Hak Dostlarından Hikmetler
Altınoluk Dergisi, 2020 – Mart, Sayı: 409
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Karga ile bülbülü bir kafese koysalar,
Birbiri sohbetinden dâim melûl değil mi?
Öyle ki karga diler bülbülden ayrılmayı,
Bülbülün de gönlünde maksûdu şol değil mi?
[Bir bülbüle:
“–Öt!” demişler, ötmemiş. Yine;
“–Öt!” demişler, ötmemiş. Nihayet:
“–Bak eğer ötmezsen, seni altın bir kafese kapatırız; lâkin yanına da bir karga koyarız!..” tehdidinde bulunmuşlar. Bunu duyan bülbül, kafesin altın olmasına rağmen, karga ile beraberliğin ıztırâbından korkarak, başlamış ötmeye…
Bülbül de karga da, sayısız türden hayvanat içinde birer kuştur. Lâkin fıtrat ve istîdatları, zevk ve hazları çok farklıdır. Her ikisinin de kuş olması, mizaç ve fıtratlarındaki ayrılığı bertaraf edemez.
İnsanlar da böyledir. Maddî bedenleri itibâriyle hepsi de -neredeyse- aynıdır. Lâkin iç dünyaları, hâlet-i rûhiyeleri, zarâfet ölçüleri, bediî duyguları, velhâsıl mânevî keyfiyetlerine göre, bambaşka âlemlerin insanları olabilmektedirler.
Hâfız-ı Şîrâzî der ki:
“İnsan; birkaç damla kan, binbir endişeden ibarettir.”
Yani maddî bakımdan neredeyse aynı olan insanların gönül âlemleri bambaşkadır. İç dünyaları itibâriyle ikiz olan iki insan yoktur. İnsan da kalbinin mânevî keyfiyetine göre bir uhrevî mevkîde bulunacaktır. Kalp âlemi Cennet sıfatlarıyla dolu olan Cennet’e gidecek, Cehennemî vasıflarla dolu olansa Cehennem yolcusu olacaktır.
Diğer taraftan dostluk, ülfet ve muhabbet; müştereklikten kaynaklanır. İnsan, muhâtabında ne kadar kendisiyle ortak vasıflar görürse, o kadar muhabbet duymaya başlar. Bunun aksine muhâtabında, kendi vasıflarının ne kadar zıddını görürse, o kadar buğz ve nefret hisleriyle dolar. O kimseyle bir arada bulunmaktan hazzetmediği gibi, bilâkis büyük bir rûhî ıztırap duyar.
Yani her kuş kendi cinsiyle uçtuğu gibi, her mizaç da kendi mizâcıyla huzur bulur. Bu sebeple ünsiyet edilecek kimseler arasındaki gönül denkliği ve kalbî beraberlik, maddî denklikten ve zâhirî yakınlıktan çok daha öncelikli olarak bulunmalıdır.
Nitekim bir kelâm-ı kibarda şöyle buyrulur:
“Üç kişiye daha çok acımak gerekir:
* Zenginlikten sonra fakirliğe düşene,
* Hatırlı iken îtibârını kaybedip zelil olana,
* Câhiller arasında kalan (ve kadr u kıymeti bilinmeyen) âlime.”
Bir atom parçalandığında, müthiş bir enerji açığa çıkıyor. Bu enerji -iki uçlu bir bıçak gibi- hayra da kullanılabiliyor, şerre de. Bunun gibi insanın kalbinden de -radyasyon gibi- gözle görülmeyen fakat tesiri muhakkak olan bir enerji çıkar. Bunun müsbet olanına “feyz” ve “rûhâniyet” diyoruz, menfî olanına ise “gaflet” ve “kasvet” diyoruz.
