DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
RAMAZAN MUHÂSEBELERİ – 2
Efendim, eskiden, hani anlatılır, bir dağdaki dervişle şehirdeki dervişin hikâyesi anlatılır -mâlum kıssası-.
Evet.
Yani dağda şey yapıyor insan, böyle olgunlaşıyor ama, şehrin iklimine gelince yaralanıyor. Yani biraz böyle bir, sanki her yer şehir oldu gibi. Değil mi Efendim, her yer şehir oldu…
Bir de Ahmet abi, günümüzde, yani şeytânî vitrinler çok.
Evet.
Yani bu şeytânî vitrinler, Rahmânî vitrinlere mânî oluyor. Bir azamet-i ilâhiyyeyi tefekkür etmek, bir çiçeğe bakıp bir düşünmek:
“Allah bu çiçeği niye verdi?..”
Muhakkak, kurda-kuşa vermedi. İnsana verdi. Yani bir, o çiçekle, o çiçeğe baktığında Cenâb-ı Hakʼla buluşması. Şu rızıklara baktığı zaman, her mahlûkâta ayrı ayrı sofralar kuruluyor. “Aman yâ Rabbi!” demesi. Yani Cenâb-ı Hakʼla beraberliği temin edebilmesi, buluşma. Yani, onun için;
Yunus Emre:
“Dervişlik dedikleri, hırka ile taç değil;
Gönlün derviş eyleyen, hırkaya muhtaç değil.” buyuruyor.
Şöyle bir şeyin de üstünde durulabilir mi Efendim:
Meselâ Medîne ikliminde Müslümanlığımızı korumakla, Mekke ikliminde -eski-, Müslümanlığımızı korumak arasında meselâ kolaylık…
Kolay değil tabi zor. Demek ki burada ilk dikkat edilecek nedir?
Evet.
Onu sormak istiyorsunuz.
Evet, evet.
İlk dikkat edeceğimiz, helâl kazanç ve helâl gıdâ problemi, bir.
İkincisi; beraberinde bulunduğumuz insan problemi.
Kimle beraberiz?
Kimle beraberiz? Bugün, şahsiyet üzerinde iki müessir vardır güçlü; biri helâl kazançtır; ikincisi, beraberinde bulunduğu insan. Sâlih insansa, hayırlı insansa, hayra götürür. -Allah korusun- eğer menfî bir insansa, menfîliğe doğru temâyül ettirir.
Helâl kazanç da öyle. Yani bir kimsenin yaşadığı hayata baktığınız zaman, orada onun kazancının profili meydana çıkar. Para yılan gibidir, girdiği delikten çıkar. Eğer o kazandığında israf etmiyorsa, kazancı helâlse, demek ki o kimsenin kazancı helâldir. Eğer yok, kazancı israfa gidiyorsa, pintiliğe gidiyorsa, menfî yerlere gidiyorsa, demek ki kazancında menfîlik var.
Tabi bugün de bu helâl kazancı, eğer inceden inceye düşünürsek bunu; meselâ bizim gençliğimizde, hattâ çocukluğumuzda, o zaman fırınlar yoktu evlerde. Ekmek fırınlarına börek-çörek gönderilirdi. O bir sofra beziyle örtülürdü. “Aman!” denirdi, “Evlâdım bunu fırından alırken de kokusu yayılmasın, bunun üstünü sofra beziyle kapat!” denirdi. “Fırıncıya da bundan bir parça ver…” denirdi.
Evet.
Bugün ise baktığımız zaman, bütün gıdalar vitrine ediliyor.
Bir gün, belki on beş, yirmi sene evvel, bir şeker satan bir amca vardı. Evde bu, badem şekeri yapar, bunu ev ev dolaşıp yüz gram, iki yüz gram satardı. Bu bize de gelirdi ama, biraz meczubumsuydu, saati de yoktu. Gece 12ʼde de kapıyı çaldığı olurdu. Biz bunun önüne bir gün yine böyle geç vakitte geldi, önüne bir tepside bir sofra kurduk. Şöyle tatlıya baktı. Dedi:
“‒Osman Efendi! (Dedi.) Siz bunu (dedi), dışarıdan mı aldınız, bu evde mi pişirildi (dedi), hazırlandı?” dedi.
Biz dedik ki:
“‒Yani Hayri Amca (dedik), bu evde de olabilir, dışarıda da, pek bilemiyorum.” dedim.
