DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
29 Haziran 2020 Sohbeti
Kardeşlerimiz, günümüz mübârek olsun!
Sohbetimize bereket olması için, rûhâniyetin artması için, üç İhlâs, bir Fâtiha;
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, pâk, latîf, mübârek rûh-i şerîflerine;
Ehl-i Beyt’in, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle şehidlerimizin ve geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine;
Cenâb-ı Hakk’ın dînimizi, vatanımızı, milletimizi, bütün İslâm dünyasını şerirlerin şerlerinden muhafazası duâsıyla;
Diğer taraftan, hayırların celbi, şerlerin def’i, ümmet-i Muhammed’in sıhhat ve selâmeti;
Diğer taraftan hastalıklarımıza şifâ, dertlilerimize devâ, borçlularımıza edâ, nâ-murâd olanların bermurâd, nâşâd olanların karîben handân u şâdân olması niyaz ve duâsıyla;
Bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem kardeşlerimiz! Allah nasib ederse -inşâallah- her pazartesi günü, Nebîler Silsilesi, onun nihâyetinde de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in Siyer-i Nebî dersimize devam edeceğiz, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla -inşâallah-.
Geçen dersimizde, meleklerin secdeye mecbur kılındığı Âdem -aleyhisselâm-’dı mevzumuz. Dilimizin döndüğü kadar anlatmaya gayret ettik.
Bundan sonraki sohbetlerimizde de Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçen peygamberler, yani 25 ve 3 de şüpheli, 28 peygamberin fârik vasıfları… Tabi en sonunda Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bu, bütün peygamberlerin daha ötesinde, yüksek, çok yüksek bir fazîlet… O’nu dilimizin, kalbimizin gücü kadar anlatmaya gayret edeceğiz -inşâallah-.
Zira peygamberlerin her biri, bizim için bir üsve-i hasene / örnek şahsiyet, örnek karakter. Hepsi en güzel bir karakter âbidesi, mürşid-i kâmiller, mürşid-i kâmil olmaya bir numûne. Ham insanın olgunlaşmasına… Her biri insanın farklı hususiyetlerini terbiye ediyor.
Bugünkü sohbet sıramızda, İdris -aleyhisselâm-. Yani Âdem -aleyhisselâm-’dan sonra Kur’ân’da ismi bildirilen ikinci, İdris -aleyhisselâm-. Arada Şît -aleyhisselâm- var ama, o, Kur’ân-ı Kerîm’de ismi geçmeyen, ancak hadîs-i şerîflerle bildiğimiz bir peygamber.
Ondan sonra -inşâallah- Nûh -aleyhisselâm-, Hûd -aleyhisselâm-, Sâlih -aleyhisselâm-, İbrahim -aleyhisselâm- devam edeceğiz, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla -inşâallah-.
Tabi en sonra da yine bahsettiğimiz gibi, son olarak da bütün peygamberlerin fârik vasıflarını cem eden, âlemlere rahmet olarak gönderilen, Fahr-i Kâinât Efendimiz’i, gücümüz nisbetinde, kelimelerin mahdut imkânları içinde, âcizâne arz etmeye çalışacağız, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuyla -inşâallah-.
Tabi bu, Nebîler Silsilesi’ni ders olarak anlatmanın bir faydası da, işte günümüzde herhâlde bir âhiret endişesi duymamız, bu, kahrolan kavimlerin olan insanlarının bugün günümüzde tekrar meydana gelmesi.
Tabi bunun için ne tavsiye ediliyor? İşte takvâ. O peygamberin o takvâ hayatından bize misaller veriliyor.
Bugün sohbetimiz, semâvî hayranlığın esrârını taşıyan İdris -aleyhisselâm-.
İki peygamber semâvî oldu. İdris -aleyhisselâm- ile Îsâ -aleyhisselâm-. Yani bunlar semâya yükseltildi. İdris -aleyhisselâm-, Âdem -aleyhisselâm-’ın 6. kuşaktan torunu. Sâlih kimselerle beraber bulunmayı çok seven, geçimini el emeğiyle temin eden, sâlih bir peygamber.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyuruyor ki, el emeğiyle geçinmeyi şöyle teşvik ediyor:
“Hiçbir kimse, aslâ kendi kazancından daha hayırlı (bir kazanç) bir rızık yememiştir…” buyuruyor. (Buhârî, Büyû’ 15, Enbiyâ 37)
İdris -aleyhisselâm- kendisine peygamberlik gelmeden evvel de ibadetlerle, tâatle meşguldü. Onun hakkında âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“Kitap’ta İdris’i zikret (buyuruyor). Çünkü o çok sâdık bir peygamberdi.” (Meryem, 56)
Demek ki burada “sâdık bir peygamberdi”, Cenâb-ı Hakk’ın emirlerine bir sadâkat olmuş oluyor.
Fâtiha’da, اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ buyruluyor. Burada اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ “…Nîmet verdikleri…” (el-Fâtiha, 7) Kimler nîmet verdikleri? Yine âyet-i kerîmenin diğer bir âyetle tefsirinde:
“Kim Allâh’a, Rasûl’üne itaat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine lûtuflarda bulunduğu peygamberler, nebîler, sıddıklar…” (en-Nisâ, 69)
Hemen peygamberden sonra “sıddıklar” geliyor. Sadâkat, bizim için Cenâb-ı Hakk’a sadâkat. Yani emr-i ilâhînin bütün muhtevasıyla yaşayabilmek ve yaşatmanın gayretinde olabilmek. Misal; Ebû Bekir Efendimiz, zirve.
“…Peygamberler, sıddıklar, şehidler (yani fedakârlar, canını feda edenler) sâlih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaşlardır.” (en-Nisâ, 69) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
Demek ki; “Kim Allah ve Rasûl’üne itaat ederse…”
Demek ki bu, Allah ve Rasûl’üne itaat, dört mühim mânevî şahsiyetle beraber olabilme neticesinde olmuş olmaktadır.
Yine Cenâb-ı Hak diğer bir, Enbiyâ Sûresi’nde:
“Ey Habîbim! İsmail, İdris ve Zülkifl hakkında anlattığımızı da hatırla. Onların her biri sabredenlerdendi. Onları rahmetimize dâhil ettik. Çünkü onlar, sâlih kimselerdi.” (el-Enbiyâ, 85-86)
Demek ki burada üç vasıf bildiriliyor semâvî olmasında:
–Bir; sadâkat bildiriliyor.
–Sabredenlerden olmak bildiriliyor.
–Ve sâlih olmak bildiriliyor.
Yani bu semâvî olmak, bir vuslata, Cenâb-ı Hakk’a yakınlığa, Cenâb-ı Hakk’a dost olabilmeye nâil olabilmek olmuş oluyor.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e:
“–Îman nedir” diye suâl edilmişti. Efendimiz:
“–Sabırlı ve müsamahalı olmak.” buyurmaktadır. (İbn-i Hanbel, IV, 386)
Yani sabır, nedir sabır o zaman? Değişen şartlar altında muvâzeneyi/dengeyi bozmamak olmuş oluyor. Değişen, zor şartlarda, sabırların zorlandığı anlarda da Cenâb-ı Hak, namaz ve sabırla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmemizi bildirmektedir.
İbrahim -aleyhisselâm-’ın âilesi Sâre Vâlidemiz, Firavun’un sarayına alındı tecâvüz için. Hemen Sâre Vâlidemiz iki rekât bir namaz kıldı. Firavun korktu, titremeye başladı. “Bu kadında sihir mi var? Hemen bırakın, Hacer’i de yanına verin.” dedi.
Demek ki musibetler karşısında ne kadar ihlâsla bir hâcet namazı kılabilirsek, orada Cenâb-ı Hakk’ın yardımı tecellî ediyor.