Mahmud Sâmi Ramazanoğlu -rahmetullâhi aleyh- birçok sohbetinde şu hâdiseyi naklederdi:
“Beylerbeyi’nde oturan Âdil Bey isminde, mânevî hâl sahibi ve keşfi açık bir zât vardı. Zaman zaman ziyaret ederdim. Bir gün bana şu tavsiyede bulundu:
«Gâfillerden kendini koru! Onlarla oturup sohbet etme! Zira kalpten kalbe in’ikâs olur. Karşındakinin günah hâli sana da sirâyet eder. Sirke küpünden sirke sızar, bal küpünden bal sızar.»
Daha sonra başından geçen bir hâdiseyi anlattı:
«Hicrî 1340 senesinde İstanbul’da Ayasofya Câmii’nde mevlid okundu. Câmi, mahfillerine kadar doluydu. Âlimler ve talebeler hep sarıklı olarak câmide yerlerini almışlardı. O zamanki cemaatin ekserîsi ilim ehli olduğundan, muhtelif hâlleri topluluğa başka bir heybet verirdi. Zamanın güzîde hâfızları Kur’ân-ı Kerîm ve mevlid-i şerîf okumaya başladılar.
Fakir de kürsüye yakın bir yerde oturmuş, dinliyordum. Biraz sonra bir kabz hâli geldi. Sıkıldım, bunaldım, daraldım… Hâlbuki Ayasofya gibi bir câmide, cemaat-i müslimîn içinde, Kur’ân ve mevlid okunurken böyle bir kabz ve sıkılma hâli olmaması gerekirdi.
Merakla sebebini araştırdım. Bir de ne göreyim; karşımda kasvet-i kalbe müptelâ olmuş bir adam var! Göğsü göğsüme karşı gelmiş… Oradan akis alarak sıkıldığımı anladım ve yerimi değiştirdim. Biraz ferahladım. Fakat bunun tesirini bir hafta kadar üzerimden atamadım…»
Böyle hâller birçok mü’minin başından geçmiştir. Binâenaleyh insan, yanında veya karşısında oturanların sâlih, sâdık ve kalbi saf kimseler olmasına dikkat etmelidir.”[1]
Yine, küfür ehli ve fâsık kimselerle dostluğun menfî bir hâl transferine sebep olup kalbe kasvet ve zulmet vermesi hususunda İmâm-ı Rabbânî Hazretleriʼnin bir mektubunda naklettiği şu hâdise ne kadar ibretlidir:
“Bir keresinde hasta bir şahsın ziyaretine gitmiştim. Ölüme yaklaşmıştı. Hâline teveccüh ettiğimde gördüm ki, kalbi şiddetli karanlıklar içinde. Her ne kadar bu karanlığın kalkması için teveccüh ettiysem de hiç kalkmadı. Çokça teveccühten sonra mâlûm oldu ki; bu karanlıklar, küfür ehlinden kendisine sirâyet eden menfî hâllerden kaynaklanmaktadır. Bu sıkıntıların menşei, küfür ehli ile dost geçinmiş olmasıdır.
Bundan sonra anladım ki; bu karanlıkların def’i için teveccüh etmek yerinde bir iş değil… Zira onun bu karanlıklardan temizlenmesi, Cehennem azâbına kalmıştır ki, küfür ehliyle beraberliğin cezâsı budur.
Bu arada, şu dahî mâlûm oldu ki; îmandan bir zerre, onu ebedî Cehennem azâbında kalmaktan kurtaracaktır. Bu da, o miktar îmânın bereketiyle olacaktır.