“‒Yok yok, siz (dedi), dışarıdan almazsınız.” dedi.
“‒Niye Hayri Amca?” dedim.
“‒Çünkü (dedi), dışarıdaki olan, satılan şeyler vitrine ediliyor, burada birçok mahrumun gözleri takılıyor. Takılan bu gözler de bu gıdanın mânevî durumunu bozar.” dedi.
Tabi bu, ince bir düşünüş. Tabi bunlar kalktı bugün. O tavuk dönerleri, et dönerleri, her yerde kebapçı, etçi vs… Tabi burada birçok mahrum, bunlara içini çekiyor.
Gözü kalıyor.
Gözü kalıyor. Bilhassa bugün Sûriyeliler. Bu, neredeyse bir “Âh merhamet!” diyorlar. Onun için bu helâl kazanç çok mühim.
İkincisi, tabi bu, beraberinde bulunduğun insan. Tabi bugün, beraberinde bulunduğun insandan ziyade, herkesin elinde -beş yaşından yetmiş yaşına kadar- bir cep telefonu. Cep telefonu internete bağlı, her yere girip çıkıyor. Onlarla ünsiyet oluyor.
Cenâb-ı Hak bunu istemiyor:
كُونُوا مَعَ الصَّادِقِينَ
(“…Sâdıklarla beraber olun.” [et-Tevbe, 119]) buyuruyor.
Maalesef toplum ise, bu nefsânî arzulara râm olmuş programlarla, o kişilerle beraber oluyor. Bugün en mühim tezkiye:
“Gıdâ” bir; “beraberinde bulunduğumuz insan” veyahut “internet” veyahut da “televizyon”. Bunlar çok mühim bir husûsiyet bugün.
Bir de şu olabilir mi Efendim:
Yani şimdi biraz kendimizi koruma hassâsiyetiyle hareket ediyoruz. Acaba cemiyetin düzeltilmesi, sokağın düzeltilmesi, içinde teneffüs edilen iklimin düzeltilmesi gibi de bir gündem olabilir mi?
Olabilir tabi, bu çok mühim bir gündem Ahmet abi.
Bize, biz İmam Hatipʼte okurken, Nurettin Topçu bize sosyoloji grubu dersine gelirdi. O derdi ki bize:
“‒Oğlum (derdi), millet (derdi), bu millet (derdi), millî eğitimden bozuldu. Siz hepiniz millî eğitimde vazife alın. Câmilerde vazife alın.”
Yani halka hizmette vazife alın.
Bugün maalesef tabi bu, demin Mevlânâʼnın bahsettiği gibi, kaliteli insan, keyfiyetli insan, ideal insan… Bu ideal insanı yetiştirmek, fedakâr…
Meselâ asr-ı saâdete baktığımız zaman, hep fedakâr insanlar yetiştirildi. Yani fedakârlığı meydana getirecek de muhabbettir. Muhabbet olacak ki, muhabbetin neticesi fedakârlıktır.
Bir anne, muhabbeti neticesinde yavrusunun her şeyine katlanır. Demek ki sahâbeyi o sevgi, fedakârlığa onu götürdü. Üşenmedi. Çinʼe gitti, Semerkandʼa gitti, Keyrevanʼa gitti. Dünyanın bir ucundan bir ucuna gitti.
Götüren neydi onu? O fedakârlığı meydana getiren muhabbetti. Bugün en zor, o muhabbeti kalplere ilkā edebilmek.
Bu da, eğitimcinin kalbi dolu olacak ki rûhâniyetle, bir vecd hâli olacak ki, ona tesir etsin.
Nasıl bir atom parçalandığı zaman bir radyasyon meydana geliyor. Radyasyonun faydalı ve zararlı hususiyetleri var. İnsandan çıkan bu radyasyon diyelim, bu çok daha tesirli. Biz onun müsbetine “feyz” diyoruz. Menfîsine “gaflet” diyoruz.
Tabi buradan talebeye feyz gelirse, talebe rûhânîleşiyor. Yok eğer menfîlik gelirse talebede gaflet artıyor.
Gaflet nedir? Bir misal vermek îcâb ederse, okyanus ortasında dümeni bozulan bir gemi gibi. Hangi girdapta şey olacağı belli değil. Veyahut da diğer bir ifadeyle, günün ortasında Güneşʼi kaybetmek gibi bir hâdise.
Onun için bu, yine bu “eğitim” çok mühim. Eğitim neticesinde helâl gıda olur, beraberinde bulunduğun insan seçilir.
