Ramazan Muhâsebeleri – 1

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

RAMAZAN MUHÂSEBELERİ – 1

Bismillâhirrahmânirrahîm.

Hayırlı günler, değerli dinleyiciler, değerli seyirciler. Bugün, Ramazan muhâsebeleri programımızda, muhterem hocamız Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile sohbet edeceğiz.

Efendim, hoşgeldiniz.

Teşekkür ederiz.

Nasılsınız, âfiyettesiniz?

Allah râzı olsun. Ramazân-ı Şerîfʼimiz mübârek olsun.

Mübârek olsun Efendim.

Efendim, farklı konularda sohbetler yapıyoruz. Bugün; “Bugünde nefis terbiyesi, bu zamanda nefis terbiyesi nasıl olabilir?” konusu üzerinde zât-ı âlînizle konuşalım diye düşündük.

İnşâallah.

Teşekkür ediyoruz öncelikle kabul buyurduğunuz için.

Estağfirullah, biz teşekkür ederiz, estağfirullah.

Nefs, Kurʼân-ı Kerîmʼde geçen ve “emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râdıye, merdıyye” vasıflarıyla geçen bir kelime. Tasavvufta da -mâlumlarınız- nefis terbiyesi diye seyr u sülûkün temeli olarak kabul edilen bir müessese.

Öncelikle nefisten başlayalım. Biraz nefsi tanıyalım. Nefis nasıl bir şey? Hani genelde “nefs-i emmâre” diye halk dilinde çokça bahsedilir. Yani kötülüğü emreden nefis hüviyetiyle daha çok konuşulur edilir. Yani “Nefis nedir?”den başlayalım. Ondan sonra; “Nefis mutlakâ kötülüğü mü emreder? Öyle bir yapı mıdır insanın içinde?” Oradan devam edelim, uygun görürseniz.

İnşâallah. Bu nefis hususunda muhtelif târifler vardır. Tabi mücerred bir mefhum olduğu için, tarifler birbirine yakındır fakat aynı değildir. Biz hulâsa olarak şöyle bir târif yapabiliriz nefsi:

“İnsanın içindeki müsbet ve menfî temâyüllerin bütünüdür.”

Müsbet ve menfî temâyüllerin bütünü… Evet.

Terbiyeye muhtaçtır.

Cenâb-ı Hak, Âdem -aleyhisselâm-ʼı ve Havvâ Vâlidemizʼi Cennetʼte yarattı. Fakat bu, meccânen idi, bir lûtuftu. Cenâb-ı Hak, kulunun nefsânî arzuları bertaraf etmesi, yani kelime-i tevhiddeki “lâ ilâhe” yani Allahʼtan uzaklaştırıcı her şeyi bertaraf etmesi; rûhânî istîdatları, Cenâb-ı Hak:

وَنَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي (“…Rûhumdan üfürdüğüm zaman…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72]) buyuruyor, o rûhânî istîdatları inkişâf ettirmesi, kendisini ilâhî müşâhedenin, ilâhî kameranın altında olduğunun idrâk ve şuuru içinde yaşaması, o şekilde Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir kul olması.

Zira Cenâb-ı Hak yine kulunu Dâruʼs-Selâm/Cennetʼe davet ediyor. Yani Âdem -aleyhisselâm-ʼın yaratıldığı Cennetʼe dönüşü istiyor. Zira Cenâb-ı Hak insanoğlunu mükerrem olarak, yani mükerrem olacak vasıf ve husûsiyetler verdi. Kul mükerrem olacak. Muhteşem olan Cennetʼe liyâkat kesbedecek. Onun için Cenâb-ı Hak, peygamberleri “insan terbiyecisi” olarak gönderiyor.

Bu, peygamberler üç vazifeyle geliyorlar:

Birinci vazife; Allâhʼın âyetlerini tebliğ etmesi.

İkinci vazifesi; وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164]) İnsanların gönül âlemini terbiye etmesi.

Bu insan terbiyesinde de iki husûsiyet vardır:

Birincisi; verâsettir. Meselâ bir babanın beş evlâdı varsa, bir evlât, husûsiyetini babadan alır daha ziyâde, öbürü anneden alır, öbürü dededen alır, öbürü şeyden alır ve bu beş evlâtta karakter farkları vardır.

Cenâb-ı Hak peygamberleri en büyük insan terbiyecileri olarak göndermiştir ve (insan) terbiyeye muhtaçtır. Ve bu terbiye neticesinde mümkün mertebe stabil hâle gelir.

Bunu tabi en güzel, en net, ashâb-ı kirâmda görüyoruz. Muhtelif karakter ve şahsiyet sahibi insanlar, bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana getirdi.

Onun için bu terbiye ne? وَيُزَكِّيهِمْ (“…Onları (kötülüklerden) arındıran…” [Âl-i İmrân, 164]) Âyette buyrulan, insanın iç âleminin terbiye edilmesi.

Tezkiye.

Tezkiye. Zira Cenâb-ı Hak bizden ne istiyor?

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nereye gitseniz (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

Bunun bir şuuru hâlinde olmamız. Yine bu duygularımızın;

وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَرِيدِ

(“Biz ona şah damarından daha yakınız.” [Kāf, 16]) Cenâb-ı Hak bize şah damarından daha yakın olduğunu… Demek ki duygular temizlenecek. Bu tezkiye neticesinde, -üçüncü vazifesi peygamberlerin- Kitap ve hikmeti idrâk ettirmesi.

Bu şekilde bir Kitapʼta, bir Kurʼânʼda bir derinlik meydana gelecek. Ufuklar açılacak.

Hikmet; eşyanın, vâkıanın, hâdisâtın sırrî tarafları ayân olacak. Kul bu şekilde kemâle erecek. Cennetʼe girme hususiyetini kazanmış olacak.

Kalp ile nefis arasında bir bağlantı var mı?