Bu hususta yine güzel bir misal var, bir kıssa var. Bu, İbrahim bin Edhem Hazretleri’nden:
İbrahim bin Edhem Hazretleri, hacca niyetlenir, yaya olarak yola çıkar. Yolda giderken, cins devesi üzerinde kurulu, mağrur bir kabîle reisine rastlar. Kabîle reisi, İbrahim bin Edhem Hazretleri’nin yaşlı hâliyle tek başına bir yola çıkmasına hayret eder. Ve azığının da olmamasına dikkat eder. Azığı da yok yanında. Şaşırır, bu sebeple tuhaf bir bakışla seyreder ve sorar:
“–Ey ihtiyar der, nereye gidiyorsun der böyle?”
İbrahim bin Edhem Hazretleri sükûnetle:
“–Hac niyetiyle Kâbe’ye gidiyorum.” der.
Tabi hangi mesafeden çıktığını bilmiyoruz, yani Medîne’den mi çıktı, daha uzak mı, daha mı yakından, bilemiyoruz, o tarafta bir îzahat yok.
Aldığı bu cevap üzerine kabîle reisinin tuhaf bakışları, alaylı bir tebessüme döner. Bir müddet böyle devam eder. Sonra da küçümseyerek, istihfaf edici bir nazarla:
“–Be hey ihtiyar der! Deli misin, dîvâne misin sen der?! Bineğin yok, azığın yok! Yol ise uzun, hem de çok uzun! Sen bu zayıf ve ihtiyar hâlinle Kâbe’ye nasıl varacaksın, bu uzun yola nasıl dayanacaksın sen?!” der.
İbrahim bin Edhem Hazretleri, karşısındaki gâfil insanın gönlünü uyandırabilmek için:
“–Aslında benim birçok bineğim var der, ama sen onları göremiyorsun.” der.
Bu sözler üzerine reis, alaycı tavrına devam eder:
“–Ne olur onları açıkla da ben de bileyim. Bir binek görmüyorum, bahset bakayım şu bineklerinden.” der.
İbrahim bin Edhem Hazretleri anlatmaya başlar:
“–Benim «sabır» adlı bir bineğim vardır ki, başıma bir belâ geldiğinde onunla, o sabır bineğimle yoluma devam ederim.
«Şükür» adlı bir bineğim vardır ki, nîmete kavuştuğum zaman onunla nice menzillere ulaşırım.
Yine önleme imkânım olmayan, kusurum bulunmayan bir kazâya uğradığım zaman, «Ben gaybı bilmiyorum (لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله) gaybı Allah biliyor, (olanda) benim için hayır vardır.» derim, «rızâ» adlı bir uysal bineğim vardır, o bineğimle devam ederim.”
Bunları dinleyen reisin alaycı tavrı, birdenbire değişir ve bir şaşkınlık başlar. Hayretle tekrar sorar:
“–Başka neyin var? Başka bineğin var mı?” der.
“–Bir de şu var ki, nefsim dünyevî bir arzuya yöneldiği vakit; kabirlerde benden çok daha küçük yaşta, hattâ gencecik insanların yattığını düşünerek, nefsime uymaktan sakınırım. Zira her insan ölecek yaştadır!” der.
Bu sözlerle derin bir tefekküre dalan kabîle reisi, İbrahim bin Edhem Hazretleri’ne uzun uzun bakar, sonra dudaklarından şu sözler dökülür:
“–Desene, asıl yaya benmişim, hakîkatte binekli olan senmişsin. Ey muhterem pîr! Var yoluna devam et. Zira bu zarif ve hakîkate vâkıf gönlünle sen, nasıl olsa murâdına ereceksin.” der.
Velhâsıl burada da bir kıssadan hisse, tabi sabır, şükür ve rızâ. Hayatımızın bu -inşâallah- bizim için bir imdat olması, nefsânî arzulara karşı.
Yine bu sabır bahsinde Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- sabrı, vücuttaki başa benzeterek şöyle buyurur:
“Nasıl ki başsız bir vücudun yaşaması mümkün değildir; sabır olmaksızın îmanın da kemâle ermesi imkânsızdır.” (Abdürrezzâk, Musannef, XI, 469; İbn Ebî Şeybe, Musannef, Îmân ve rü’yâ, 6)
Âyet-i kerîmelerde buyruluyor:
“Ey îmân edenler! Sabır ve namazla Allah’tan yardım dileyin…” (el-Bakara, 153)
Tabi sabır, Cennet’te yok. Cennet’te hep mükâfat var. Sabır, bu dünyada. Sabrın da mükâfâtı çok büyük. Dünyevî tarafı belki sabrın, acı ama, âhiret tarafı da çok mükâfatlı.
Yine diğer bir âyette, Âl-i İmrân’da:
“Ey îmân edenler! Sabredin, sebat gösterin, hazırlıklı ve uyanık olun, Allah’tan korkun ki başarıya erişebilesiniz.” (Âl-i İmrân, 200)
Hep tâlimatlar.
Yine Zümer Sûresi’nde:
“…Sabredenlere mükâfat, hesapsız ödenecektir.” (ez-Zümer, 10) buyruluyor.
Yani sabır; azim, irâde sahibi peygamberlerin yoludur.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“O hâlde (Rasûlüm), peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi Sen de sabret!..” (Ahkāf, 35)
Tabi bu sabrı, esâsında Nuh -aleyhisselâm-’da göreceğiz, İbrahim -aleyhisselâm-’da göreceğiz, her peygamberde ayrı ayrı göreceğiz, Rasûlullah Efendimiz’de en yükseğini göreceğiz. Orada Efendimiz buyuruyor; “Çile çemberinden en çok geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyamet, 34/2472)
Velhâsıl âyet-i kerîmede:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])
Her zorluktan sonra, her meşakkatten sonra Cenâb-ı Hak kolaylık veriyor, mükâfat ihsân ediyor.
İşte dünya da böyle, dünya hayatı da böyle. Dünya hayatı düz bir çizgi şeklinde değil, med-cezirler içinde, iniş ve kalkışlar içinde. Cenâb-ı Hak, sabrın sonu büyük bir mükâfat olduğunu bildiriyor.
Sabır üçtür buyruluyor:
–Birincisi; musibetlere karşı sabır:
Musibetlerde isyan etmemek. “Yâ Rabbi Sen’dendir.” diyebilmek. Daima beterini düşünerek şükredebilmek.
–İkincisi; kullukta sabır:
İbadette sabır. Bilhassa namazlarımızı cemaatle kılmakta sabır. Sabah namazı camiye gitmemiz, biraz erken kalkmamız, seherleri ihyâ etmemizde sabır.
–Günahların câzibesine karşı sabır:
İşte buna da Yusuf -aleyhisselâm- “maâzallah” diyerek nefsin arzularına karşı Cenâb-ı Hak lûtfetti, kendisini korudu. (Bkz. Yûsuf, 23)
Velhâsıl musibetlere karşı sabır, kullukta sabır, günahların cazibesine karşı sabır.
İşte bunun en zirvesini Efendimiz’de görüyoruz. Yedi yavrusunun altısını sağlığında kaybetti, bir sabır yaşadı. Uhud’da Hazret-i Hamza, Mus’ab, yetmiş ciğerpâresini kaybetti, büyük bir sabır yaşadı. Tâif’te taşlandı, melekler “dağı çarpalım” dediler. Duâ etti:
“–Yâ Rabbi! Buranın neslinden mü’minler nasîb eyle.” dedi. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)
Mekke Fethi tam bir kısas yapılacağı zamandı. Orada büyük bir sabır gösterdi, kelime-i tevhîdin aşkına. Orada da Mekke halkının çoğu müslüman oldu. Tam kısas yapma zamanıydı…
Velhâsıl Cenâb-ı Hak; İdris -aleyhisselâm-’a dönüyoruz yine-:
“Biz onu yüksek bir mekâna kaldırdık!” (Meryem, 57) buyuruyor.