Yine kul hakkına riâyet… Bugün kul hakkı diye olan şey de azaldı. Yani insanlar pragmatist, menfaatperest, oportünist bir hâle geldi.
Hep kendi çıkarına…
Hep kendi… Ticârî ahlâk ona göre oldu. O da bozuldu. Allah yolunda hizmet ve gayret hassâsiyeti zayıfladı. Bilhassa evlâtların İslâm şahsiyet ve karakteriyle, Kurʼân ve Sünnet terbiyesinde yetiştirilmeleri gibi mevzular bugün çok mühim, onlar zayıfladı.
Bugün yine Ahmet abi, dolaşıp geleceğimiz; tek kanatlı bir eğitim olmaz. Mevlânâʼnın ifadesiyle, tek kanatlı bir kuş, bir kedinin midesinde kaybolur, buyuruyor.
Yani bu eğitimin maddî tarafıyla beraber, mânevî tarafı da olması zarûrî. Maalesef bugün mânevî tarafı zayıf.
Yani görüyoruz; imtihan zamanı bütün yollar tıkanıyor vs.
“‒Aman evlâdım kazansın, üniversite kazansın…”
Fakat mânevî hayatı nasıl? O maalesef düşünülmüyor. Veya o ikinci plânda kalıyor.
Din bir geometri olarak gözüküyor. İşte, namaz kıldı, nasıl kıldı o namazı meçhul. İyilikte bulundun, kalbin temiz olsun, kalp nasıl temiz olacak, o tarafı düşünülmüyor. “Benim kalbim temiz(!)” diyor. “Evet (diyor), ibadetim yok, şeyim yok ama (diyor), kalbim temiz.” diyor. Yani sübjektif, yani kalbinin temizliğine kendisi karar veriyor.
Evet, evet. Bu, biraz önce buyurduğunuz, sahâbînin böyle Medîne dışında çok uzak diyarlara gittiğini. Yine Rasûlullah Efendimiz, krallara mektup gönderiyor; “İslâm ol, kurtul.” diye. Acabâ bugün müslümanın, hani, meselâ global kültürden şikâyet ediyoruz. Amerika bizim çocuklarımızın kalbine nüfûz ediyor, Avrupa nüfûz ediyor. Bizim meselâ Amerikaʼnın kalbine nüfûz etmemiz İslâm olarak, Avrupalı çocukların kalbine nüfûz etmemiz, cihanşümûl bir sorumluluk şuuruyla. Değil mi Efendim? Yani, hem kendi…
Ahmet abi, çok doğru. Fakat şimdi, Cenâb-ı Hak:
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Senʼden medet umarız.” [el-Fâtiha, 5]) buyuruyor.
Evet.
Yani kul kendisini ikmâl edecek. İkmâlden sonra kendisinin dışındakilere doğru gücünü artıracak.
Evet.
“Ancak Sana kulluk yaparız…” (el-Fâtiha, 5) Cemî geliyor, müfred gelmiyor.
Evet.
Demek ki insan kendisinden, âilesinden başlayacak, toplumundan… Toplum da ihyâ oldu, kendisinin dışındaki bir dünyadan, dünyanın akışından kendisini mesʼûl görecek. Ashâbın Çinʼe gitmesinin sebebi bu, Semerkandʼa gitmesinin sebebi bu.
İçi taşıyor değil mi?
Eyyûb el-Ensârî Hazretleriʼnin İstanbulʼa gelmesinin şeyi bu.
Evet.
Şimdi orada bir hâdise oldu Eyyûb el-Ensârî Hazretleriʼnin. İki sefer İstanbulʼa… Seksen küsur yaşındaydı. Bir Medîneli, atını Bizanslıların ortasına kadar sürdü.
Evet.
Diğer arkadaşı dedi ki, kenarda kalan arkadaşı:
“‒Yanlış iş yaptı!” dedi.
Evet.
Çünkü Cenâb-ı Hak Bakara 195ʼte:
“İnfak edin, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın…” (el-Bakara, 195) buyuruyor. Bu, kendini tehlikeye attı.
Eyyûb el-Ensârî Hazretleri dedi ki:
“‒Yok (dedi), bu âyet bize indi (dedi). Sebeb-i nüzûlü biziz (dedi). Biz (dedi), Allah Rasûlüʼne misafirperverlik ettik (dedi). Canımızı-malımızı bezlettik, cömertçe sarf ettik, bütün gazvelere iştirâk ettik, artık (dedik) biz artık Medîneʼnin hurmalıklarına çekilelim. O zaman bu âyet-i kerîme indi:
«İnfâk edin, kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın…»” (el-Bakara, 195)
Evet.