Tabi bu, Efendim, kalp dediğimiz zaman bu, kanı pompalayan kalp hatıra gelir.

Evet.

Hâlbuki bir de onun içinde bir mânevî kalp vardır.

Evet.

Esas olan, bu mânevî kalptir. Eğer bu kalp temizlenirse, bir rûhâniyet, huzur hâli kulda meydana gelir. Müşâhede artar, tefekkür artar.

Cenâb-ı Hak, –Ziya Paşaʼnın ifâdesiyle-, bu cihânı “mekteb-i âlem” olarak tasvir ediyor. Ve kulların, Âdem -aleyhisselâm-ʼdan son insana kadar imtihan gördüğü bir mektep. Tabi Cenâb-ı Hak zerreden kürreye öyle bir halk, Cenâb-ı Hakkʼın bir halk sanatı var ki, ilk âyette:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.”

Demek ki iş, kalp bu okumaya, bunu okuyacak. Esas tahsil de bu. Yani Cenâb-ı Hakkʼı yakından tanıyacak, mârifetullahʼtan nasipler gelecek. Ufuklar açılacak. Hassâsiyet. Meselâ diğer bir mahlûkâta Cenâb-ı Hak ilim vermedi.

Evet.

Cenâb-ı Hak insana verdi. Bu, eserden müessire, sebepten müsebbibe, sanattan sanatkâra kuldaki idrak genişleyecek; “Aman yâ Rabbi!” diyecek.

Bir çekirdeğe bakacak: Buradan nasıl koca bir çınar çıkıyor?

Bir insan nasıl meydana geliyor?

Ufacık bir yumurtadan bir kuş, içindeki o cihazlar ne şekilde meydana geliyor?..

Kul dâimâ “Aman yâ Rabbi! Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi!” diyecek.

Evet. Efendim meselâ Kurʼânʼda kalp de var, nefis de var. Kurʼânʼdaki kalbe baktığımızda o da maddî kalp değil, mücerred, değil mi?

Evet, tabi, tabi.

Mücerred bir alanı ifade etmiş oluyor. Nefis de böyle mücerred. Sanki birbirinin yerine zaman zaman ikāme edilebilir yapılar mı, müesseseler mi, nefis ve kalp? Meselâ kalbin tasfiyesi, nefsin tasfiyesi, tezkiyesi; sanki birbirinin yerine kullanılabilir gibi bir şey de çıkıyor.

Tabi şimdi, yani burada Cenâb-ı Hak tabi imtihan olarak bu nefsi veriyor. Meselâ, meleklerde bu nefis yok. Melekler bir günah işlemeye adem-i iktidar sahibi. Bir günah şeyi yok onlarda. Fakat Cenâb-ı Hak, bir nefis veriyor ki, bu nefis temizlenmesi lâzım. İşte “lâ ilâhe” de öyle. Yani bir menfî ile başlıyor Cenâb-ı Hak. O menfîlik kaldırılacak. Kulda “İllâllah” Cenâb-ı Hakkʼın cemâlî sıfatları tecellî edecek o kalpte. Bu bakımdan, bu nefsin temizlenmesi…

Gazâlîʼnin güzel bir misâli var. Verâsetten gelen husûsiyetler var. Fakat terbiye neticesinde, “bir balmumu gibidir” buyuruyor.

Nefs için mi Efendim?

Evet. Bu diyor, balmumu gibidir diyor. İstediği şekli terbiye neticesinde verilir buyuruyor.

Evet.

Bu, şuna benzer diyor. Bir at, terbiye edilirse, süvârisini istediği menzile götürür. Fakat terbiye edilmezse, tam uçurumun kenarından sahibini atar.

Evet.

Yani, tâbir câizse, Cehennem yolcusu.

Yine bu hususta Mevlânâ Hazretleri diyor ki:

Gemi diyor, su diyor, gemiye istinatgahtır diyor. Gemiyi diyor, istediği yere götürür diyor. Fakat geminin içi su alırsa diyor, bir yerde batar diyor.

Yine bir misal veriyor. Yine diyor, gemi diyor, bir ateşle, bir kazanla gider. Fakat ateş, kazanın içinden sıçrarsa bütün gemiyi yakar.

Evet.

Yani Allah korusun, yanlış bir taşa basmak.

Nefs için de bu.

Nefs için de.

Potansiyel, yani kazan potansiyeli.

Tabi.

Bir su potansiyeli.

Tabi, tabi.

Evet.

Yani Cenâb-ı Hak bu son nefeste, yahut hayatın son safhasında kayanları bildiriyor. Meselâ Kasas Sûresiʼnde Kârunʼu bildiriyor. Daha evvel sâlih bir kuldu.

Yine Belʼam bin Bâûrâʼyı bildiriyor. Kerâmeti olan, ism-i âzama mazhar, sâlih bir kuldu. O da bir nefse temâyülden helâk oldu gitti.

Şimdi, dünyevî olarak insan bir doktor oluyor, mühendis oluyor, mimar oluyor, bir diploma alıyor. Bu, hayat boyu geçerli. Fakat bu nefis meselesi çok kaygan bir arâzi, çok kaygan. Cenâb-ı Hak:

“Yakîn gelene kadar (Rabbine kulluk et).” (el-Hicr, 99) Yani ölüm gelene kadar, son nefese kadar.

Demek ki bir müʼminin dâimâ teyakkuz hâlinde bulunması zarûrî.

Evet. Efendim, yani şimdi tabi, farklı, nefsin kademeleri de -mâlumlarınız- var. Diyelim ki mutmainne nefis, râdıye nefis, merdıyye nefis. Ama genelde de gündemimizde hep “emmâre biʼs-sûi” olan nefis, o oluyor.

O kastediliyor.

Sizin de buyurduğunuz, mutlak kötü değil o zaman nefis.

Tabi.

