şairi geldi geçti, birçoğu unutulup gitti. Bunlar içinde ise, halk şairliğinden ziyâde Hak şairi olan Yunus Emre unutulmuyor, gönüllerde aziz hâtırası devam ediyor. Şüphesiz ki bu hâl, Cenâb-ı Hakk’ın ihlâsa lûtfettiği bir teselsül bereketidir.
Yunus Emre Hazretleri, asırlar boyunca, bir taraftan sıkıntılar içindeki yorgun ve muzdarip gönüllere tesellî ve ferahlık vererek, diğer taraftan da bolluk ve rahatlık içindekileri gaflet ve rehâvetten îkaz ederek âdeta bir mânevî denge ve istikâmet miyârı olmaya devam etmektedir.
Öte yandan, asrımızda yaşanan baş döndürücü maddî terakkînin beraberinde getirdiği küreselleşme, insanlığın dünya görüşünde, değerler manzûmesinde ve hayat tarzında da çok hızlı bir değişime sebebiyet verdi. Dünyayı âdeta kasıp kavuran materyalizm, pozitivizm ve kapitalizm; mânevî değerleri aşındırdı.
Millî ve mânevî değerlerden arındırılmış batılı eğitim sistemi ve küresel sermayenin emrindeki televizyon, internet ve medya ile, insana âdeta âhiretsiz bir dünya hayâli dayatıldı. Sırf maddî menfaatleri için çılgınca bir tüketimi teşvik eden, nefsânî arzuları tahrik eden bu seküler yapı, insanı âdeta yaşamak için çalışmak yerine, çalışmak için yaşayan bir robot hâline getirdi.
Selde sürüklenen kütükler misâli, bu hayâsızca akına direnemeyen nice insan, asıl hayat olan âhireti unuttu. Bunun neticesinde de maddenin fâili değil, nesnesi hâline geldi. Servetin sahibi olmaktan çıkıp, kuklası oldu. Ekonomi çarklarının dönmesini sağlayan bir dişliden farksız duruma düştü.
Allâh’a kulluk gibi ulvî bir gaye için yaratılmış olan insanın, dünyevî, nefsânî ve süflî menfaatlere âdeta kul-köle edilmesi de onu rûhî buhranlara, mânevî tatminsizliğe, yalnızlık ve boşluk duygusuna, stres ve depresyonlara sürükledi.
İşte bugün, bâtıl inanç ve fikirlerin karanlıkları içindeki gönüllerde îman ışığı yakan, kalplerde Allah sevgisi uyandıran, yaratılana şefkat ve merhamet nazarıyla bakabilmeyi telkin eden, Yunus gönüllü âriflere, her zamankinden daha büyük ihtiyaç var. Gönül darlığından kurtuluş çareleri arayanlara, Hak dostlarının söyleyeceği çok söz var. Yunus’u, Yunus Emre Hazretleri yapan kültüre, terbiyeye, irfâna, vicdâna, mânevî değerlere bütün insanlığın ihtiyacı var.
Şimdi gelin, o Hak dostunun her biri irşad hazinesi olan şiirlerine gönül verelim. Onun mânâ dergâhına bir tefekkür ziyaretinde bulunalım. O rahmet dergâhından insanlığa verilen mesajı duymaya ve muktezâsına uymaya gayret edelim:
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin, bu nice okumaktır?
[Kul için her şey, ilâhî kudret ve azamet karşısında haddini bilmekten, yani kendi hiçliğini idrakten sonra başlar. Sır ve hikmetler, insana ancak bu idrâke erdikten sonra açılır. Bunun içindir ki:
مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ
“Nefsini bilen, Rabbini de bilir.” denilmiştir.
Yani kendi yokluk, hiçlik ve âcizliğini lâyıkıyla kavrayan bir kul; Rabbinin varlığını, birliğini, kudret ve azametini derinden idrâk eder. İnsan; kendisini yoktan var eden, rızıklandıran, nîmet veren sahibini tanıdığı zaman, “…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..”[1] âyetinde işaret edilen, gerçek mânâda “bilen”lerden olur. O zaman kendi cüz’î irâdesini, Rabbinin küllî irâdesine cân u gönülden râm edebilmeyi, canına minnet bilir. Hakîkî mânâsıyla kulluk da bu merhaleden sonra başlar.