“اَحْسِنُوا; ameliniz en güzel olsun. Allah Muhsinleri sever.” (el-Bakara, 195) Demek ki bu, ölüm gelene kadar.
Yani bitmiyor, bir işi yaptım…
Bitmiyor, bitmiyor. Meselâ Ahmet abi, öğle namazını kıldık, 10 rekât bitti.
Evet.
Cenâb-ı Hak fazlasını istemiyor. Fakat 10 rekâtı istiyor.
Evet.
4 rekât farzını bilhassa istiyor en başta.
Evet.
Fakat infakta, mallarıyla, canlarıyla infak istiyor. Yani burada bir hudut yok.
Evet.
Hudut;
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiğiniz şeylerden vermedikçe birre vâsıl olamazsınız…” [Âl-i İmrân, 92])
“Sevdiklerinizden vermedikçe.” Demek ki bütün güçler sarf olacak. Cenâb-ı Hakkʼa adanacak bütün güçler.
Ramazanʼa gelelim. Ramazân-ı Şerîfʼin içindeyiz -elhamdülillah-. Nasıl değerlendirmeliyiz bu rahmet ayını, rahmet iklimini? Nelere dikkat edersek, Cenâb-ı Hakkʼın râzı olduğu bir şekilde Ramazân-ı Şerîfʼi idrâk etmiş olabiliriz? Neler yaparsak Allah Rasûlüʼnün yaşadığı bir Ramazân-ı Şerîfʼe yaklaşabiliriz? Ramazanʼda en çok dikkat etmemiz gereken maddî-mânevî hususlar neler?.. Diye bir sorsak.
Efendim, Ramazan gelmeden iki ay evvel Rasûlullah Efendimiz, Receb ve Şâbân ayının bir rahmet olması, bereket olması ve Ramazanʼa mülâkî olmamızın bir duâsı içinde:
اَللّهُمَّ بَارِكْ لَنَا فيِ رَجَبٍ وَ شَعْبَانَ وَ بَلِّغْنَا رَمَضَانَ
(“Allâhʼım! Receb ve Şâban aylarını bize mübârek eyle ve bizi Ramazanʼa ulaştır!” [Taberânî, Evsat, IV, 189; Beyhakî, Şuab, V, 348. Krş. Ahmed, I, 259])
Nasıl bir hazırlık oluyor bir namaza, diğer şeylere, seyahatlere, her şeye, demek ki Ramazân-ı Şerîfʼe kalbin bir hazırlığı isteniyor.
Evet.
Yani, nasıl diğer bir ifadeyle ticâret erbâbı, sanayi erbâbı, sporcular, birtakım konferanslar olur, seminerler olur, sporcular ihtilâttan men kararı alırlar, kendilerini tecrid ederler, o girecekleri müsâbakaya hazırlanırlar.
Teksif olmak.
Teksif olurlar. Demek ki Rasûlullah Efendimiz de kalbin Ramazân-ı Şerîfʼe teksif olması…
Evet.
Zira Ramazân-ı Şerîf, affın tuğyân hâlinde olduğu bir ay olmuş oluyor. Cenâb-ı Hakkʼın büyük bir rahmet tecellîsi. Kullarına bir lûtuf, Ramazân-ı Şerîf. Cenâb-ı Hak lûtfediyor, ihsân ediyor, ikram ediyor.
Bir de, Cenâb-ı Hak kullarına;
“…Ben size yakınım…” (el-Bakara, 186) buyuruyor. Cenâb-ı Hak yakınlığını bildiriyor. Kullarının da yakın olmasını istiyor. Demek ki Ramazân-ı Şerîf, bir kulun Cenâb-ı Hakkʼa yakınlaşma ayı.
Diğer taraftan, Kurʼân-ı Kerîmʼin indiği ay. Kurʼân-ı Kerîm, hidâyet rehberi. Kurʼân-ı Kerîmʼle hemhâl olma ayı. Kurʼân-ı Kerîmʼle beraberlik. Allah Rasûlüʼyle beraberlik. Bir de helâllerden bir riyâzat ayı. Yani helâllerden riyâzat hâlinde olacaksın ki, ne kadar kerâhatlerden uzakta kalacaksın?..