Mutlak kötü değil. O zaman şöyle bir şey düşünsek Efendim. Meselâ mutmainne nefsin gücü nasıl bir şeydir? Râdıye, merdıyye… Veya kimler meselâ böyle bir safhaya gelmiş oluyorlar? Onu da hani insanların önünde, yâhu bakın bu olabilir bir şey demek de lâzım. Değil mi Efendim? Mutmainne nefis kıvamına ulaşabilir insan demek de lâzım.

Tabi. Şimdi meselâ, buyurduğunuz gibi, nefis, umumiyetle insanların menfî temâyüllerini akla getirir. Aslında onun özünde bir mücevher gibi müsbet bir de mâhiyet vardır. İşte o müsbet mâhiyeti elde edebilmek. Bu, nefis terbiyesi.

Meselâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- eğer misal vermek îcâb ederse; İslâmʼdan evvel gayet haşin, sert, kaba tabiatlı, hattâ kız kardeşine bir tokat atıyor, kanlar içinde yerde kalıyor. Aynı Ömer, İslâmʼla şereflendikten sonra “Hazret-i Ömer” hâline geliyor. Gözü yaşlı, iki büklüm. Fıratʼtan bir kuzu düşerse bunu adl-i ilâhî benden sorar (diyor). Dâimâ fakirin, garibin, yalnızların, mâtemlerin civârında geziyor. Yani, bir tezkiyeden sonra, nereden ne hâle geliyor?

Evet.

Bir kuyunun dibinden, bir zirvelere çıkmış oluyor.

Aynı ham madde ama…

Aynı ham madde.

Evet.

Şimdi, demek ki bu nefs-i mutmainne… Bu nefs-i mutmainneye gelinceye kadar “nefs-i emmâre” var. -Allah korusun- bu, en kötü nefis. Duygusuz, hissiyat tamamen temâyüller dünyaya dönmüş durumda. Niçin dünyaya geldi? Bu cihan nedir? İlâhî kudret tecellîleri nedir, neyin nesidir? Bu ilâhî nakışlar kimedir? Bunun farkında değil. Yani geliş niye, gidiş niye? Doğumdan ölüme kadar bu akış nereye? Bunun bir gafleti içinde.

Bu nefis, “lâ yüsʼel” bir nefis, mesʼûliyetsiz. Tâbir câizse, bir noktada aygırlaşan bir nefis. Zulmediyor, kendini haklı buluyor. Bu böyle bir nefis.

Bilhassa günümüzde bunun da tezâhürleri çok. Meselâ hürriyet getireceğim diye, hâlbuki oradaki petrolü alacak vs. alacak. Orada güç kullanıyor; çoluk, çocuk, kadın vs. şu, bu, hepsi bir hüzün, bir mâtem hayatı yaşıyor.

Bu, nefs-i emmâre. Buna Mevlânâ Hazretleri güzel misaller veriyor. Meselâ bir misalde diyor ki:

Cenâb-ı Hak diyor, balıklara diyor, deniz içindeki mahlûkâta güzel sofralar hazırlamıştır diyor. Fakat diyor, ihtirastan dolayı diyor, oltaya doğru koşar diyor. Oltanın ucundaki yarım solucana âşık olur, kendi şeyini mahveder.

Yine diğer bir misâli de kurdun. Kurt vahşî bir hayvandır. Onun en güzel yiyeceği kuzudur. Fakat ne şâyân-ı hayrettir ki, kuzunun kurda âşık olması…

Evet.

Yani bir zerreyi ebedî bir hayata tercih etmesi.

Yine ayrı bir misal veriyor. Meselâ timsahlar diyor. Avını avlar diyor. Dişlerinin arasında etler kalır diyor. Bu da onu rahatsız eder diyor. Sahile çıkar, ağzını açar. Bütün o serçe kuşları, gıdâ buldum diye ağzına koşarlar. O dişlerinin arasındaki o etleri yemeye çalışırlar. Ağzı kuşlarla dolar. Ağzını kapatır, hepsini yutar. İşte nefs-i emmâre de seni böyle perişan etmesin, yutmasın, helâk etmesin diye Mevlânâ Hazretleri güzel misaller verir bu şekilde.

Onun bir üstünü de, “nefs-i levvâme” oluyor. Bu, levmeden, kendisini, -Yûsuf Sûresiʼnde- kendini bir… Yok, afedersiniz, bu, şeyde, Kıyâmet Sûresiʼnde:

لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ وَلَا اُقْسِمُ بِالنَّفْسِ اللَّوَّامَةِ

(“Kıyâmet gününe ve nefs-i levvâmeye andolsun.” [el-Kıyâme, 1-2])

Bu, tutarsız bir nefis. Dengesiz bir nefis. Bir yapıyor, pişman oluyor. Cenâb-ı Hak; “Hesâba çekileceksiniz.” buyuruyor. (Bkz. et-Tekâsür, 8)

Tabi bu, nefs-i emmâreden üstün durumda. Yine bunda bir muhâsebe başlıyor. Muhâsebe başlangıcı var.

Onun bir üstünü de “nefs-i mülhime” oluyor. Burada bir ilhamlar başlıyor. Yani doğru-eğri, müsbet-menfî, günah-sevap, yavaş yavaş bir şuur hâline gelmeye başlıyor. Tabi bu da kâfi değil.

Buradaki ilham şey midir, yani mülhime dediğimizde, ilham, yani ledünnî âlemden gelen ilham mı, yoksa…

Yok, değil. Tuluat, sünuhat gibi.

Hassâsiyet gibi.

Hassâsiyet başlıyor.

Evet.

Tabi bu nefse, buralara kadar Cenâb-ı Hakkʼın bir hitâbı yok Kur’ân-ı Kerîmʼde.

Evet.

Ancak “nefs-i mutmainne”de Cenâb-ı Hakkʼın hitâbı başlıyor.

Evet.

Tabi nefs-i mutmainne de, itmiʼnâna ermiş, yani;

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Cenâb-ı Hakʼla o kalp beraber olmuş. İlâhî müşâhedenin altında olduğu, dâimâ idrak ve şuur hâlinde. Böyle bir şey.