Daha sonra hatırıma; «Acaba bunun cenâze namazını kılmak câiz mi, değil mi?» suâli geldi. Bu da teveccühten sonra belli oldu ki, onun namazını kılmak yerinde olur. O müslümanlar ki, îmânın varlığıyla beraber küfür ehlinin âdetlerini icrâ ederler ve onların günlerine hürmet ederler… Onların yine de namazını kılmak gerekir. Onları küffâr arasına katmak doğru olmaz… İşin sonunda, onların ebedî azaptan kurtulmalarını ummak da yerinde olur.” (Bkz. Mektubât-ı İmâm-ı Rabbânî, c. I, 266. Mektup)
Sâlih ve sâdık mü’minlerle beraber olup kâfirler ve fâsıklardan uzak durmak hususunda âyet-i kerîmelerde şöyle buyrulmaktadır:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve sâdıklarla beraber olun!” (et-Tevbe, 119)
“…Zâlimler topluluğu ile oturma!” (el-En‘âm, 68)
Yine, Allâh’ın sevdiklerini sevip sevmediklerinden uzak durmanın ehemmiyetini beyan sadedinde bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:
“Kim bir kavmi severse, Allah Teâlâ onu onların arasında haşreder.” (Heysemî, X, 281)
Mü’minler için; gönül ehli, sâlih ve sâdık kullarla beraberlik; sadra şifâ, rûha gıda olan bir huzur vesîlesidir. Nitekim ashâb-ı kirâm, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sohbetinde müstesnâ bir vecd ve istiğrak hâli yaşarlardı. Sanki başlarının üstüne bir kuş konmuş, kıpırdasalar uçacakmış gibi, pür-dikkat Efendimiz’i dinler, gönülleri ulvî hislerle dolar, bambaşka bir hâlet-i rûhiyeye bürünürlerdi.
Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in söz, fiil ve takrirlerinin yanı sıra, bir de güzel yüzüyle birlikte dışına yansıyan, hissedilen, fakat sözle ifade edilemeyen “hâl”lerinden de istifade ederlerdi.
Nitekim bugün bizler de aynı âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri okuyoruz. Fakat ashâb-ı kirâmın aldığı o feyz ve rûhâniyeti alamıyoruz. Çünkü Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sadır âleminden süzülerek gelen o hâl sirâyetinden mahrûmuz.
Bunun yegâne telâfîsi ise Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e olan muhabbetimizi, yani kalbî irtibatımızı artırmaktır. Nitekim Yemen illerinde bir Peygamber âşığı olan Veysel Karanî Hazretleri, mekân olarak Allah Rasûlü’nden uzakta bulunmasına ve O’nu görememiş olmasına rağmen, engin muhabbetinden kaynaklanan kalbî yakınlığı sâyesinde Peygamber Efendimiz’den mânen müstefîd olmuştur. İki kalp arasındaki o muhabbet bağında nice mânevî alışverişler gerçekleşmiştir.
Nitekim Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Yemen’e doğru dönmüş ve:
“Ben Yemen’den gelen nefes-i Rahmânî’yi duyuyorum.” buyurmuştur. (Taberânî, Kebîr, VII, 52/6358)
Yine hırka-yı saâdetlerini Veysel Karanî Hazretleri’ne göndererek:
“Bunu giysin ve ümmetime duâ etsin.” buyurmuşlardır. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 223-225)
Demek ki kalpler arasında muhabbet bağı varsa, mekân bakımından uzakta olmanın bir ziyânı yoktur. Bunun zıddına, gönüller birbirinden uzaksa, zâhiren yakın olmanın da bir faydası yoktur. Nitekim bu hâli ifade sadedinde; “Yemen’deki yanımda, yanımdaki Yemen’de!” tâbiri meşhur olmuştur.
Onun için Allâh’ın sâlih ve sâdık kullarıyla kalben beraberlik, mânevî bir hazine değerindedir. Bunun aksine, Allâh’ın sevmediği, bâtılın esiri olmuş gayr-i müslimler ve nefsâniyetin kulu-kölesi hâline gelmiş olan gâfillerle kalbî beraberlik de, rûha zehir saçan mânevî bir felâkettir.