Dolayısıyla gerçek câhil, eline hiç kalem-kâğıt almamış olan değil; çantası diploma tomarlarıyla dolu olsa bile, Rabbinin azameti karşısında kendisinin bir “hiç” hükmünde olduğunu idrâk edememiş olandır. Nefsinin gurur ve kibrinden dolayı âdeta gönül gözü âmâ olandır.
Cenâb-ı Hak, insana olan merhametinden ötürü, her vesîleyle hidâyet imkânları sunuyor, kulunu Cennet’e davet ediyor. Bunun için peygamberler gönderiyor, kitaplar gönderiyor; zerreden küreye sayısız kudret ve azamet tecellîleriyle dolu olan kâinâtı, bir hikmetler ve ibretler meşheri hâlinde kullarının gözleri önüne seriyor. Tâ ki insan nereye baksa, orada Cenâb-ı Hakk’ın kudret nişânelerini görebilsin. Kendine baksın, toprak terkibine baksın, atmosfere baksın; her gördüğü şeyde ilâhî sanatın eşsizliğini hayranlıkla temâşâ etsin…
İşte gerçek ilim, Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz lûtfunu ve sayısız nîmetlerini görüp O’na şükran duyguları içinde yaşamaktır.
Meselâ bir bardaktan su içerken düşüneceğiz: Su, 2 hidrojen 1 oksijenden oluşuyor; biri yanıcı, diğeri yakıcı. Hâlbuki Cenâb-ı Hak, o su ile bütün mahlûkata hayat bahşediyor.
Su, yeryüzünde sayısız mahlûkâtın içinden geçerek kirlenince, Güneş ışınlarıyla buharlaşıp semâya çıkıyor. Orada âdeta filtreden geçip temizleniyor, yine yeryüzüne rahmet olarak iniyor. Yeryüzü yaratıldığından beri, bu devr-i dâim acaba kaç sefer gerçekleşmiştir? Bir bardak suyun mâcerası, yani nereleri dolaştığı, kaç kez semâya çıkıp indiği yazılmak istense, ciltler dolusu kitap olur.
Su, istifâde ettiğimiz sayısız nîmetlerden sadece biri. Âyet-i kerîmede;
“Allâh’ın nîmetini saymaya kalksanız, onu sayamazsınız…” (en-Nahl, 18) buyruluyor.
İçtiğimiz su, soluduğumuz hava, yediğimiz gıda, velhâsıl farkında olduğumuz ve olmadığımız bütün nîmetler; Cenâb-ı Hakk’ın, şükründen âciz kaldığımız muazzam lûtuflarıdır.
Mü’min, dâimâ bunları ihsân eden Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak; “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Böylece; Rabbine hamd, şükür, zikir ve abd-i âcizlik içinde bir kulluk hayatı yaşayacak.
Düşüneceğiz ki bizler bu dünyaya “arz-ı endâm” için gönderilmedik. Yani nâil olduğumuz nîmetlerle şımarıp büyüklenmek ve taşkınlık yapmak için gönderilmedik. Bilâkis kendi hiçlik, yokluk ve acziyetimizin farkında olarak, huzûr-i ilâhîye yüz sürmek ve “arz-ı hâl” etmek için geldik. İşte bu kalbî kıvamı tahsil etmek için, bu dünya dershanesinde bulunuyoruz. En mühim tahsil de, kalbe bu terbiyeyi verebilmektir.
Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -rahmetullâhi aleyh-, sohbetlerinde asıl ilmin, Allah Teâlâ’nın kudret ve azametini kalben hissederek kendi hiçliğini müdrik hâlde yaşamak olduğunu ifade ederlerdi. Bu ilme sahip olmanın şerefini sık sık hatırlatırlardı.
Bir gün ziyaretine gelenlerden biri, hem Hazret’in duâsını almak hem de yeğenlerini tanıştırmak istemişti. Huzûruna girip el öperken;
“–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Duâlarınızı istirhâm ederiz!” diyerek yeğenlerini takdim etti.
Sâmi Efendi Hazretleri ise mânidar bir tebessümle onlara:
“–Fakir de Dâru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, mârifetullâh’ın tahsilidir!” buyurdu.
Bu sebeple her mü’min, dünyevî olarak hangi tahsili yapmış olursa olsun, mârifetullah’tan nasîb almalı, kalben Cenâb-ı Hakk’ı tanımalıdır. Kırıntı kabîlinden dünyevî bilgileri, hayatının esası zannetme gafletinden kendini korumalıdır.