Evet.
Bu bilhassa…
Bazı helâlleri yapmayacağız.
Helâlleri de asgarîde.
Asgarîye iniyor.
Asgarîye iniyor.
Haramlara hiç yönelmeyecek.
Haramlara hiç yönelmeyecek. Yani bir hadîs-i şerîf var Tirmizîʼde, hadîs-i şerîfte:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- minbere çıkıyor:
“Âmîn, âmîn, âmîn!” buyuruyor.
Ashâb-ı kirâm:
“‒Yâ Rasûlâllah! Bir muhâtap yok, neye duâ ettiniz?”
Efendimiz de buyuruyor ki:
“‒Cebrâil geldi, üç hususta beni îkaz etti:
Birincisi, anne-babası ihtiyarlar, bigâne kalır, rahmetten uzak olsun.
İkincisi, Senʼin ismin geçer Yâ Rasûlâllah! Sana bîgâne kalır…” Rahmeten lil âlemin…
Salevat getirmez…
Rahmeten lil âlemîn…
Evet.
Cenâb-ı Hak:
لَقَدْ مَنَّ اللّٰهُ
(“Yemin olsun, Allah müʼminlere bol ihsanda bulundu…” [Âl-i İmrân, 164]) buyuruyor. En büyük nîmet.
Evet.
Şimdi, insan bir sevdiğinden bahsedildiği zaman, onun kalbinde güzel bir şeyler olur, huzur hâli gelir o sevdiği kişiden bahsedildiği için. Demek ki Rasûlullah Efendimizʼi her şeyden, her şeyden çok seveceğiz ki Cenâb-ı Hakkʼın rızâsını kazanacağız. Ve Rasûlullah Efendimizʼle hemhâl olmanın bir gayreti başlayacak, ashâb-ı kirâmda olduğu gibi.
“…Üçüncüsü; Ramazân-ı Şerîfʼe girer, bîgâne kalır, rahmetten uzak olsun!..” buyuruyor.
Evet.
“…Ben de âmîn dedim.” buyuruyor. (Bkz. Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)
Demek ki Cenâb-ı Hakkʼın bu rahmetinin tuğyân ettiği bir ay olmuş oluyor Ramazân-ı Şerîf. Tabi bu Ramazân-ı Şerîfʼte, bu gafletten sıyrılma, uyanık olabilme, fedakârlıkta bulunabilme, ibadetlerle bedenin ibadetlerle yoğrulması, rûhun inkişâf etmesi. Bir rahmet ayı. Kulun da bir “rahmet insanı” olması. Yüreğinden rahmet taşıran bir müʼmin olması. Kendisini düşündüğü gibi, ümmet-i Muhammedʼin kendisine zimmetli olduğunun idrâki içinde bulunması.
Meselâ düşünelim:
Bugün ashâb-ı kirâm olsaydı, bu Sûriyeʼde memleketinden, vatanından, ocağından, tard edilenlere karşı ne şekilde davranırdı?
İşte Muhâcir-Ensârʼda gördük onu. Biz nasıl davranıyoruz bugün?
Demek ki ashâb-ı kirâm ile kendi aramızdaki mesâfeyi bir ölçmemiz lâzım.
İnşâallah Ramazân-ı Şerîf bu riyâzat sebebiyle -inşâallah- Cenâb-ı Hak bize o Muhâcirʼden, Ensârʼdan Cenâb-ı Hak hisseler nasîb eyler.
Âmîn, inşâallah.
Cenâb-ı Hak bizle, kuluyla dostluk istiyor. Tabi dostluk da müştereklikten doğar. Müşterekliğin başında da Cenâb-ı Hak bize merhameti telkin ediyor. Yani Ramazanʼda ibadetle ruhlar müzeyyen hâle gelecek. Merhametle, yürekler merhametle yoğrulacak. Kendimiz için istediğimizi kardeşimiz için de isteyeceğiz. Yani böyle rûhumuz bir kıvam, bir seviye kazanacak. Bu seviye neticesinde Kadir Gecesi de ekseriyetle Ramazanʼın son on günü geliyor…
Evet.
Nasıl Ramazan iki ay evvelden hazırlıkla karşılanacak, Kadir Gecesi’ne de Ramazân-ı Şerîfʼin yirmi gününde hazırlanılacak.
Evet.
Yirmi günden sonra Kadir Gecesi beklenecek.
Evet.