Bu yüksek mekândan maksat, Allah Teâlâ’ya yakın bir mertebeye veya Cennet’e, yâhut dördüncü kat semâya kaldırılmasıdır.
Bu konuyla alâkalı hadîs-i şerîfte:
“Ben Mîrâc’da dördüncü kat semâya çıktığımda, İdris (peygamber) ile karşılaştım (Efendimiz buyuruyor). Cibrîl bana:
«–Bu gördüğün İdris’tir. Ona selâm ver!» dedi.
Ben de ona selâm verdim. O da benim selâmıma cevap verdi. Sonra (bana):
«–Merhaba sâlih kardeş, sâlih peygamber!» dedi.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 6; Müslim, Îmân, 259-264)
Hazret-i Mevlânâ, semâya ref edilen İdris -aleyhisselâm- ve Îsâ -aleyhisselâm-’ın hâllerini şöyle îzah eder:
“İdris ve Îsâ -aleyhisselâm-, fevkalâde riyâzat, mücâhede ile melekler gibi oldular. Neredeyse, yemez-içmez hâle geldiler. Âdeta meleklerle hemcins olduklarından semâya kaldırıldılar…” buyuruyor.
Onların sabır, şükür ve riyâzatla ruhlarının büyük bir olgunluğa, büyük bir makâma erişmişlerdir.
Demek ki Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“…Nîmetlerimi sayamazsınız.” (Bkz. İbrahim, 34)
Demek ki o nîmetlerine karşı onu tefekkür ederek sabır, o nîmetleri tefekkür ederek şükür, o nîmetleri tefekkür ederek rûhânî hayatımızın zirveleşmesi için riyâzat hâlinde yaşamamız îcâb ediyor.
Yine İdris -aleyhisselâm-:
–Sıdkı, doğruluğu, fazîletiyle Kur’ân-ı Kerîm’de methedilmiştir.
–Kendisine 30 sahîfe nâzil olmuştur.
–Âdem -aleyhisselâm-’ın zamanında hayvanların postlarına bürünürlerdi. İdris -aleyhisselâm-’la terzilik başladı. Yani hayvanların postlarından elbise yapma.
–İdris -aleyhisselâm- yüce bir makâma yükseltildi.
–Sabırla âbideleşti.
–Sâlihlerdendi.
–Rahmet-i ilâhiyyeye mazhar olmuştur.
Onun şöyle birkaç tane bize gelen güzel nasihatleri vardır. Onlardan bir nasihat:
“Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe tevâzûu artar.”
Yükseldikçe hiçliğini görür. İbrahim -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbi (diyecek, âyet-i kerîmede) insanların yaratıldığı gün, beni mahcup etme!” (Bkz. eş-Şuarâ, 87) İlâhî azamet, ilâhî şey karşısında.
Demek ki;
“Akıllı kimsenin mertebesi yükseldikçe tevâzuu artar.”
Cenâb-ı Hak:
“İbâdurrahmân, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63) buyuruyor.
Demek ki tevâzu, bir müslümanın bir fârik vasfı olmuş oluyor. Tabi tevâzuun getirdiği; merhamettir, hizmettir, vs… Bütün güzel vasıfları tevâzu kendisinde toplar.
“…Tevâzûu artar.”
Allâh’ın yaratıp kıymet verdiği kullarını, hor görmek, yani ibâdullâhı istihkār etmek, onun için… Bu ise çok -Allah korusun-…
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
(“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” [el-Hümeze, 1])
Çok ağır bir suç olduğunu Cenâb-ı Hak bildiriyor.
Yine bir nasihat:
“Akıllı kimse, başkasının ayıbına bakmaz!”
Mevlânâ diyor ki:
“Ayna diyor, doğru söyler diyor. Ayna hiç yalan söylemez.” diyor.
Demek ki:
“Akıllı kimse, başkasının ayıbına bakmaz!”
Bir insan kendisinin olan hatâlarını düşünecek, bir ömür boyu birtakım gafletlerini…
Buyruluyor:
حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا
Hesaba çekileceğiz. O mutlak. Kurtuluş yok.
“Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekin.”
Ve istiğfar bilhassa. Bilhassa;
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
“…Seherlerde istiğfar.” (Âl-i İmrân, 17)
Yine bu;
“…Başkasının ayıbına bakmaz! Kişinin ayıbını yüzüne vurmaz!”
Efendimiz de hiçbir zaman vurmazdı. Meçhule atardı; “falan, falan, falan kimse şöyle, şöyle, şöyle” diye, oradaki kimseyi, o hatâlıyı incitmeden, meçhule atardı.
Veyahut da kendine izâfe ederdi galat-ı ru’yeti:
“Bana ne oluyor ki ben şöyle şöyle görüyorum.” Kendine izâfe ederek buyurdu. (Bkz. Buhârî, Menâkıb, 25; Müslim, Salât, 119)
Bu da tabi büyük bir fazîlet oluyor. “Bana ne oluyor ki sizi böyle böyle görüyorum.” buyurarak, galat-ı ru’yeti, yanlış görmeyi kendine izâfe ederdi.
Diğer bir tâlimatı:
“Malı çoğaldıkça, mağrur olup ahlâkını bozmaz!”
Bu, ağniyâ-i şâkirîn. Tabi bu, az. Demek ki bu mal gâye değil, mal, vâsıta olacak. “Allah bana bunu niye verdi? Ben bunu nerede harcayacağım?”
Malın bir emânet olarak telâkkîsi olacak kulda.
Diğer bir nasihati:
“Nefsini temiz tutmayanın, aklı yok demektir!”
Bu da -Allah korusun- “Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, niçin geliyor, geliş niye, gidiş niye, bunun idrâkinde değil. Onun için ne yapıyor? Nefsânî arzularına dalıyor.
Yine;
“Âhiret ile dünya sevgisi aslâ bir arada bulunmaz!”
Cenâb-ı Hak dünyadan hep misallerini veriyor. Kimya okuyanlar bilir; asidin içine biraz alkali koyun, bir kavga başlar. Birbirini dengelemeye doğru giderler. Birbirlerine zarar verirler.
Demek ki “Âhiret ile dünya sevgisi aslâ bir arada bulunmaz!”
Yine, Câfer-i Sâdık Hazretleri’nin rivâyetinde, hadîs-i kudsîde, bir kişi eğer kendisini Hakk’a râm ederse, ona, “dünya sen ona hizmetçi ol” deriz. Yok eğer kendini dünyaya kaptırırsa yani “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” (“Çalışmıştır, boşuna…” [el-Ğâşiye, 3]) “sen onu dünya, perişan et” deriz. (Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, III, 194)
Yine nasihatlerinden biri:
“Duâ ettiğiniz zaman niyetiniz hâlis olsun!”
Demek ki “تَوْبَةً نَصُوحًا” (samimî bir tevbe) buyruluyor. (Bkz. et-Tahrîm, 8)
Bu, tezkiye, tasfiye, kalbin temizlenmesi, kalbin bir cemâlî sıfatların mazharı olabilmesi. Bu şekilde Cenâb-ı Hak’la bir yakınlık peydâ olması.
Cenâb-ı Hak:
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 8-9])
Demek ki fücur/Allah’tan uzaklaştıran her şey bertaraf edilecek. Hakk’a yakınlık, -ibadetle, tâatle, muâmelâtla, bütün muâşeretle Hakk’a yakınlık temin edilecek.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا
“İç âlemi temizleyen, felâha ermiştir.” (eş-Şems, 9) buyuruyor.
Bunun olması için;
اِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولًا
(“…Muhakkak ki insan çok zâlim, çok câhildir.” [el-Ahzâb, 72]) buyruluyor.