Tabi böyle olduğu zaman; mal, can vs. ne imkânları varsa onu Allah yolunda seferber ediyor.

Mutmainne safhası.

Evet mutmainne. İtmiʼnân oluyor, yani bir. Meselâ zirvede misaller verirsek buna, evliyâullâhın durumu gibi. Daha öteye, peygamberlerin durumu gibi.

Meselâ Efendimiz buyuruyor:

“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Fakat Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dâimâ huzurlu, bir huzur içinde.

Tabi demek ki bunu böyle düşünmek lâzım Ahmet abi. Demek ki birtakım müsbet fânî muhabbetler, Cenâb-ı Hakkʼın muhabbetine bir basamak hâline geliyor.

Evet.

Bunu meselâ ashâb-ı kiramda görüyoruz. Nasıl bir, Efendimizʼe hayran oluyor? Diğer muhabbetler, meşrû muhabbetler dahî siliniyor; “Yâ Rasûlâllah! Emret!” diyor. “Emret!” diyor. “Canım, malım her şeyim Sana fedâ olsun!” diyor. “Yeter ki Sen emret. Senʼin gönlünde bir mekânım olsun…” Bütün derdi bu.

Meselâ bir, krallara mektuplar gidecek. Genç-ihtiyar hepsi kalkıyor. Nasıl gidecek, o çölleri nasıl geçecek, karlı dağları nasıl geçecek, o kralın etrafında bir sürü cellât… Cellâtların yanında nasıl tebliğ edecek? Onun hiçbirini düşünmüyor. Yeter ki Allah Rasûlüʼnün yüreğinde kendisinin bir yeri olsun.

Meselâ Eyyûb el-Ensârî Hazretleri seksen küsur yaşında iki sefer İstanbulʼa geliyor. Yani yeter ki Efendimizʼin o, İstanbulʼu, لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“İstanbul elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) hadîs-i şerîfin(nin müjdesin)e nâil olmak hissiyâtı.

Tabi bu nefs-i mutmainne, çok zor bir iş. Yani ibadette büyük bir rûhâniyet kesbedebilmek. Beden ve kalp âhengi içinde ibadetlerin olabilmesi. Bir ahlâk. Bu ahlâkın Efendimizʼe yaklaşabilmesi. Bilhassa merhamet, şefkat, hizmet, tevâzu vs. Menfî duygulardan uzaklaşma.

“Mallarıyla canlarıyla Cennetʼi satın aldılar.” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 111) Malı ve canı Allâhʼa yaklaşmaya bir vâsıta olarak idrâk edebilmek. Bu istikâmette bulunabilmek. Çok zor bir şey.

Nasıl bir yolculukla Efendim, böyle bir makâma varılabilir? Yani diyelim ki bizi dinleyen, seyreden insanlara nefs-i mutmainne diye bir hedef diyoruz ki, yani Kurʼânʼda tebcil ediliyor, Allâhʼın hitâbına mazhar oluyor: “يَا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ(el-Fecr, 27) Yani nasıl bir gayretle oralara doğru yol alınır.

Yani Kurʼân-ı Kerîmʼi Cenâb-ı Hak:

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminlere şifâ ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82]) buyuruyor. “Şifâ ve rahmet” olarak bildiriyor.

Şimdi Cenâb-ı Hak en çok “Rahmân ve Rahîm” esmâsını bildiriyor. Rasûlullah Efendimiz de “Raûf ve Rahîm” şefkat ve merhametin zirvesi olarak bildiriyor. Cenâb-ı Hak kulunun da bir “rahmet insanı” olmasını arzu ediyor.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ

(“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80])

Allah Rasûlüʼne itaati Allâhʼa itaat olarak bildiriyor.

Demek ki ashâb-ı kirâm, bu izden, nasıl karda giden bir insanın bir izleri vardır, ashâb-ı kirâm da o izleri takip etti. Yani Efendimiz, emirlere, nehiylere dikkatten sonra, -tabi bu, muhabbetin getirdiği bir netice- Efendimiz hangi ağacın altında gölgelendi, hangi yoldan yürüdü, yürürken bakış tarzı nasıldı, Efendimizʼin bu tebessümü daha ziyade nereye idi? O, bir, yüzünün değiştiği hâller hangi hâllerdi?.. Sahâbe onları taklit etmeye çalıştı.

Meselâ bir misal vereyim. Bir Mudar Kabilesi diye bir kabile geldi. Perişan bir kabileydi. Üst baş yok vs. Efendimiz o kabileyi gördü, birdenbire rengi bembeyaz oldu:

“‒Bilâl ezan oku!” buyurdu.

Bilâl ezan okudu. İki rekât namaz kıldırdı.

“‒Herkes neyi varsa getirsin.” dedi.

Kimi bir çuvala doldurarak, zor, çeke çeke getirdi. Kimi de bir avuç içine bir hurma aldı, elinde bir havuç hurma vardı, o bir avuç hurmayı getirdi.

Efendimiz bu gayreti görünce, bu bir îman heyecanını görünce, bu vecd ve istiğrak hâlini görünce, o bembeyaz olan, kireç gibi olan sîmâsı pembeleşmeye başladı. (Bkz. Müslim, Zekât, 69)

Yine Cenâb-ı Hak, meselâ Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

Yani;

“Sevdiklerinizde vermedikçe (Allâhʼa yaklaşamazsınız) birre vâsıl olamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92) Sevdiklerinizden.

Evet.

Meselâ bu âyet indiği zaman, herkes neyi varsa getirdi. Yani meşrû olan muhabbetler, Allah Rasûlüʼne, Cenâb-ı Hakkʼa muhabbet karşısında eridi, bitti. İşte bu şekilde bir mârifetullah meydana geldi; Cenâb-ı Hakkʼı kalpte tanıyabilme. Ve sahâbe ne oldu? Râm oldu.