O da, Kadir Gecesi de yalnız Efendimizʼe ait, diğer peygamberlerde Kadir Gecesi yok. Ki seksen üç (sene), “مِنْ اَلْفِ شَهْر” bin ay. (Bkz. el-Kadr, 3) Bin ayın, yani seksen küsur senenin fazîletini… Cenâb-ı Hak o kadar demek ki Peygamber Efendimizʼi seviyor ki… Peygamber Efendimiz de ümmetini seviyor. Cenâb-ı Hakkʼın lûtfu, Efendimizʼe lûtfu. O vesîleyle ümmete lûtfu. Bin aydan daha hayırlı bir Kadir Gecesi ihsân ediyor. Gaflette kalmak, ne kadar hazin bir hâdise.
Şöyle bir şey akla gelebilir: Meselâ Kadir Gecesiʼnde ne yapmalı ki, bin aydan hayırlı bir amel yapmış olmalı? Meselâ o gece infak mı bin aydan hayırlı amel niteliğindedir? Namaz mı, ne bileyim, sıla-i rahim mi, ne diyebiliriz? Ya da…
Ahmet abi, onların hepsi bir vâsıta, vesîle. Cenâb-ı Hakkʼa yakın olmaya, “Allah!” diyebilmeye bir vesîle.
Evet.
Şimdi bu… Allah bu… Yani mühim olan, kalpte o cemâlî sıfatların, kalp onun mazharı olabilmesi. Bütün inceliklerin o kalpte zuhur edecek ki o kalp bir Kadir Gecesi yaşayacak.
Şeyin, Süleyman Çelebiʼnin; “Bir kez Allah dese şevk ile lisan” diyor. “Dökülür cümle günah, misl-i hazan” diyor. Yani demek ki bir kere aşk ile “Allah” demek, değil mi Efendim?
Tabi şimdi Ahmet abi, yani bir ashâb-ı kirâma baktığımız zaman, bu, her geceyi bir Kadir gecesi hâline getirebilmek.
Cenâb-ı Hak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ buyuruyor.
“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17)
Bilenler-bilmeyenler kimler? Yine Cenâb-ı Hak:
سَاجِدًا وَقَائِمًا
(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9]) buyuruyor.
Üç maddeden birincisi: Seherlerde uyanık olabilmek, secde ve kıyam hâlinde olabilmek.
İbâdurrahmân, Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar. Orada; سُجَّدًا وَقِيَامًا buyruluyor. “…Secde ve kıyam hâlinde olurlar…” (el-Furkân, 64)
Şimdi, gerçi her gece yine Kadir Gecesiʼnden bir örnek. Cenâb-ı Hakkʼın affına mazharsın, istiğfarla Cenâb-ı Hak kapılarını açıyor.
Rasûlullah Efendimiz:
“Kelime-i tevhid ile îmânınızı tecdîd edin.” buyuruyor. (Ahmed, II, 359; Hâkim, IV, 285/7657)
Bir; “لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ” şuuruna girebilmek, nefsânî arzulardan uzaklaşabilmek, Cenâb-ı Hakʼla bir yakınlığı elde edebilmek.
Salevât-ı şerîfe, seherlerde, bu da ayrı bir güzellik; Efendimizʼle selâmlaşma. Efendimizʼle, o selâm, Efendimizʼe olan o, hâlini, 23 senelik nebevî hayatını düşünme, hayranlığımızı artırabilme.
Yine o seherlerde bir ölüm mâcerâsı… Bir âlemden bir âleme geçiş. O loş karanlıkta bir tefekkür-i mevt, bir ölümü düşünebilmek.
Zira Rasûlullah Efendimiz:
“Bütün zevkleri/lezzetleri kökünden yok eden ölümü çok çok anın.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 4)
Nasıl sonra vücudumuzda birtakım cihazlar var, fakülteler var; karaciğer, akciğer vs. safra kesesi, bağırsak, vs. mide, böbrekler… Bu şekilde “letâif” denilen merkezler var, rûhânî merkezler. Bu merkezlerin harekete geçmesi, rûhânîleşmesi.