İnsanın, Cenâb-ı Hak iki ham -insanın- sıfatını bildiriyor. Birincisi “zalûm”. Kendine zulmediyor. Bütün ebediyetini mahvediyor. Dünyasını bir gaflette geçiriyor, âhiretini harap ediyor.
“Cehûlâ”; Cenâb-ı Hakk’ı tanımıyor. Bu kadar nîmetleri ikram eden, ihsân eden, âyetlerle, kavlî âyetlerle, kevnî âyetlerle, peygamberlerle irşâdına karşı, “cehûlâ” câhil kalıyor. Cenâb-ı Hak bu iki sıfattan muhafaza buyursun. Bunun için “zalumen cehûlâ” sıfatından kurtulmak için:
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا
Demek ki iç âlemin temizlenmesi, o zarûrî.
Zâhirî farzlar var: Namaz, oruç, zekât vs… Bunlar, kalp ve beden âhengi içinde îfâ edilecek ki bir rûhâniyet artacak. Bir geometrik bir şekil olarak değil, bir feyzle olacak. Bu da tabi takvâ zarûrî.
Bu zâhirî farzlar yanında bir de bâtınî farzlar var:
Tefekkür: Zerreden küreye kâinat, ilâhî bir azamet manzumesi. Tefekkür artacak. Gördüğü her şeyle Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Neyi görse Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak, tefekkür artacak.
Merhamet, seviye kazanacak. Merhamet çok mühim. Mü’minin fârikasıdır. Merhamet olmayan yerde insan yoktur. İnsan varsa, orada merhamet vardır. Bugün dünyanın çirkin yüzünü görüyoruz -maalesef-. Yani merhamet nasıl, merhamet filizi nasıl soldu? Tabi merhamet cömertliği getirir. Cömertlik, hizmeti getirir. Adâlet duygusunu getirir, hak-hukuk. İhlâsı getirir. Şahsiyet, karakter getirir, el-emîn, es-sâdık olabilmek. Tevâzuu getirir.
“İbâdurrahmân, yeryüzünde tevâzu ile dolaşırlar…” (el-Furkân, 63)
Edep, iffet ve hayâyı getirir. Bu da insana ait bir keyfiyet. Ve bir kul olmanın fedakârlığını…
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])
Bu zâhirî farzlar, bâtınî farzlarla kalp müzeyyen hâle gelecek, semâvî olabilmek için.
Yine zâhirî günahlar vardır; kumar, içki, zinâ, sirkat/hırsızlık ve emsalleri.
Bu, bâtınî günahlar vardır. Bu bâtınî günahlarda hâlimizi tefekkür etmemiz lâzım.
Fudayl bin İyaz Hazretleri buyuruyor ki:
“Ben, Allâh’a karşı bir suç işlediğimde, bunu merkebimin ve yardımcımın ahlâkının değişmesinden anlarım.”
Demek ki bir mü’minde firâset olacak. Fudayl bin İyaz:
“Ben, Allâh’a karşı bir suç işlediğimde, bunu merkebimin ve yardımcımın ahlâkının değişmesinden anlarım.” buyuruyor.
En çok gözümüze dikkat edeceğiz; sokaklar, internet, televizyon. Göz görüyor, lâkin o gözün gördüğünün cefâsını kalp çekiyor.
Bu bâtınî günahlar, -Allah korusun- bu da bizi küfre götüren, yaklaştıran günahlardır, Allah’tan uzaklaştıran günahlardır:
Gurur-kibir: Kökü Cehennem’de. Yanacak ki temizlenecek.
Haset, öfke: Öfke, aklı iptal eder.
Riyâ, gösteriş: Tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammülü yok.
Cimrilik, israf: Bir çılgınlık. Kendini geometri ile gösterme, aşağılık duygusunu bastırma hâli.
Tecessüs: Cenâb-ı Hak; “وَلَا تَجَسَّسُوا” (“…Birbirinizin gizli hâllerini araştırmayın…” [el-Hucurât, 12]) istemiyor.
Tefrika/ayrılık, gıybet, dedikodu, iffetsizlik, yalan, nemîme vesâire, vesâire…
Demek ki bunu da şey, nefs-i emmâre olarak geçiyor Kur’ân-ı Kerîm’de. Bu, kulu Rabbinden uzaklaştıran bütün günahların rahatlıkla işlenmesi. Hevâ-hevesin ölçüsüzce tatmin edilmesi. “Lâ yüs’el : sorumsuz” olması. Nefsin -af edersiniz- bir aygır hâle gelmesi. Günahları bir mûsikî gibi rahat rahat işliyor. Bunu işte günümüzde bunu -maalesef- böyle manzaralarla çok karşılaşıyoruz.
Nefsânî arzuları kabaran insan, başına gelecek tehlikeleri fark etmez. Mevlânâ’nın çok güzel misalleri var:
“İnsan diyor, sefâletini saâdet zannederek, seraplara, gölgelere râm olur buyuruyor. Kurdun diyor en güzel gıdâsı kuzudur diyor. Fakat diyor, ne acayip şeydir ki diyor, kuzunun diyor, kurda sevdalanmasıdır.” diyor.
Yani nefsânî arzulara râm olup âhireti unutması. Niçin dünyaya geldi? Dünyanın bir dershâne olduğunun farkında değil.
Velhâsıl bu “levvâme”, ondan sonra “levvâme” geliyor. Emmâre -Allah korusun- o korkunç küfür ve çok ağır günahlar.
لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ
Cenâb-ı Hak “kıyamete andolsun”, yemin olsun kıyamete buyuruyor. (Bkz. el-Kıyâme, 1) Çok zor gün. Ondan sonra:
وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ
“Nefs-i levvâmeye de andolsun.” (el-Kıyâme, 2) buyuruyor.
Demek ki nefs-i levvâmeden temizlenmek. Nedir nefs-i levvâme? Pişmanlık duyan nefis. Hayatın bütün muhtevâsında İslâm tam olarak faziletle yaşanmıyor. Aile hayatında, ticârî hayatta, evlât yetiştirmede, birtakım zaaflar var.
Cenâb-ı Hak burada dikkat çekiyor. “Hesaba çekileceksiniz.” buyruluyor. İbadette zaafiyet var, kazançlarda dikkatsizlik var, muâmelâtta kul hakkı var.
Bugün mühim mühim, en mühimi, evlâtlarımız. Evlâtlarımızın dünyevî istikbâlini düşünüp mânevî istikbâllerini düşünmezsek -Allah korusun- bu yarın önümüze bir seyyie olarak çıkacak.
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59])
“Siz mücrimler, bu tarafa, Cehennem tarafına!” denilecek.
Şunu asla unutmayacağız: İstikbâli veren, Cenâb-ı Hak’tır. Biz, evlâdımızı şayet âhiret mektebinde yetiştirmezsek, o zaman bir felâket olmuş oluyor. Yani âhiret mektebinin içine dünya mektebini almamız lâzım. Yani âhiret mektepsiz bir dünya mektebine alırsak, -Allah korusun- evlâdımıza en büyük ihâneti yapmış oluruz.
Müsbet ilimleri okur, onun tefekkürüne vesîle olur. Evlâdımızı ilâhî azamet akışlarına, kudret akışlarına âşinâ olmaya sevk eder. Nedir bu? Âhiret mektebinin verdiği derstir bu.
Demek ki bu, okuduğu müsbet ilimler, onun Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmasına, tefekkürüne vesîle olacak. Ne okudu? Kimya, fizik, coğrafya, insana âit ilimler vs. Bütün ilimleri halkeden, Cenâb-ı Hak. Niye Cenâb-ı Hak bu ilimleri halketti, kuluna? Bu bir basamak olacak, oradan tefekkürü artacak, mârifetullâh’a bir vesîle olmuş olacak.