Yani öyle bir şey içinde ki, meselâ bir misal îcâb ederse, meselâ Sevban vardı. Bu bir köleydi. Efendimizʼin sohbetine gelir, hâlden hâle geçer, gider, yine bir sohbete koşar.

Bir gün geldi çok hüzünlüydü, mahzundu. Rasûlullah Efendimiz sordu:

“‒Sevban (dedi), nedir bu hâlin (dedi), niye mahzunsun, kederin nedir?” dedi.

Dedi ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Ya Siz benden evvel, yahut da ben Sizʼden evvel intikal edeceğim. Ben bu ayrılığa nasıl dayanacağım? Âhirette nasıl dayanacağım? Siz, peygamberlerin zirvesinde olacaksınız, ben ise kim bilir nerede savrulup gideceğim?”

Evet, Cennette olsak bile.

Evet, Cennette olsak bile. Yani Sevbanʼı bütün tedirgin eden, buydu. Demek ki Sevbanʼda, mal, can vs. hepsinin muhabbeti bitmiş, hepsi bir basamak olmuş, bu Allah Rasûlüʼnün muhabbetinde fânîleşmiş. Bir Sakaryaʼnın Karadenizʼe akması, Karadenizʼde kaybolması gibi. Artık “ben” bitmiş, dâimâ “Sen yâ Rabbi” olmuş. “Yâ Rasûlâllah! Emret!” olmuş.

Tabi bu, nefs-i mutmainne. Onun bir daha ötesi var, tabi nefs-i mutmainnenin belki bir sıfatı, bu da “râdıye”.

Ömer bin Abdülazizʼe soruyorlar:

“‒Senin için dünyada en sevimli nedir?” diyorlar.

O da diyor ki:

“‒Allâhʼın bana takdiridir.” diyor. “Ben Cenâb-ı Hakkʼın takdirini severim.” diyor.

Demek ki Cenâb-ı Hakʼtan, zenginsen râzı olacaksın, (serveti) kullanmayı bileceksin. Fakirsen, şükrü ve sabrı bileceksin. Gücün-kuvvetin varsa onu kullanmayı bileceksin. Hastalık geldi, musibet geldi, tabi o kolay bir iş değil, Eyyûb -aleyhisselâm- gibi. Buna da bir sabırla:

“‒Yâ Rabbi! Bu Senʼdendir. Bu -inşâallah- bu hastalık beni Sana yaklaştırır!..”

Cenâb-ı Hak, Eyyûb -aleyhisselâm-ʼa “نِعْمَ الْعَبْدُ” (“…Ne güzel bir kul…” [Sâd, 44]) buyuruyor.

Zenginlikte Süleyman -aleyhisselâm- zirvede. Fakat kalbini kasa yapmamış durumda. “Ben fakirim, bana fakirlerle beraber olmak düşer.” buyuruyor. Cenâb-ı Hak, Süleyman -aleyhisselâm-ʼa da “نِعْمَ الْعَبْدُ” (“…Ne güzel bir kul…” [Sâd, 30]) buyuruyor. Velhâsıl…

Evet, ne güzel kul…

Yaa, “ne güzel bir kul” olabilme. Yani Cenâb-ı Hak peygamberleriyle bize her türlü misalleri vermiş. Tabi Efendimiz bunun hepsinin zirvesi, hepsinin daha ötesi…

Kendimiz için ibret alarak okumak lâzım.

Yani “râdıye”; Allahʼtan râzı olacak.

“Merdıyye”; o samimiyet, o ihlâsa göre Allah da ondan râzı olacak.

(Sâlih) kullarıma katıl ve Cennetʼime gir.” (el-Fecr, 29-30) buyuruyor.

Evet.

Bir de “nefs-i kâmile” var. O da çok daha ötede, o da peygamberlere ve çok az bir evliyâya mahsus, vehbî bir hâdise o da.

Evet. Efendim, şimdi, bu sohbetimize başlarken, “bu zamanda nefis terbiyesi” üzerine konuşalım dedik. Oraya yavaş yavaş gelelim nefis üzerine konuştuktan sonra. Bu zamanda nefis terbiyesi dediğimizde, bu zamanı diğer zamanlardan ayırmış oluyoruz.

Evet.

Zât-ı âlîniz de bu zamanın farklı özellikler taşıdığını düşünüyor musunuz? Böyle ise bu zamanın husûsiyetlerine dâir, zât-ı âlînizin tespitleri neler? Yani “Bir müʼmin, bugün nasıl bir zeminde yolculuk yapıyor?” diye sorsak Efendim.

Efendim, genel mânâda tasavvuf, şerîati kemâle erdirmektir.

Yaşayarak.

Yaşayarak kemâle erdirmektir. Şerîate -Allah korusun- bir ilâve vs. yok. Şerîati bir kemâle erdirmek. Cenâb-ı Hak “اَحْسَنُ عَمَلًا” buyuruyor. (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7, el-Mülk, 2)

Kendi hayatlarımızda şerîati en kâmil mânâda yaşamak.

Yaşamaktır. Ve, işte tasavvuf, bahsettiğimiz gibi, kulun bu basamaklarda yükselerek Rabbine yaklaşmasını gâye edinen bir terbiye mektebi oluyor.

Yine, tasavvuf (buyruluyor) nefse karşı sulhü olmayan bir cenktir. Yani nefis, ancak büyük cihâd ile terbiye edilebilen, sırlarla dolu bir güçtür, kuvvettir.

Rivâyete göre Efendimiz, bir rivâyette Tebük Seferiʼnden dönüşte, ashâb-ı kirâmın vücudunda et kalmadı, deriler kemiklere yapıştı. O zaman Efendimiz; “Şimdi büyük cihada dönüyoruz.” buyurdu.

Tebükʼten dönerken.

Dönerken.

Sahâbe dediler ki:

“‒Yâ Rasûlâllah! Bundan daha büyük cihad var mı?”