Öyle bir Kadir Gecesi yaşanacak ki, ondan sonraki geceler de Kadir Gecesiʼnden bir numûne hâline gelecek. O hissiyât, o duygu, o hassâsiyet… Ki Cenâb-ı Hak o kadar îkâz ediyor ki:
O gün diyor, melekler iniyor, bütün melekler iniyor. Melekler duâ ediyor. Melekler de o gün o Kadir Gecesiʼni ihyâ edenlere duâ ediyor. Ruh iniyor/Cebrâil iniyor. Ki Cebrâil, vahiyde inerdi. Efendimizʼe vahyi getirmekte inerdi. Fakat o gece Ruh da/Cebrâil de iniyor. (Bkz. el-Kadr, 4)
Yani nasıl bir, mânevî bir -tâbir câizse- bir mânevî bir yoğunluk.
Şölen gibi.
Tabi şimdi, bu yoğunlukta kalp o kadar bir vecd ve istiğrak hâlinde olacak ki -inşâallah Cenâb-ı Hak lûtfeder- o bin aydan hayırlı, seksen küsur seneden hayırlı bir, Cenâb-ı Hak bir fazîlet ihsan ediyor.
Bu Ramazân-ı Şerîf neticesinde bir bayram, bir şehâdetnâme.
Evet.
Şimdi bayram, senenin ortasında bir bayram verilmiyor. Mühim hâdiselerden sonra bir bayram veriliyor. Kurban bayramı ayrı, Ramazan bayramı ayrı. Demek ki bir takvâdan bir şehâdetnâme alma mevsimi olmuş oluyor Ramazân-ı Şerîf. Çok mübârek bir mevsim. Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîfʼi idrâk edebilmeyi, cümlemize Rabbimiz ihsân eylesin -inşâallah-.
İnşâaallah. Bir de Efendim, belki bu nefis terbiyesiyle Ramazan arasında da bir irtibat kurulabilir. Yani Ramazan, hani dergâhların daha müsait, terbiyeye, mekânlar olduğunu söyledik. Ramazan da iklimiyle belki onu hazırlayabilir. Değil mi? Yani Ramazanʼda biz daha nefis terbiyesine yönelik adımlar atabiliriz mi?
Tabi tabi. Yani, tabi ayrı bir tezkiye oluyor. Çok güzel bir tezkiye oluyor.
Kendimize bakmak meselâ, değil mi Efendim? Süzmek kendimizi…
Tabi. Meselâ bir misal vereyim. Ramazanʼın on gününde daha ziyade bir yalnızlığa çekilinir, ibadetle meşgul olunur. Bu, sâlihlerin yaptığı bir şeydir. Bir, Cenâb-ı Hakʼla beraber olma zamanıdır.
İbn-i Abbas rivâyet ediyor. Harem-i şerîfte riyâzat ve şey (îtikâf) hâlinde. Yanına bir şey geliyor, bir esir geliyor. Tabi hassas bir gönül. Bakıyor İbn-i Abbas -radıyallâhu anh-, mahzun bir gönül, mağmum bir gönül.
“‒Kardeşim (diyor), bir derdin mi var?” diyor.
Zira Cenâb-ı Hak âyette:
“…Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor. Kalbin bir röntgen hâline gelmesi lâzım.
“‒Kardeşim, nedir derdin?” diyor.
“‒Ben (diyor), esirim (diyor). Benim (diyor), bir miktar dünyalığa ihtiyacım var ki bu esirlikten çıkayım.” diyor.
“‒Peki sana ben (diyor), yardım etsem (diyor), arzu eder misin?” diyor.
“‒Memnun olurum.” diyor.
İbn-i Abbas, ayakkabısını şey yapıyor, tam Mescid-i Nebevîʼden çıkarken:
“‒Şeydesiniz, mescidden çıkarken, îtikâfınız bozulacak…”
Evet.
Orada İbn-i Abbas diyor ki:
“‒Daha (diyor), yeni (diyor), şurada bizim yanımızdan ayrılan (diyor), şu Yüce Allah Peygamberiʼnden ben duydum ki (diyor), kim (diyor) bir kardeşinin (diyor), ciddî bir (diyor), ihtiyacını görürse (diyor), bu (diyor), şu kadar (diyor), îtikâftan daha efdaldir.” diyor. (Bkz. Beyhakî, Şuab, III, 424-425)
Evet.
Şimdi demek ki burada Ramazân-ı Şerîf, kalbî bir hayat. Bu, kalbî hissiyât. Yani bu, kalben inceleşmek, derinleşmek, hassas bir gönül, yani rahmet insanı olabilme, bir rahmet taşırabilme, bir Ensar ve Muhâcir kardeşliğini yaşayabilme, Hâlıkʼın nazarıyla bütün mahlûkâta bakabilme tarzı.