Bu sebeple tahsili, makam-mevkiyi bir kibre sebebiyet vermeyecek, enâniyete götürmeyecek. Aczini bilecek, kulluğunu unutmayacak. Şerîate, Allâh’ın emirlerine muhâlif mekânlarda ihtilât, fısk-küfür ehliyle beraber bulunmayacak. Çünkü orada in’ikâs olur. Hem maddî hem mânevî olarak faziletli bir insan olmanın gayreti içinde olacak evlâtlarımız.
Bütün gâye, hikmet sahibi, olgun bir mü’min evlâdımızın olmasıdır. O evlâdımız -inşâallah- bize bir sadaka-i câriye olacak.
Onun için bir annenin-babanın en mühim derdi, evlâtları olacak. Nasıl bir çiftçinin, bir bahçıvanın derdi, yetiştirdiği tohumdur, ona huzur verir; bir anne-babanın derdi de bu olacak.
Cenâb-ı Hak Fetih Sûresi’nin son âyetinin sonunda; orada İncil’deki bir misali bahsediyor. Rasûlullah Efendimiz’in yanında bulunanlar… Bir bahçıvan tohumu eker, tohum filiz verir, bir gövde olur, bu, ekiciyi sevindirir. Küffârı ise öfkelendirir. (Bkz. el-Fetih, 29)
Bugün dünyanın durumu da bu. İslâmofobi deniliyor. Niye fobi diyor? Onların nefis hayatlarına karşı çıktığı için. İnsanlara bir rûhâniyet, hakîkî bir saâdet yolunu gösterdiği için. Zannediyorlar, bu nefsâniyet, huzur orada zannediyorlar. Mülevves bir yerde yaşayan diğer bir mahlûkat gibi neredeyse. Onun için bugün vazifemiz, hepimizin çok ağır.
Ebû Hüreyre naklediyor:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bir kişi, içinde tatlı su gözesi bulunan bir dağ yolundan geçmişti. Çok hoşuna gitti:
“–Keşke insanlardan ayrılıp bu vadide kalsam, ibadet etsem dedi. Fakat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e sormadan bunu yapamam, dedi. Efendimiz’e sordu. Efendimiz:
“–Sakın böyle bir şey yapma dedi. Çünkü birinizin Allah yolunda çalışıp gayret sarf etmesi, evinde oturup yetmiş sene namaz kılmanızdan daha faziletlidir…” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Cihâd 17)
Bugün de buna çok muhtacız. Bugün zira müsterşidi irşad, yani çok irşad bekleyen insanlar var. Bu irşad bekleyenler karşısında bîgâne kalmak, -Allah korusun- ağır bir mes’ûliyet olmuş oluyor.
İşte bu nefs-i levvâme, hasta kalpler veyahut da gâfil kalplerdir. Bunun için, nasıl bedenimizin birtakım tedaviye ihtiyacı var, kalbimizin de tedaviye.
Bu, gâfil kaldığımız zaman, yani Cenâb-ı Hak’tan, dünyevî arzulara râm olduğumuz zaman, ticârî hayat, evlât yetiştirme vs. bunların da şifâ bulmasına gayret edeceğiz, tedavisine.
Bunların başında, birincisi; “helâl gıdâ” olmuş oluyor. Maalesef bu zamanda çok ihmal edilen bir mevzu oluyor.
Burada Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼnin büyük hassasiyeti var. Yiyeceğini kendi ziraatinden elde ederdi, ihtimam gösterirdi. Her sene tarlasına muayyen sebzeler ekerdi. Yemek, onlarla pişirtirdi. Hattâ hasta olanlar gelirlerdi, oradan yemek alırlardı, bu helâl gıdanın şifa olması için. Buna, ricâ ederlerdi, bir miktar sizden yemek isteyeyim de hastalarımıza şifa olsun, derlerdi.
Bir genç geldi:
“‒Üstad dedi, ben mânevî hâlimi kaybettim.” dedi.
Ona da:
“‒Yediğin lokmanın helâlden olup olmadığını iyi araştır.” dedi.
Talebe gidip araştırdı. Yemeği pişiren ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını tespit etti. Yolda bir odun görüyor, onu sahipsiz zannediyor, alıyor odunu, yemeğinin, maltızın altına koyuyor.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri de çok hassasiyet gösterirdi.
“İbadet on kısımdır, dokuzu helâl rızık talep etmek, biri de diğer amellerdir.” buyruluyor. (Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, III, 107/4062)
Hakikaten bugün baktığımız zaman birçok menfî durumlar…
Efendimiz buyuruyor; “fâizin tozu bulaşacak” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3331)
Gösteriş artıyor, çılgınlık artıyor, vs. oluyor.
Bu helâl gıda üzerinde, Cenâb-ı Hak hassasiyet istiyor.
Eskiden lokantalarda bir perde konurdu, içindeki mâmuller vitrine edilmezdi. Tabi vitrine edildiği zaman ne oluyor? Gariplerin, kimsesizlerin, imkânı olmayan, nazarları oluyor.
Yendiği zaman ne oluyor? O, gaflet getiriyor.
Eskiden bunlara çok dikkat edilirdi.
Kul ve hayvan hakkı:
Bu da çok mühim. Bu kul hakkı, kıyamete kalıyor. İhlâsla bir Ramazan geçirirsek, Cenâb-ı Hak affediyor. Fakat kul hakkı kalıyor kıyamete. Hayvan hakkı kalıyor kıyamete. Hattâ o hayvanlar da diriltilecek. Hayvanlar da hakkını alacaklar. Hattâ Efendimiz buyuruyor; “Hakkı yenen deve diyor, çiğneyecek diyor sahibini, hakkını alacak.” diyor. İnsan da, kâfir de bakacak;
وَيَقُولُ الْكَافِرُ يَا لَيْتَنِى كُنْتُ تُرَابًا
(“…Ve inkârcı kişi: «Keşke toprak olsaydım!» diyecektir.” [en-Nebe, 40])
Keşke diyecek, bu hayvanlar gibi olsaydım. O hayvanlar sonradan “كُونُوا تُرَابًا” toprağa dönecek. Keşke diyecek, hayvan olarak yaratılsaydım da bu şekilde ben de yok olsaydım diyecek.
Demek ki elîm bir azap bekleyecek. Kim bu? İnsanlar öyle, hayvanlar öyle. Yanık karınca yuvası, Efendimizʼi çok dehşete getirdi. “Kim yakabilir?!” dedi. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)
Maalesef o kadar insan gaflete düşüyor ki eskiden o tarlaları yakarlardı. Onların kökleri şey olsun diye. Hâlbuki bir sürü karınca, vs. kurbağa ne varsa, kaplumbağa, o şeyde yanardı. Hep onların hesabı tek tek ortaya gelecek.
Bütün mahlûkat insan için yaratıldı. Bütün mahlûkat insana zimmetli. İnsan, bütün mahlûkâta merhametli davranmak mecburiyetinde. Kul hakkı hâkezâ. Bu kul hakkı üzerinde Efendimiz çok dururdu. Son, vefat esnâsında –Enes naklediyor-:
Efendimizʼin artık diyor, konuşacak tâkati bitti diyor. Fakat o kadar ümmete muhabbeti var ki, ümmete devamlı bir tâlimat vermek için bir çırpınış hâlindeydi. İki tâlimat veriyor. “Namaz, namaz, namaz…” Kurtuluş, Hakkʼa kullukta, namazda. “…Secde et, yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor. Kendimiz, evlâdımız ve toplumumuz. İkincisi; “Emriniz altındakilerin hukukuna dikkat edin.” (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Kimler bu hukuk: Eytâm ve erâmil; dullar ve yetimler.