“‒Evet (dedi Efendimiz), bu nefsimizle cihad.” (Beyhakî, ez-Zühdü’l-Kebîr, s. 198/374; Süyûtî, Câmi, II, 73/6107)

Demek ki bu nefis, Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşmamıza büyük bir engel. Demek ki tasavvuf, kulu Allahʼtan uzaklaştıran her şeyden sakınarak takvâya erebilme, Cenâb-ı Hakkʼı kalben tanıyabilme sanatıdır.

Yani:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])

Bu âyet-i kerîmenin içine giriyor.

Yine:

لَا تَحْزَنْ اِنَّ اللّٰهَ مَعَنَا

(“…Üzülme! Çünkü Allah bizimle beraberdir…” [et-Tevbe, 40])

Kul;

فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ

(“Allâhʼa koşun…” [ez-Zâriyât, 50]) Cenâb-ı Hakkʼa sığınacak.

Yine tasavvuf, Hakkʼa teslîmiyet pınarından kana kana içmenin, “îmân”ı “ihsan” gibi yüce bir ufka taşımanın diğer adı olmuş oluyor.

Diğer bir şey de -târifler çok- Cenâb-ı Hakʼtan râzı olma sanatı. Şikâyeti unutma sanatı.

Bu cihan, ins ve cin için bir “mekteb-i âlem”.

Kalbin tekâmülü için üç merhale var:

اَلتَّخَلِّى: Yani tahliye etme: Yani iç âlemini, küfür, nifak, şirk, riyâ, enâniyet, gurur, kibir, cimrilik, nemîme, gıybet, yalan, ibâdullâhı istihkār gibi menfîliklerden boşaltmak. “Lâ ilâhe.”

İkinci büyük merhalesi:

ثُمَّ التَّحَلِّى: Hâllenme: İkinci merhale. Bu da, îman, ihlâs, sadâkat, teslîmiyet, tevekkül, merhamet, cömertlik, hizmet, tevâzu, affedicilik gibi Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu hâllerle hâllenme.

Daha yukarıdaki merhale:

اَلتَّجَلِّى: Tecellîlere mazhar olma: Bu da mârifetullah ve muhabbetullah tecellîlerine nâil olarak, Kurʼân, kâinat ve insanı musaffâ bir kalp ile okuyabilme, ilâhî hikmet ve hakîkatlerde derinleşme. Genel olarak.

Günümüze geldiğimiz zaman, günümüzde, bu âhir zaman fitneleri yayıldı. Fiten hadîs-i şerîflerine baktığımız zaman, sanki âhiretin bir ayak seslerinin olduğu bir devredeyiz.

Burada da zor olan bir dünyevîleşme var. Zira televizyon, internet, reklâmlar, modalar, materyalist düşünce, kapitalist sistem, dört bir koldan insana âdeta “âhiretsiz bir dünya” telkininde bulunuyor.

Âhiretsiz bir dünya. Evet.

Âhiretsiz bir dünya telkini. Câhiliye devrinde de buydu. Kurʼân-ı Kerîmʼe ilk îtirazlar, İslâmʼa:

عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ (“Büyük haberden.” [en-Nebe, 2]) Âhiret haberi vermesiydi. Çünkü âhiret haberi olmadan, insanlar nefsânî arzularına göre çok rahat yaşıyorlar. Fakat bunu âhiret haberi engelliyor. Bugünkü durum da globalleşen bir dünya, aynı o dünyevîleşmeyi, Ağrı Dağıʼnın altındaki bir köye bile taşıyor.

Evet.

Bugün en mühim problem bu. Yani âhiretin unutulduğu her devir, câhiliye devridir. İnsanın Allahʼtan uzaklaşıp hevâ-hevesinin peşinde selde sürüklenen kütükler gibi şuursuzca savrulduğu her devir, bir câhiliye devridir. Meselâ, bir misal verelim bu câhiliye devrinden.

Anne günü yapıldı.

Anneler günü.

Anneler günü yapıldı. Şimdi bu, Allâhʼa yaklaşmak için mi yapıldı, yoksa mal satmak için mi yapıldı?

Evet.

Yani daha pazarını genişletmek, büyüme imkânlarını artırmak için, güçlülerin yaptığı, koyduğu bir şey mi bu, bir gün mü? Hâlbuki İslâmʼda ise, her gün anneler günü. Bir güne mahsus değil.

Cenâb-ı Hak, Allâhʼa itaatten sonra anne ve babaya itaatin zarûrî olduğunu bildiriyor. Anne-baba yaşlanır -âyet-i kerîmede, İsrâ Sûresiʼnde- tabi bedenin şeyden, gücünden düştüğü gibi, zihnî melekeler de kaybolmaya başlar. Cenâb-ı Hak “اُفٍّ” buyuruyor, “…Sakın ha, üf bile deme!..” (el-İsrâ, 23) annene-babana diyor. Her zaman için.

قَوْلًا كَرِيمًا buyuruyor. “…İkramkâr hâlde konuş.” (el-İsrâ, 23) diyor. Senede bir gün değil. Hayatın her safhasında.

Velhâsıl bu dünyevîleşmeler, bâzı mânevî duyguları bile, kendi temâyüllerine göre sevk ediyorlar.

Evet.

Bugün menfaat, maddî menfaat kavgaları, meselâ bir petrol kavgasında bugün; kadın, çoluk, çocuk, hasta, yaşlı vs. demeden, kul hakları, insan hakları ayaklar altına alınıyor. İnsanî yardım konvoyları, çocukların okuduğu mektepler, hastahâneler, câmiler, savunmasız siviller bombardıman altında. İşte günümüzden bunlar manzara.

Yani maalesef bugün; haramlar ve günahlarla aradaki mesafeler iyice birbirine yaklaşıp kayboldu. Günahlar önündeki perdeler kalktı.