Velhâsıl insan, fânî hayatında on tane fakülte bitirse, binlerce kitap okusa, fabrikalar kursa, fakat kendi özüne yabancı kalmışsa, yani kulluğunun farkına varamamışsa, bu dünyada var oluş gayesinden bîhaber yaşıyor demektir.
Necip Fâzıl gafletle geçen bir ömrü ne güzel hulâsa eder:
Tam otuz yıl saatim işlemiş ben durmuşum;
Gökyüzünden habersiz uçurtma uçurmuşum…
İşte nîmetlere takılıp o nîmetlerin gerçek sahibi olan Cenâb-ı Hak’tan gâfil hâlde yaşanmış bir ömürde kazanılan dünyevî bilgilerin, makam, servet ve şöhretin, Allah katında hiçbir kıymeti olmaz. Bu dünyevî apolet ve etiketlerin, son nefeste, kabirde, kıyamette, mahşerde, hesapta ve Sırat’ta bir fayda verebilmesi için, insanın evvelâ kendini bilmesi gerekir. Yani bu cihana gayesiz gönderilmediğini, Allah’tan gelip yine O’na döneceğini idrâk etmesi, dünyaya geliş ve gidişin mantığını kavraması îcâb eder.]
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Okumaktan mânâ ne, kişi Hakk’ı bilmektir,
Çün okudun bilmezsin, ha bir kuru emektir!
[Bir mekteb-i âlem olan bu fânî hayata, okumak için geldik. Nitekim ilk inen âyet-i kerîme “oku” emriyle başlar. Fakat bu okuma, aynı âyetin devamında bildirildiği üzere; “Allâh’ın adıyla bir okuma”dır.[2] Hayat, hâdisat, vukuât, kâinat, hep Cenâb-ı Hakk’ın adıyla okunduğu zaman kişiyi hakka ve hayra ulaştırır.
Bu ise, zihnî bir okumadan ziyâde, kalbî bir okuyuşu îcâb ettirir. Îmânın nurlandırdığı bir kalp gözüyle âlemleri temâşâ etmeyi gerekli kılar. İşte bu başarıldığı takdirde; kalbe zuhurât, sünuhât ve kudsî ilhamlar akmaya başlar, mârifetullah’tan tecellîler nasîb olur.
Nitekim Selçuklu Medresesi’nin dersiâmı olan Mevlânâ Hazretleri, zâhirî ilmin zirvesindeki o hâli için değil; kalben merhaleler kat edip kendisine nice sır ve hikmetin ayân olmaya başladığı, mârifetullah’tan ufuklar açıldığı, kulluğun hakîkatini idrâk ettiği zamanki hâli için; “piştim ve yandım” demiştir. Yine bu hâlin mânevî hazzı içinde;
“Ben kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben âciz kul, kulluğumu îfâ edemediğimden utandım. Ve ben başımı önüme eğdim. Her köle âzâd edilince sevinir. İlâhî! Ben ise, Sana kul-köle olduğum için sevindim…” demiştir.
İşte bu hakîkatlerin zıddına; kişiye kulluğunu, hiçliğini, acziyetini unutturan, onu gurur, kibir ve gaflete sevk ederek Hak’tan uzaklaştıran okumalar; hakîkatte kuru bir emekten, beyhûde bir yorgunluktan, hattâ ebediyet iflâsından başka bir şey değildir. Böyle kimseler, Kur’ânî ifadesiyle; “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ : Çalışmış, (fakat boşuna) yorulmuşlardır.” (el-Ğâşiye, 3)]
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Okudum bildim deme, çok tâat kıldım deme,
Eğer Hakk’ı bilmezsen, bu kuru lâf demektir!
[Nasıl ki namazı huşûdan uzak, gaflet içinde ve sırf şeklen kılanlara sevap yerine; “Yazıklar olsun o namaz kılanlara!”[3] şeklinde ağır bir îkâz-ı ilâhî geliyorsa, Hak’tan gâfil şekilde okumaktan da gerçek mânâda bir hayır beklenemez.
Gerçek ve faydalı ilim, kalbi Allâh’a vâsıl eden ilimdir. İnsanda bu bilgi yoksa, ne bilirse bilsin, hakîkatte câhil demektir.