Efendimiz… Cenâb-ı Hak, Efendimizʼi dünyaya yetim ve öksüz… Babasız, arkadan annesini aldı, yetim ve öksüz olarak hayata devam ediyor.
Demek bize bu bir misal ki ne kadar Rasûlullah Efendimizʼi seviyorsak, o kadar yetime, öksüze, garibe, ona dikkat edeceğiz. Ona merhamet kanatlarımızı açacağız. Allâhʼın verdiği nîmetleri paylaşacağız. Bilhassa onların mânevî dünyaları için gayret göstereceğiz.
Diğer bir husus, gafletten kurtulmak için; infak:
Demek ki Allah için verebilmek.
İnfak o kadar çeşitli ki; Kur’ân-ı Kerîm bilmeyene Kur’ân-ı Kerîm öğretme, imkânı olmayana imkân, imkân verebilme. Kendin dışında kardeşlerine, onların eksiklerini, noksanlarını telâfi etmek için gayret edebilmek. Onun için bir müslüman infak hâlinde olacak. Bu infak neticesi de Cenâb-ı Hakk’a yakınlıktır.
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
“Sevdiklerinizden vermedikçe, birre (Allâh’a yakınlık) kuramazsınız…” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.
Sana Allah niye bunu verdi? Bir imtihan, bir test olarak verdi. Demek ki, bu, zekât, asgarînin asgarîsi. Zaten onu vermeye mecbursun. Ama sadaka var, senin selâmetine o. İnfak var, senin Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmana bir vesîle.
İşte bu gâfil kalpten kurtulmanın yolları; Kur’ân ile ülfet:
Kur’ân, Cenâb-ı Hakk’ın kitabı.
اَلرَّحْمٰنُ ﴿1﴾ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ ﴿2﴾ خَلَقَ الْاِنْسَانَ ﴿3﴾ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ ﴿4﴾
(“Rahmân Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])
Büyük bir lûtuf, ihsân-ı ilâhî, ikrâm-ı ilâhî.
Kur’ân’la ülfet artacak. Cenâb-ı Hakk’ın gönderdiği mektup. Bu mektupla derinleşecek mü’min. İşte Mevlânâ ne güzel söyler:
“مَنْ بَنْدَهِ قُرْآنَمْ” diyor, öyle bir huzur buluyor ki “Ben Kur’ân’ın kölesiyim” diyor. “Muhammed Mustafa’nın yolunun diyor, ayağının tozu-toprağıyım.” diyor.
İşte kalp böyle bir seviyede olacak. Kur’ân’la ülfet.
“تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ” buyruluyor. “En hayırlı ticaret.” (Bkz. Fâtır, 29)
Nedir? İlk başta “يَتْلُونَ” Kur’ân’ı tilâvet ederler, okurlar, okuturlar, yaşarlar, yaşatırlar. Ondan sonra “namazlarını ikāme ederler”. Üçüncüsü, “Allâh’ın verdiği nîmetleri (zaruret varsa açık, zaruret yoksa gizli olarak) infak ederler.” “تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ”; umulur ki bunlar kurtuluştadır.” Fâtır Sûresi’nde. (Bkz. Fâtır, 29)
Diğer bir husus; ülfet kimlerle olacak:
Bir atom infilâk ediyor. Oradan ne çıkıyor? Birtakım ışınlar çıkıyor, radyasyonlar çıkıyor. Tesir ediyor, müsbet-menfî. İnsanın kalbinden çıkan o radyasyon, çok daha tesirli. Hayra götürüyor, şerre götürüyor. Eğer o çıkan, kalpten çıkan ışınlar, biz bunun müsbetine feyz diyoruz, rûhâniyet diyoruz, bir huzur veriyor, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırıyor. Menfîsi ise, Allah’tan uzaklaştırıyor.
Onun için Cenâb-ı Hak:
كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
(“…Sâdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119]) buyuruyor.
Mevlânâ, Sâdî-i Şîrâzî:
“Bak diyor, bir köpek diyor, sâdıklarla, sâlihlerle beraber olduğu için Kur’ânî bir ifade kazandı Kehf Sûresi’nde. İki peygamber karısı diyor, fâsıklarla beraber olduğu için -Tahrîm Sûresi’nde- Cehennemlik oldu buyuruyor. Kocalarının peygamber olması kâfî gelmedi.”
Demek ki ülfet/beraberlik, bu kadar mühim.
Gazâlî Hazretleri diyor:
“Zihnî beraberlik zamanla kalbî beraberlik hâline gelir.”
Bugün de evlâtlarımızı bu şerden korumak, internet, televizyon, bunların menfî şeylerinden korumak, her anne-babanın en mühim vazifesi olmuş oluyor.
Tabi ondan sonra, en mühimi, tefekkür-i mevt olacak:
يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9])
Âhiret unutulmayacak. Dâimâ dünyanın mektep olduğunu, bir âhiret mektebi olduğunu, kul bunun idrâki içinde olacak. Çünkü zerreler hesaba gelecek.
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ. وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ.
(“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [ez-Zilzâl, 7-8])
Demek ki kul, bunun neticesinde ahlâk-ı Muhammedî ile ahlaklanacak.
Ondan sonra “nefs-i mülheme” geliyor:
Bu, hayır ve şerri hassas bir şekilde ayırt etme kâbiliyeti başlıyor. Birtakım nefsânî arzulara bir direnme gücü başlıyor. Fakat tam değil kemâl olarak. Ondan sonra “mutmainne” geliyor.
Burada Cenâb-ı Hakk’ın hitâbı:
“Ey itmi’nâna ermiş nefis!” (el-Fecr, 27) buyuruyor.
Ne bu nefis, itmi’nâna ermiş? Allah sana ne verdi? Akıl verdi, zekâ verdi, evlât verdi, mal verdi… Allah bana bunları niye verdi, ben bunları nerede kullanacağım? Bunun bir idrâki içinde olarak yaşamak. Ve bunun hemen tatbikatına girmek.
Ashâb-ı kirâm her inen âyetin bir tatbikatı hâlinde. Rasûlullah Efendimiz hemen tatbikâta götürürdü. Sahâbî de Efendimiz’i taklit ederdi. Meselâ Efendimiz, doyurmadan doymazdı. Ganimetler gelirdi, yığılırdı, Efendimiz yine açtı. Onları doyurmakla Efendimiz doyardı. Huzur bulurdu. Âişe Vâlidemiz’in bu hususta çok, muhtelif, örnek rivâyetleri var.
Hattâ sevinirdi Efendimiz. Meselâ bir kurban kesildi.
“–Âişe! Bunu dağıt.” buyurdu. Akşamleyin:
“–Ne yaptın Âişe?” dedi.
“–Bir kürek kısmı bize kaldı.” dedi.
“–Âişe, demek ki bütün, kürek kemiği hâriç, diğer o bütün dağıttıkların bizim oldu.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâme, 33)
Yani demek ki bir mü’minin, bu, itmi’nâna gelmiş bir mü’minin en mühim şeyi, demek ki doyurmakla doyacak kendisi. Üşüyenlerle üşüyecek. İşte Mevlânâ “ben ısınamıyorum artık” diyor. “Çünkü üşüyenler var dünyada” diyor.
Bunu bir zihnî bilgi vermez bunu. Bunu kalp verir. Zihnî bilgi, zihne girer, arşive yerleştirir. Fakat bu, kalpte hazmedildiği zaman, neticeyi verir. Demek ki kalpte hazmedilmesi için kalbin sermayesi de muhabbettir.
İşte sahâbî bu muhabbetle zirveleşti. Rasûlullah Efendimiz’e muhabbet, Allâh’a muhabbet, Allâh’ın mahlûkâtına muhabbet, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakabilmek…
Velhâsıl öyle bir Rasûlullah Efendimiz’i öyle bir, hem taklit etti, hem âşık oldu.