Bir yönüyle faydalı olan internet, medya, maalesef nefsânî çirkinlikleri de, herkesin evine, odasına, hattâ cebine kadar taşımaya başladı.

Tabi her neticenin şerefi de ona ulaşmak için katlanılan güçlükler nisbetindedir. Nasıl, devletler, zor yerlerde çalışan kişilere bir “mahrûmiyet primi” verir -tehlikeli yerlerde-, Cenâb-ı Hak bu zamanlar için de “قَرْضًا حَسَنًا” (güzel bir borç) buyuruyor. (el-Bakara, 245; el-Hadîd, 11, 18; el-Mâide, 12…) Cenâb-ı Hak borç istiyor. Yani Cenâb-ı Hak verdiği ecrin kat kat artacağını bildiriyor bu zor zamanlarda.

Efendim burada şöyle bir şeye giriş yapsam, zât-ı âlîniz hayatın içindesiniz, birçok insanla görüşüyorsunuz, size dertler ulaşıyor. İnsanlara sohbetler yapıyorsunuz, dertlerini dinliyorsunuz.

Estağfirullah.

Nasıl problemler geliyor meselâ insanlardan. Ona dâir böyle umûmî tespitleriniz oluyor mu Efendim.

Efendim en çok…

Meselâ âile dertleri gibi vs…

Mâkul anneler babalardan şu dert geliyor:

Zamanında yavrular ihmal edilmiş, yavrular kaybolmuş, sokakların çocuğu olmuş, internetin çocuğu olmuş, ahlâkî yapı bozulmuş. Tabi burada bir âilede perişanlık, bir hüzün. “Aman diyor, benim diyor, kızıma-oğluma duâ edin.” diyor. Uyuşturucuya alışmış, vs. olmuş.

Evet.

En kestirme cevap, -tabi bu cevap doğru değil ama-; “Sen ne verdin ki ne bekliyorsun?!.”

Evet.

Yani bir bahçıvan, tarlaya bir şey ekmeden bir şey bekleyebilir mi?

Mevlânâ diyor ki:

“Sen diyor, arpa ekip diyor, mısır çıkmasını bekler misin?” diyor.

Tabi burada bir, okul öncesi eğitimden problem başlıyor. Çocuğun şuuraltı yanlış şeylerle dolduruluyor. Bunun da neticesi tabi, bir fâcia oluyor.

Meselâ bu Türkiyeʼde böyle. Avrupaʼdan da genç talebeler geldi, genç kızlar geldi. Hattâ örtünerek geldiler. Tabi belli, her tarafı makyajlı, oranın havasına göre.

Onlara ben birkaç şey sordum. Anne-baba muzdarip. Evlâtlarını getiriyor ki, bir telkin altında kalsınlar. Ben onlara dedim ki, yani Avrupaʼdaki hâli bildiriyorum:

“‒Siz Mehmed Âkif diye birisini biliyor musunuz?” dedim.

Evet…

“‒Yok, bilmiyoruz.” dediler. “Okumadık.” dediler.

“‒Peki dedim, siz Osmanlı tarihi diye bir tarih okudunuz mu? Kim bu Osmanlı? Hangi devletti, bu nedir?”

“‒Onu da okumadık.” dediler.

Şimdi, Avrupaʼdaki insana baktığımız zaman, bir erozyon. Yani oranın hâliyle hâllenmiş, onlar gibi düşünüyor, onların dünyasında.

Tabi Türkiyeʼye geldiğimiz zaman, Türkiyeʼde tabi bu, bir örfler var. Tabi bu örfler zamanla zayıflaya zayıflaya yine bu bahsettiğimiz, internet, televizyon vs. reklâmlar, zayıflaya zayıflaya gidiyor. O bakımdan dâimâ problemler geliyor.

Âileler arası problem geliyor. Aileler çöküyor. Bu, ihtilâtlar, beraberlikler vs. bunlar âile hayatına maalesef zehir serpiyor. Tabi başta, altyapı yok. Yani dînî yapı çok zayıfladı. Problem orada. Onun için dînî yapının güçlenmesi lâzım.

Efendim, bâzı insanlar meselâ “sahâbe” kelimesini duymamış oluyor.

Evet.

Bazı evler var, seccâde yok, kıble bilinmiyor.

Evet, evet…

“Ezansız Semtler” diye, değil mi, bir ara öyle bir yazısı vardı Yahya Kemâlʼin, bundan belki elli sene, altmış sene önce yani. Hakîkaten…

Şimdi, Ahmet abi, bana bir genç getirdiler evvelki sene. Genç uyuşturucuya alışmış. Ben tatlı tatlı çocuğa bir nasihat ettim. Şehrini sordum, memleketini sordum. Anne-babasını sordum:

“‒Nasıl?” dedim, “Âile yapın nasıl?” dedim.

“‒Anne-baba ayrıldı.” dedi. “Ben de dedi, tahsil için İstanbulʼa geldim dedi. Burada ben dedi, uyuşturucuya alıştım.” dedi.

Evet…

“‒Artık ben dedi, bittim dedi. Benim artık ne okumaya gücüm var, ne bir yerde çalışmaya gücüm var dedi. Sizden benim bir istirhâmım olacak dedi. Benim düştüğüm bu çukura, -af edersiniz- bu lâğıma başka kimse düşmesin. Bunun için gençlikle alâkadar olun.” dedi.

Evet.

“‒Oğlum dedim, sen dedim, namaz, abdest, vs. câmi, bunlar hakkında, bir câmiye gittin mi, namaz kılmayı biliyor musun?” dedim. Dedi ki:

“‒Hocam dedi, ben beş vaktimi kılıyordum dedi. Fakat şimdi dedi, câminin dedi bir şeklini bile, geometrisini bile, kıbleyi bile kaybettim ben.” dedi.

Maalesef bugün bir uyuşturucu şeyi. Bu ihtilâtlardan gelen menfîlikler, dînî yapının, dînî alt yapının olmaması…

Meselâ yine bir hoca bir kardeşimiz, kampüslere gidiyor, orada meselâ ateizme giden gençler görüyor.