Cenâb-ı Hak bize namazın her rekâtında Fâtiha Sûresi’ni okutturuyor. Bu o kadar mühimdir ki, bir insan namazda hatim indirse, fakat Fatiha Sûresi’ni okumasa, namazı yeniden kılması lâzım gelir. Fatiha’daki -akâid bakımından- en mühim hususlardan biri ise şu âyet-i kerîmelerde beyan edilmektedir:
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ . صِرَاطَ الَّذ۪ينَ اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ
“Bizi doğru yola, kendilerine nîmet verdiklerinin yoluna ilet!..” (el-Fâtiha, 6-7)
Yani mü’min, her hâl ve hareketiyle, kendilerine nîmet verilmiş olan “peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin”[2] istikâmetinde bulunmanın gayreti içinde olmalıdır. Bunun için hayatında sâlih mü’minlerin safında yer almalı, onlarla hâl ve amel beraberliği içinde bulunmaya gayret göstermelidir. Buna ilâveten:
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ وَلَا الضَّالّ۪ينَ
“…Gazaba uğrayanların ve sapıkların (yoluna) değil.” (el-Fâtiha, 7) âyetinde de beyân edildiği üzere, gayr-i müslimlerin ve hak yoldan sapmışların yoluna uymaktan ve onlara benzemekten sakınmalıdır. Hasbe’l-kader böyle kimselerin yakınında bulunmak mecburiyeti hâsıl olursa, onların tesiri altında kalmaktan kalbini korumalı, bilâkis onlara tesir etmeye gayret göstermelidir.
Zira Allah ve Rasûlʼünün düşmanlarına sempati ve hayranlık duymaktan, hattâ onlara en ufak bir iltifat nazarıyla bakmaktan bile kalbi korumak gerekir. Aksi hâlde bu nevi tavırlar, onların îtibârını artıracağından, Allâh’ın gazabına sebebiyet verir.
Unutmayalım ki, Allâh’ı ve O’nun sevdiklerini sevmek kadar, O’nun sevmediklerinden kalben uzaklaşmak da îmânın bir gereğidir. Hakka ve hayra duyulan muhabbet nisbetinde onun zıddı olan bâtıl ve şerre karşı buğz ve muhâlefet hissi taşımamak, bir îman zaafıdır.
İmâm Gazâlî’nin Kimyâ-yı Saâdet adlı eserinde nakledildiğine göre Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- şöyle buyurmuştur:
“Allâh’a isyan edenlere düşmanlık duymak sûretiyle Allâh’a dost olun! Âsîlerden uzak durmakla Allâh’a yaklaşın ve onlara buğz etmekle Allâh’ın rızâsını kazanın!..”[3]
Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, elinde bir kısım Tevrat sayfaları ile Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelip:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunlar Tevrat’tan bazı kısımlar… Onları Zurayk Oğulları’na mensup bir arkadaşımdan aldım.” dedi.
Peygamber Efendimiz’in yüzünün rengi birden değişiverdi. Bunun üzerine Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, Hazret-i Ömer’e:
“–Allah senin aklını başından mı aldı?! Rasûlullâh’ın yüzü ne hâle geldi, görmüyor musun?!” dedi.
Hatâsını anlayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- hemen;
“–Rab olarak Allah’tan, dîn olarak İslâm’dan, peygamber olarak Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, rehber olarak Kur’ân’dan râzı olduk.” dedi.
Bunun üzerine Allah Rasûlü’nün üzüntüsü gitti, yüzünde âdeta güller açtı. Sonra da şöyle buyurdu:
“–Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, eğer Mûsâ -aleyhisselâm- aranızda olup da ona uyarak beni terk etseydiniz, derin bir dalâlete düşmüş olurdunuz. Siz ümmetler içinde benim nasîbimsiniz, ben de peygamberler içinde sizin nasîbinizim.” (Heysemî, I, 174)
Velhâsıl gerçek bir îman; lâyığına muhabbet, müstahakkına da nefreti gerekli kılar. Nitekim Fetih Sûresi’nin son âyetinde, Peygamber Efendimiz’in yanında bulunan mü’minlerin vasıfları zikredilirken “kâfirlere karşı çetin (yani zerre kadar tâvizsiz), kendi aralarında ise merhametlidirler”[4] buyrulmaktadır.