Mârifetullah’tan nasîb almamış bir insan, -dünyevî bakımdan ne kadar bilgili olursa olsun- kalben ham ve nâdan kalmaya mahkûmdur. O, bu hamlığıyla meselâ tıp ilmini tahsil edip doktor olsa, hastaların şifâ bulması için gayret edeceğine, üç kuruş menfaati için organ kaçakçılığı yapan bir insan kasabı oluverir.
Hukukçu olsa, adâlet tevzî edeceği yerde bir suç şebekesi lideri veya zâlim bir cellât oluverir.
Yunus Emre’nin; “gönlümüz aynasıdır” dediği Mevlânâ Hazretleri’nin ifadesiyle;
“Adâlet nedir? Adâlet, meyve ağaçlarını sulamaktır. Zulüm nedir? Dikenleri sulamaktır. Adâleti bilmeyen kişi, kurt yavrusunu emziren keçiye benzer (ki besleyip büyüttüğü zâlim, gün gelir onu da paramparça eder.)”
Nasıl ki hukukçu olanın kalbine evvelâ adâlet duygusunu ve hakkāniyet şuurunu aşılamak gerekirse -hangi sahada olursa olsun- ilim tahsil edenin kalbine de Allah korkusu ve muhabbetini, kul hakkı hassâsiyetini, îmânın ilk meyvesi olan şefkat ve merhameti de nakşetmek gerekir.
Nitekim günümüz dünyasında merhamet bilmeyen, insanlığa, insâfa ve vicdâna veda etmiş olan zâlimlerin ellerindeki maddî güç ve teknik üstünlüğün, insanlığa nasıl fayda yerine zarar getirdiğini, bilhassa mazlum müslümanlara yaşattıkları vahşetlerle açıkça görüyoruz. O zâlimler, sırtlanların bile yapamayacağı zulüm ve vahşetin kat kat fazlasını, sahip oldukları dünyevî bilgiler sayesinde kolayca yapabiliyorlar. Zayıf ve güçsüzlerin vatanlarını birer mâtem ülkesine çeviriyorlar.
Demek ki gerçek mânâda faydalı olan ilim tahsili, sadece bilgileri zihne depolamaktan ibaret değildir. İlmin kişiye dünyâ ve ukbâda fayda sağlaması için, o kimsenin mânevî terbiye ile seviye kazanması, vicdânının ve ahlâkının olgunlaşarak kalbinin bir rahmet dergâhı hâline gelmesi zarûrîdir.
Bunun için de ilim tahsilinin mutlakâ çift kanatlı yapılması şarttır. Yani dünyâ ve ukbâ dengesi, madde ve mânâ birlikteliği, akıl ve ruh âhengi, bilgi ve ahlâk bütünlüğü içinde bir tahsil hayatı elzemdir.
Mevlânâ Hazretleri der ki:
“Bilginin iki kanadı vardır, şüphenin tek kanadı… Tek kanatlı bir kuş, çabucak tepetaklak düşer.”
Nasıl ki tek kanatla uçmaya çalışan bir kuş, çok geçmeden aç bir kedinin lokması oluverirse; mâneviyattan mahrum bir ilim tahsili de, nesillerin âhiretini mahveder.]
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Ben gelmedim dâvî için, benim işim sevî için,
Dostun evi gönüllerdir, gönüller yapmaya geldim…
[Kalpler, nazargâh-ı ilâhîdir. Cenâb-ı Hakk’a kalpten daha yakın bir varlık yoktur. Dolayısıyla bu kadar şerefli bir varlığın, kulu Rabbinden uzaklaştıran, fânî, nefsânî ve süflî arzuların bataklığına dönüşmesine, bir mü’minin rızâ göstermesi mümkün değildir.
Yunus Emre Hazretleri de dünyaya geliş gayesini; “Dost’un evi olmaya lâyık gönüller inşâ etmek” diye hulâsa eder. Bunun için sen-ben dâvâsını, varlık ve benlik iddiâlarını bir kenara bırakarak, büyük bir muhabbet, şefkat ve merhametle, yani seve seve, kendini hizmet ve gayrete adamak gerektiğini ifade eder.