“Emret, emret yâ Rasûlâllah, canım-malım Sana fedâ olsun.” buyuruyordu.
İşte bu, itmi’nân oluyor, huzur bulma oluyor. Bütün lezzetler, bütün zevkler bitiyor, dünyevî zevkler, bir çakıl taşına dönüyor.
Ondan sonra “râdıyye” geliyor:
Burada râdıye, Allah’tan râzı oluyor. Hayat düz bir çizgi hâlinde değil. İnişler çıkışlar, med-cezirler hâlinde. Burada Cenâb-ı Hakk’a hiçbir îtiraz yok. İbrahim bin Edhem’de olduğu gibi, daima şükür hâli, rızâ hâli, ihlâs hâli ve sadâkat olacak. Râdıyye.
İnsan, mü’min yükseldikçe iptilâlar artar. Onun için Efendimiz buyuruyor. “Peygamberler arasında en çok iptilâlara mâruz kalan benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyamet, 34/2472)
Bütün peygamberlere baktığımız zaman, hepsinde iptilâlar var. Meselâ Süleyman -aleyhisselâm-’a çok büyük varlık veriyor, imkânlar veriyor, rüzgârlar emrinde, cinler emrinde. Öyle olduğu hâlde, bir an geliyor; “Onu tahtının üstünde ölü bir ceset gibi bıraktık.” buyuruyor. “Kalkıyor, istiğfar ediyor.” (Bkz. Sâd, 34)
Tabi bu mertebede, mü’mine hayatın gam ve süruru birdir. Zira dünyaya kalben bağlanmadıkları için, hayatın sevinç ve kederleri, onlara bir müsâvî hâle gelmiştir. Hayır veya şer, her ne takdir olunmuşsa, Cenâb-ı Hak’tan bilip râzı olurlar.
Ondan sonra, “merdıyye” geliyor. “رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (Bkz. el-Fecr, 28) Allâh’ın kendisinden râzı olduğu kimsenin makamıdır. Bu da yüksek bir makamdır.
Bir Hak dostu buyuruyor:
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”
Nefsini bertaraf edersen, Cenâb-ı Hak’la beraberlik meydana geliyor.
Yani bir nehir, bir akarsu, bir denize vardığı zaman, artık o akarsudan bahsedilmez. Artık o denizin içinde, denizde kaybolmuştur. Yediğimiz bir gıda, artık vücudumuzun, vücudumuzun içinde kaybolmuştur. Yani burada “merdıyye” kötü huylar yok olmuş, güzel huylar ve ahlâkî meziyetler inkişâf etmiştir. Yaratan’dan ötürü, yaratılanlara şefkat, merhamet, sevgi, cömertlik, affedicilik, hassâsiyet, onda büyük bir lezzet hâline gelmiştir.
Bu durumda mü’min kendisini bir muhasebe hâlindedir.
Her nefeste varlık ve benlik keyfiyetini gözeterek, şeytânî hilelere karşı bir mukâvemet hâlindedir. Kul, artık hâdisâtı Hakk’a yakınlık mertebesinde seyretmektedir. Tabi -Allâh’ın izniyle bazı gaybî sırlara da vâkıf, sırra vâkıf olmaya başlar. Tevekkül, teslimiyet sebebiyle âdeta hadîs-i şerîfte buyrulan, kudsî hadiste, “gören gözü, işiten kulağı, konuşan dili, tutan eli olmaktadır” buyruluyor. Buhârî hadîsi. (Bkz. Buhârî, Rikāk, 38)
Bu makama erişince:
وَهُوَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنتُمْ
“…Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4) âyeti. Devamlı ilâhî murâkabe altında olduğunun kul bir idrâki içinde olacak. İşte semâvîleşmek…
Yine bir irfan meydana gelecek.
“Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kāf, 16)
وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ buyuruyor.
“Şah damarından daha yakınız.” buyuruyor.
Demek ki içinden geçenleri bile, eğer menfî geçerse istiğfar hâlinde olacak.
Peygamberlerin ahlâkında güzel misaller var:
Meselâ Hazret-i Yâkub -aleyhisselâm- üst üste gelen musibetler sebebiyle bir îtiraz, bir şeyde bulunmadı feryatta.
“…Bana düşen, ancak sabr-ı cemîldir…” dedi. (Yûsuf, 18)
Dayanılmaz hastalıklara mâruz kalan Eyyûb -aleyhisselâm- hanımı kendisine:
“–Rabbine duâ et, sen peygambersin, senin duan kabuldür.” dediği zaman:
“–Hak Teâlâ bana seksen sene sıhhat ömrü verdi. Bu hastalık kaç senedir?” dedi. “Ben hangi yüzle…” dedi. En nihâyet:
“–Yâ Rabbi! Sen, Erhamu’r-Râhimîn’sin.” dedi. (Bkz. el-Enbiyâ, 83)
Cenâb-ı Hak ona çıkan bir sudan şifalar ihsân etti.
Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm- ateşe atılırken, yardım için gelen meleklere:
“–Ateşi yandıran kimdir?” dedi. “O benim hâlimi biliyor. Sizden bir talebim yok. Ateşi yandıran söndürür.” buyuruyor. (Bkz. el-Enbiyâ, 69)
Habîb-i Neccar… Yâsîn’in ikinci sayfasında. Kavmi tarafından şehid edilirken, hâlinden şikâyet etmedi. Kavmine de bedduâ etmedi. Aksine; “Keşke kavmim, Rabbimin bana olan ikramlarını keşke kavmim bilseydi.” dedi. Onlara acıdı. (Bkz. Yâsîn, 27)
Firavun’un sihirbazları… İlâhî azamet karşısında, Firavun’un bütün tehditlerine karşı sihirbazlar; “Fiilinde serbestsin dediler, sen zulmünde serbestsin dediler. İstediğin gibi zulmünü yap dediler. Biz nasıl olsa Rabbimiz’e döneceğiz.” dediler.
Öyle bir, şedîd bir zulüm başladı ki, o zaman en ufak bir tâvizde bulunmamak için:
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
dediler. “Yâ Rabbi! Üzerimize sabır dök, sabır yağdır, tâ ki îmandan bir tâviz vermeyelim.” (Bkz. el-A‘râf, 126)
Bunlar ne oluyor? Kâmil îmân olmuş oluyor.
Câbir -radıyallâhu anh-’ın babası Uhud’a giderken, şehâdet şerbetini içmek için düğüne gider gibi gitmişti. Oğluna da:
“–Oğlum dedi, senin de şehid olmanı isterim ama evde yetim kızlar var dedi. Biraz benim borçlarım var dedi, onları hallet.” dedi. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 78)
Sa‘d bin Hayseme ile babası, Bedir günü, kim gazveye gideceği hususunda kura çektiler. Kura, oğluna çıktı. Babası:
“–Yavrucuğum! Bugün îsarda bulun da senin yerine ben gideyim.” dedi gazveye.
Sa‘d:
“–Babacığım dedi, bunun sonunda Cennet’ten başka bir şey olsaydı, dediğini yapardım.” dedi.
Nihâyet Sa‘d Bedir’e çıktı, orada şehîd oldu. Babası Hayseme de Uhud’a girdi, Uhud’da şehîd oldu. (Bkz. İbn-i Sa’d, Tabakāt, II, 280)
Bunlar nedir hep? “Kâmile”, yani kendini/nefsini Allâh’a adayanlar.
Hallâc-ı Mansur, kendisini taşlayanlar…
“–Yâ Rabbi! Bunlar bilmiyorlar benim durumumu dedi. Bunun için, şeriati tenfiz için beni taşlıyorlar dedi. Bilmedikleri için taşlıyorlar. Yâ Rabbi benden evvel dedi, bunları affet yâ Rabbi.” dedi.