Demek ki gayr-i müslimlerin bâtıl inançlarından en ufak bir in’ikâs alınmayacak. Onların örf, âdet ve inançlarına karşı gönülde en küçük bir temâyül ve sempati bulunmayacak. Zira İslâm mükemmeldir; mükemmelin ise tahrife uğramış ve bozulmuş olandan alacağı bir şey yoktur.
Yıllar önce, meşhur filozof ve siyaset adamı, eski Fransız komünist parti büro şefi Prof. Roger Garaudy İslâmʼı tedkik edip müslüman olduktan sonra İstanbul’a gelmişti. Yıldız Sarayı’nda bir konferans veriyordu. O konferansta Garaudy dinleyicilere hitâben şöyle demişti:
“–Sizler, dîn olarak, fikir olarak sağlamsınız. Batı ise her bakımdan hastadır. Fakat ne gariptir ki, siz hastayı taklit ediyorsunuz, kendi sağlamlığınızdan haberiniz yok!..”]
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Ete kemiğe büründüm,
Yunus diye göründüm!
[Hepimiz, âlem-i ervahtan bu imtihan âlemine gönderilen ruhlardan bir ruh taşıyoruz. Dünya âleminin şartlarına göre, türâbî bir yapı ile, etten-kemikten bir kalıba bürünerek vücûda geldik. Vücudumuzun maddî yapısı olan beden, âdeta rûhumuzun giydiği bir elbise hükmünde. Bu ten elbisesi, toprağa verilecek bir kurbandır. Nitekim son nefesten sonra o elbiseyi kabre bırakıp îman ve amellerimizle berzah âlemine adım atmış olacağız. Bedenimiz ise, aslına rücû ederek toprağa dönecek.
Hiçbir insan, ana-babasını, doğduğu zaman ve mekânı, mensup olduğu milleti, cinsiyetini, ten rengini, bedeninin şeklini-biçimini kendisi tayin etmemiştir. Dolayısıyla bunlardan ötürü Allah katında bir mes’ûliyeti de yoktur. Mühim olan, insanın gözünün-kaşının güzelliği değil; edep, hayâ ve ahlâkının güzelliğidir. Yani sûret yapısı değil, sîret yapısıdır.
Nitekim hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“Allah, sizin sûretlerinize (dış görünüşünüze) ve mallarınıza bakmaz! Fakat sizin (ihlâs ve takvâ bakımından) kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)
Dolayısıyla bedenimizin şekli/biçimi, ten rengi, mensup olduğu kavim-ırk vs. Allah katında bir değer ifade etmez. Tamamen takdîr-i ilâhî neticesi olan bedene âit vasıfların dâvâsını gütmek ve bunlara bir üstünlük veya noksanlık mânâsı yüklemek, abesle iştigaldir.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
“…Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, Oʼna karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır…” (el-Hucurât, 13)
Takvâ ise bedene değil, kalbe âit bir keyfiyettir.
Bütün müslümanlar kardeştir. Şeytanın ateşten yaratıldığını, dolayısıyla topraktan yaratılmış olan Âdem’den üstün olduğunu iddiâ etmesiyle başlayan ırkçılık ise, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz tarafından kesin bir dille yasaklanmıştır. Vedâ Hutbesi, bunun şâheser bir vesîkasıdır.
Dînî duyguların zayıflayıp cehâletin ortalığı kapladığı zamanlarda ise maalesef ırk asabiyeti, din asabiyetinin önüne geçebiliyor. Irkçılığın yegâne freni, İslâm’dır. İslâm bütün mü’minleri -hangi ırktan olursa olsun- kardeş îlân etmiştir. Esas kardeşlik de îman kardeşliğidir, gönül kardeşliğidir. Bu kardeşlik yoksa, biyolojik kardeşliğin de bir faydası yoktur.