Evet…

“‒Siz niye ateizme gittiniz?” deyince:

“‒İşte diyor, beni diyor, İslâmʼda diyor, şu vardır, bu olur mu?” diyor. Hâlbuki İslâmʼda olan bir şeyi yanlış anlamış.

Evet…

Onu tashih edecek kimse de yok.

Evet…

Hâlbuki onu açtığınız zaman, îzah ettiğiniz zaman seviniyor, memnun oluyor.

Evet. Zihni duruluyor.

Yani her tarafta Ahmet abi, mânevî açlık var.

Evet.

Yani bu mânevî açlığı telâfi etmek lâzım.

Evet Efendim, oradan bu terbiye konusuna gelirsek, yani bu zamanın aşağı yukarı şeyini çizdiniz manzarasını. Şimdi tekke ve dergâhların bünyesindeki nefis terbiyesiyle, mânevî bakımdan âdeta mayınlı sahadaki ya da yıldırımların düştüğü bir iklimdeki nefis terbiyesi aynı mıdır?

Özü itibâriyle farklı değildir. Şöyle ki:

Dergâh, bir nevî, mânevî mekteptir. Nefsini terbiye edebilen bir müslümana, bütün yeryüzü bir dergâh hâline gelir.

Huşû ile secde ederek Hakkʼa yaklaşan bir müʼmin, kendisine bir mescid, bir secdegâh kılınmış olan yeryüzünün hiçbir köşesinde Rabbinden uzaklaşmaz. Cenâb-ı Hak bize öyle bir dünyada olmamızı arzu ediyor ki Âl-i İmrân Sûresiʼnde:

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerindeyken (yani her vakit) Allâhʼı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191) Cenâb-ı Hakkʼı unutmazlar.

Günahlar, Cenâb-ı Hak unutulduğu zaman günah işlenir. Besmele çekerek bir dedikodu edilmez. Besmele çekerek bir kalbe diken batırılmaz. Yine Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:

“Allâhʼı unutan, Allâhʼın da kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın…” (el-Haşr, 19) buyuruyor.

İslâmʼı hayatının hiçbir alanında bir kenara bırakmaz, böyle bir müʼmin. Ne camide, ne çarşıda, ne okulda, ne sokakta, ne evde, ne komşu ve akraba münâsebetlerinde, ne o, kul ve mahlûkat haklarında, ne mîras hukukunda… Dâimâ Cenâb-ı Hakʼla beraber olur. Hak ve hukuk karşısında bir titizlik hâlindedir. İslâm, onun hayatının bütününü şümûlüne alır.

Bu insan, rahmet insanı olur. Çoraklaşmış gönüllere bir yağmur misali rahmet olabilme derdindedir.

Günah çağrılarının, birer imtihan olduğunu bilir. Bu şuurla, gözünü, gönlünü, elini, dilini ve bütün âzâlarını korur.

Meselâ, diyelim ki bir insan, seyahat esnasında devamlı bir arabalar görür geçen. Her arabanın bir plâkası vardır. Bu plâkayı okumaz. Kalp o hâle gelir, yani günahlara karşı kalp bir âmâ hâline gelir.

Günaha kapanır.

Kapanır. Fakat o kalbin bir dergâh hâline gelmesi.

Yani kalbin;

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

Kalbin Cenâb-ı Hakʼla o beraberliği:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“…Nereye gitseniz (Allah) sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)

Kalbin bu şuura gelebilmesi. Bu şekilde kalp bir dergâh hâline gelir. Tabi günümüzde de buna çok ihtiyaç var. Tabi dergâhlar bu işi görüyordu. Meselâ Mevlânâʼya izâfe edilir:

بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ

گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ‌پَرَسْتِی بَازآ

اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ

صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ

(“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!

Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel!

Bizim dergâhımız (olan İslâm), ümitsizlik dergâhı değildir.

Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!..”)

Mevlânâ burada “gel” diyor, “geri dön, gel” diyor. “Gel” diyor, “burada bir tamir gör” diyor. “Bir iç âlemini tezkiye et” diyor. “Bir huzuru bul” diyor.

Şimdi, tabi eskiden dergâhlar vardı. Fakat o dergâha intisâb edenlerin de kalpleri bir dergâh hâlindeydi. Yani nasıl bir bozuk bir, tamirciye giden bir buzdolabı, bozuk buzdolabıdır. Sağlam bir buzdolabı tamirciye gitmez. Tamircinin sanatı da, gösterdiği o tamirdeki o ustalığından ortaya çıkar. Bunun için, bugün bir gönül insanına ihtiyaç çok. Gönül insanı mahrûmiyeti var.

Yine Mevlânâʼnın güzel bir misâli var:

Baktım diyor, gece yarısı diyor, tarlada birisi dolaşıyordu diyor. Elinde diyor, bir fener vardı diyor. Yanına yaklaştım, merak ettim diyor.

“‒Nedir derdin?” dedim diyor. “Ne arıyorsun bu tarlada?”

Bana şöyle acı acı baktı:

“‒Ne olursun beni yalnız bırak!” dedi.

“‒Ne arıyorsun?” dedim.

“‒İdeal insan arıyorum. Keyfiyetli insan arıyorum.”

Dedim ki ona:

“‒Yorulma, ben de çok aradım bulamadım, boş yere dolaşma.”

Dedi ki:

“‒Beni serbest bırak. Ben de bulamayacağımı biliyorum. Ama bu hasretle dolaşmam bile bana bir lezzet veriyor.”

Bugün en mühim, muhtaç olduğumuz; bu ideal insan, keyfiyetli insan, kendisini Hakkʼa adayan insan.

Evet.

Kalbini dergâh hâline getiren insan. Rahmet insanı. Yüreğinden rahmet taşıran insan. Bu insanın yetişmesi lâzım…