Velhâsıl bunlar da “kâmile” olmuş oluyor.
Diğer bir husus; arınmış bir nefis, daima hizmet arar:
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri buyuruyor ki:
Üstadımın irşâdıyla, yedi sene hastalara, cerahatli mahlûkâta hizmet etti, yolları temizledi, çukurları-engelleri giderdi. Buradan Allâh’ın bir kulu geçecek yahut bir mahlûk geçecek diye.
Birincisi; hasta insanlara hizmet etti. Zira insanları kendisine zimmetli olarak gördü. “Allah bana verdi, ona vermedi, benim vazifem, ona hizmettir. Onun derdine derman olmaktır.” İslâm kardeşliğinin bir vecîbesini yerine getirdi.
İkincisi; yaralı-cerahatli hayvanlara hizmet etti. “Bunu yaratan Allah, beni yaratan Allah, aynı Allah -celle celâlühû-. Bu hayvanlar da bana zimmetli…” Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı.
Yolları temizledi.
خَيْرُ النَّاسِ اَنْفَعُهُمْ لِلنَّاسِ
“İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır.” (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XVI, 128)
Bu hem insanlara faydalı olmak hem de hayvanlara faydalı olmak. Bir çukura bir hayvanın, bir insanın ayağı girmesin…
Ve “bu hizmet sayesinde büyük bir feyze nâil oldum.” buyuruyor.
Bu yoğun/kesif, ilâhî azamet tecellîleri karşısında hiçliğe bürünerek:
“Âlem buğday ben saman,
Âlem yahşi ben yaman.” dedi.
İşte bunlar kâmile nefis oluyor. Bunlar büyük bir arınma oluyor. Bunlar bizim için bir hedef olmuş oluyor.
Yani, demek ki tasavvuf, kalbin safâya ermesi, kalbin Cenâb-ı Hak’la beraber olması, kulu Allâh’a yaklaştıran en güzel bir yol olmuş oluyor.
Fakat bu, muhabbetle olacak, kalbî eğitimle olacak, zihnî eğitimle, kalbî eğitimle olacak. Zihin bir basamak olacak.
Yine tasavvuf, 258 yerde Kur’ân-ı Kerîm’de “takvâ” geçiyor, takvâ hayatının yaşanmasıdır.
Yine tasavvuf, değişen şartlar karşısında, kalbin teessür ve hüzünden uzak kalmasıdır.
En mühim, tasavvuf, şikâyeti unutma sanatı, rızâ hâlinde yaşayabilmek. Bu;
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14])
Bu duruma varabilmek için nefsin temizlenmesi için, dünyada iptilâlar ve musibetler olacak imtihan gereği. Bunları sabırla bertaraf edebilmek. Tevekkül ve teslîmiyet karşısında, sabırlar zorlanmaktan kurtulmuş olur. İşte peygamberler…
İkincisi; unutkanlığı zikirle bertaraf etmeyi öğretti Rasûlullah Efendimiz. Cenâb-ı Hak… Unutkanlık bir gaflet alâmeti. Âyet-i kerîmede:
“Allâh’ı unutan, Allâh’ın da kendilerini unutturduğu kişiler olmayın…” buyurdu. (Bkz. el-Haşr, 19)
Sahâbî… Namazın vakti var, orucun vakti var, hizmetin vakti var. Fakat zikrin vakti yok. Cenâb-ı Hak daimî bir zikir;
“Onlar ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken…” (Âl-i İmrân, 191)
Zikri bu hâle getirebilmek. Kalp, her gördüğü yerde, gözün gördüğü her yerde kalp, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayıp “Aman yâ Rabbi!” diyecek, ders alacak. İlâhî azameti orada okuyacak, hiçliğini okuyacak. Allâh’ın kendisine ihsan ettiği ikramları okuyacak. Velhâsıl unutkanlığı zikirle bertaraf edebilmek.
Kabirden geçerken, bir kabristandan, “Bugün ben burada olabilirdim.” diyecek.
Nankörlüğü şükürle bertaraf etmeyi öğretti:
Çünkü nefis, nankörlüğe doğru gider. Nefis;
“عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” (“Çalışmıştır, boşuna…” [el-Ğâşiye, 3])
Muhteristir. Bunu da kul, şükürle bertaraf etmeye çalışacak.
Cenâb-ı Hak buyuruyor İnsan Sûresi’nde:
“İster şükredici ol, ister nankör ol.” (el-İnsân, 3) buyuruyor. Bu kadar ilâhî nîmetler karşısında kul düşünecek. Verdiğimiz nîmetleri “sayamazsınız” buyuruyor. (Bkz. İbrahim, 34)
“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için.” buyuruyor. (Bkz. el-Câsiye, 13)
Hep Cenâb-ı Hak îkaz hâlinde.
İsyânı tâatle bertaraf etmeyi öğretti:
Neden, niçin, yok. (لَا يَعْلَمُ الْغَيْبَ اِلَّا الله) “Gaybı Allah bilir.” Demek ki burada teslîmiyet îcâb ediyor. Rasûlullah Efendimiz bunu öğretti ashâb-ı kirâma.
Acımasızlığı affedicilikle bertaraf etmeyi öğretti:
Mekke Fethi’nde, diğer zamanlarda daima buyurduğu; “af, af, af”tı.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Allâh’ın sizi affetmesini istemez misiniz?” (en-Nûr, 22) buyuruyor.
“Eğer müslümansanız aranızı düzeltin.” buyruluyor âyet-i kerîmede. (Bkz. el-Enfâl, 1)
Hodgâmlığı diğergâmlıkla bertaraf etmeyi öğretti:
Fedakârlığı öğretti. Hodgâmlık yok, diğergâmlık var. Allâh’ın sana verdiğini paylaşacaksın. Bir imtihan dünyası içinde olduğunu unutmayacaksın.
Riyâyı ihlâs ile bertaraf etme:
Çünkü insanda, fıtratta, kendini gösterme meyli vardır. Bu, çocuk yaşta başlar. Onun için… Fakat Cenâb-ı Hak riyâyı da hiç istemiyor. Riyâ, gücü-kuvveti kendine izafe etmektir. Riyâ, aşağılık duygusunu bastırma hareketidir. Cenâb-ı Hak bütün amellerimizi “hasbeten lillâh” istiyor.
Demek ki riyâyı da ihlâs ile bertaraf etmeyi Efendimiz öğretti.
Kibri-ucubu, tevâzu ile öğretti:
Mâlum, ibâdurrahmân…
İsyânı tevbe ile öğretti:
Onun için Cenâb-ı Hak… Kul gâfil. Peygamber bile istiğfar hâlinde, bir an gafletinden istiğfar hâlinde.
Demek ki kul daima bilhassa seherlerde;
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Seherlerde istiğfar.” (Âl-i İmrân, 17])
Hayatın her safhasında insan gafletini düşünecek, istiğfar hâlinde olacak.
Gafleti tefekkürle bertaraf edecek:
Her gördüğü şey, Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesi…
Velhâsıl seven, sevilene benzemeye gayret eder. Efendimiz’in hâliyle hâllenmek.
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Demek ki ibadette rûhâniyet, ahlâkta nezâket, gönülde letâfet, sîmâlarda nûr-i melâhat, lisanlarda selâset, duygularda incelik, nazarlarda derinlik, zarâfet… Velhâsıl bütün güzellikler, o Varlık Nûru’ndan, Fahr-i Kâinat Efendimiz’den bize akseden, -elhamdülillâh- nûrânî parıltılar olacak -inşâallah-.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- yaşamayı, yaşatmayı, idrâk etmeyi cümlemize nasîb eylesin.
Duâmızın kabûlü niyâzıyla;
Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..