Yine Yunus Emre’nin ifadesiyle “gönül yapmak”; bir insanı sadece maddî ve dünyevî mânâda sevindirmek değil, onun kalbini Allah ile buluşturmaktır. Îman, Kur’ân ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile tanıştırmaktır. Böylece onun ebedî hayatını güzelleştirebilmektir.
Hakîkaten, nazargâh-ı ilâhî olması gereken bir kalbi; küfür, şirk, nifak, günah ve gafletin karanlıklarından kurtarmak, onu En Yüce Dost olan Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet dolu nazarlarına mazhar olacak sâfiyete kavuşturmaya çalışmak, bir insana yapılabilecek hizmetlerin en büyüğüdür.
Bir kalpten Allâh’ın râzı olmadığı hâlleri temizleyip onu îman, ihlâs, takvâ, muhabbetullah ve mârifetullâh ile tezyîn edebilmeye çalışmak, “gönül yapma”nın en güzel şeklidir. Allâh’ın huzûruna götürülebilecek en güzel sâlih amel de, bir insanın ebedî saâdetine vesîle olabilmektir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Her kim bir canı ihyâ ederse bütün insanları ihyâ etmiş gibi olur…” (el-Mâide, 32)
Bir insanın fânî ve dünyevî hayatını kurtarmak bile bu kadar değerliyse, onun mânevî ve ebedî hayatını kurtarmak, Allah katında kim bilir ne kadar değerlidir? Mânen hasta, hattâ ölü hâldeki bir kalbe, îman ve takvâ ile âdeta yeniden hayat aşısı yapabilmek de, bütün insanlığa hayat vermek gibi muazzam bir hizmettir. Nitekim Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurmuşlardır:
“Allâh’a yemin ederim ki, Cenâb-ı Hakk’ın senin vâsıtanla bir kişiyi hidâyete erdirmesi, (en kıymetli dünya nîmeti sayılan) kızıl develere sahip olmandan daha hayırlıdır.” (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 9)
“…Allâh’ın senin elinle bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için üzerine Güneş’in doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (Hâkim, Müstedrek, III, 690)
Bugün de gönüller; İslâm’ın şefkat, merhamet ve güler yüzüne muhtaç. Zira kimi insan imkânını kaybetmiş, kimiyse îmânını. Dolayısıyla onlara gösterilecek asıl merhamet; sırf maddî yardımdan ibaret olamaz. Maddî yardımlara ilâveten, yerine göre tesellî edici bir söz, bir tebessüm, tatlı dille bir nasihat, fiilî bir örnek olup lisân-ı hâl ile yapılan bir tebliğ, en güzel şefkat ve merhamet tezâhürüdür.
Cenâb-ı Hak da, mü’min kullarının “gönüller yapma”yı dert edinmiş kimseler olmalarını arzu etmektedir. Nitekim âyet-i kerîmede;
“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten meneder ve Allâh’a inanırsınız…” (Âl-i İmrân, 110) buyrulmaktadır.
Bunun için her mü’min, gönlünü bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir rahmet dergâhı, bir mânevî rehabilite merkezi hâline getirmeye azmetmelidir. Zira kendi kurtuluşun, başkalarının da kurtuluşuna hizmet etmekten geçtiğini bilmelidir. Bu sebeple de yaşadığı toplumda İslâm ahlâkının güzel bir temsilcisi olmaya gayret göstermelidir. Yaptığı iyiliklerin, gönüllerde İslâm’a muhabbet meyli doğuran en tesirli tebliğ vesîlesi olduğunu unutmamalıdır. Buna mukâbil, yaptığı yanlışların da İslâm’a fatura edilebileceğini, gönüllerin hak dinden uzaklaşmasına sebebiyet verebileceğini hatırından çıkarmamalıdır. Bu vebâle girmemek için de hâl ve tavırlarına son derece dikkat etmelidir.]
Cenâb-ı Hak hepimizi İslâm’ın güler yüzünü temsil edebilen, gayret-i dîniyye sahibi, güzel ahlâklı, sâlih kullarından eylesin. Elinden, dilinden, hâlinden ve kālinden, bütün insanlığın, hattâ bütün mahlûkâtın müstefîd olduğu bir rahmet insanı olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsan buyursun.
Âmîn!..
Dipnot:
[1] ez-Zümer, 9.
[2] Bkz. el-Alak, 1.
[3] Bkz. el-Mâûn, 4-5.