Nitekim Hazret-i Âdem’in iki oğlu Hâbil ile Kābil de biyolojik bakımdan kardeş idiler. Fakat kalp dünyaları çok farklıydı. Kābil, nefsânî ihtiraslar ve kıskançlığa kapılarak kâtil oldu. Hâbil ise haksız yere bir cana kıymaktansa mazlûmen maktul olmayı tercih eden bir fazîlet kahramanı oldu. Biyolojik bakımdan bir peygamber evlâdı olmak, Kābil’e fayda vermedi.
Yine Nûh -aleyhisselâm-’ın oğlu Kenan, îmân etmemiş, babasının davetine yüz çevirip küfrün karanlık girdaplarında boğulmayı tercih etmişti.
Onun bu hâline üzülüp duâ eden Hazret-i Nûh’a Cenâb-ı Hak şu îkazda bulundu:
“Ey Nûh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir!..” (Hûd, 46)
Yani Kenan, bir peygamber evlâdı olduğu hâlde, babasıyla aynı gönül dünyasını paylaşmadığı için onun hakîkî mânâda ailesinden olma şerefini hak edemedi ve neticede helâk olmaktan kurtulamadı.
Aynı şekilde Nûh -aleyhisselâm-’ın ikinci karısı ve Lût -aleyhisselâm-’ın karısı da fâsıklarla beraber oldukları için ilâhî gazaba dûçâr oldular. Peygamber hanımı olmak bile kendilerine fayda vermedi. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Allah, inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hainlik ettiler. Kocaları, Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara: «Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin!» denildi.” (et-Tahrîm, 10)
Onlar, birer peygambere zevce olmuş, ömürlerinin büyük bir kısmını o mübârek zâtların yanında geçirmişlerdi. Fakat onların gönül dünyalarına yabancı kalarak fâsıklara meylettiler. Bundan dolayı da acı bir azâba dûçâr oldular.
Demek ki sâlih ve sâdık kullarla gönül beraberliği, hâl beraberliği, amel beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği yoksa, zâhirî yakınlıkların faydası olmuyor.
Dîne mesafeli duran, fakat dinden tamamen kopmayı da göze alamayan, aklı ve gönlü karışık bazı kimselerden zaman zaman; “Benim dedem de hocaydı, babam da hacıydı…” kabîlinden sözler duyulur. Fakat hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere:
“…Amelinin kendisini geride bıraktığı kişiyi, nesebi öne geçiremez.” (Müslim, Zikir, 38; İbn-i Mâce, Mukaddime, 17)
Dolayısıyla hiç kimse anasının-babasının yediği yemekle doymayacağına göre, herkes ebedî kurtuluşu için ciddî bir gayrete girmekle mükelleftir.
Velhâsıl, her insan ete-kemiğe bürünerek bu dünya misafirhanesine gelir. Fakat mühim olan burada “Yunusça” görünebilmektir. Hakk’a yakın kulların şahsiyet ve karakterini sergileyebilmektir. Yunus ve emsâli Hak dostları gibi; seven, sevilen, gönüller yapan, bu fânî gök kubbede yıldızlar gibi nurlu izler bırakabilen sâlih kullardan olabilmektir…]
Cenâb-ı Hak, râzı olduğu istikâmet üzere bir hayat yaşayıp müslümanlar olarak can verebilmeyi, sâlihlerle haşrolunmayı, huzûruna kalb-i selîm ile varabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. M. Sâmi Efendi, Mükerrem İnsan, s. 62-63; Bayram Sohbetleri, s. 39.
[2] Bkz. en-Nisâ, 69.
[3] Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, sf. 242, Erkam Yay. İstanbul, 1989.
[4] Bkz. el-Fetih, 29.