Meselâ yine bu Abdullah bin Câfer, bir yerden geçerken, bir zenci görüyor. Ekmeğini bir köpekle paylaşıyor. Seyrettim diyor. Yanına yaklaştım, hayretle:
“‒Sen kimsin?” dedim.
“‒Ben köleyim.” dedi.
“‒Nedir günlük şeyin?”
“‒Bu üç tane ekmektir.” dedi.
“‒Bu köpek nedir?” dedim.
“‒Bu köpek buranın hayvanı değil, herhâlde uzaktan geldi. Beni yaratan Allah, onu yaratan Allah, aynı Allah. Bunu ben bugün bir Tanrı misafiri olarak kabul ediyorum.”
Evet.
“‒Onun için bugün… Baktım, attığım lokmayı yiyor, elimde üç ekmek var, üçünü de bunu doyuruncaya kadar vereceğim.” dedi.
“‒Peki sen ne yapacaksın?”
“‒Bugün ben sabredeceğim.”
Evet.
“‒Hayran oldum, ben kendimi (diyor) cömert zannederdim. Fakat bu zencinin hâli, bu kölenin hâli, beni çok duygu derinliğine götürdü.” (Bkz. Gazâlî, Kimyâ-yı Saâdet, trc. A. Fâruk Meyân, İstanbul 1977, s. 467)
Evet.
Şimdi düşünelim:
Bu köle kimin terbiyesinde yetişti? Bugün düşünelim; -demin terbiyeden bahsettiniz Ahmet abi- bu köle hangi fakültede doktora yaptı? Ne ünvânı vardı bunun dünyevî?..
Evet.
Velhâsıl, mühim olan bu. Tezkiye olmuş bir gönül. Cenâb-ı Hak:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ
(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])
Cenâb-ı Hakʼla beraber olan bir gönül. Yine Cenâb-ı Hak bizi kalb-i selîme davet ediyor. Rafine olmuş bir kalp istiyor. Hâlıkʼın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanan bir kalp istiyor. Cenâb-ı Hakkʼa yakınlaşmış, Cenâb-ı Hakkʼa kul olmuş, Cenâb-ı Hakkʼa kul olmakla en büyük devlete, saltanata kavuşmuş bir müʼmin olmamız. En büyük saltanat, en büyük, Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmek.
Mîraçʼta Cenâb-ı Hak, Efendimizʼe sordu:
“‒Ey Rasûlüm (dedi), Senʼi ne ile taltif edeyim?”
“‒Yâ Rabbi! Sen beni Sana kul olmakla taltif et.” buyurdu.
İnşâallah Cenâb-ı Hak Ramazân-ı Şerîfʼte cümlemize kendisine kul olabilmeyi… Peygamberʼde bile “وَاَشْهَدُ اَنَّ عَبْدُهُ” geliyor baştan.
Evet.
Yani Peygamber, “عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ” abdiyet içinde büyük bir merhale olmuş oluyor.
Cenâb-ı Hak -inşâallah- bu Ramazân-ı Şerîf, bize bir, kulluğumuzu idrâk etmeyi nasîb eylesin -inşâallah-.
Âmîn.
Cenâb-ı Hakkʼın bizim ibadetimize ihtiyacı mı var? Demek ki bize rûhî tekâmül. Namazla “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor. Kalp ve beden âhengi içinde bir namaz.
Cenâb-ı Hak, insan anatomisini en güzel secde edecek durumda halketti. Öyle bir namaz isteniyor ki, bu namaz “mîrac” olsun istiyor Efendimiz.
Yine Âişe Vâlidemiz naklediyor:
“Efendimiz (diyor), namaza durduğu zaman (diyor), bizi tanımaz hâle gelirdi (diyor), namaza duracağı zaman. Sanki (diyor), göğsünden bir kazan kaynar gibi bir ses gelirdi.” buyuruyor.
Tabi bu, zirvedeki namaz. Biz buna ne kadar yaklaşabilirsek…
Yine oruç meselâ.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183) buyruluyor.
Oruç tutun ki… Evet.
Fakat tabi bu nasıl oruç olacak? Gözümüze oruç, kulağımıza oruç, dilimize oruç, midemize oruç. Eğer böyle bir oruç olduğu zaman, bu iftar vakti de Cenâb-ı Hakkʼın rahmetinin tecellî ettiği, affının tecellî ettiği bir zaman olmuş oluyor.
Demek ki bize oruç, neyi düşündürecek? Allâhʼın verdiği nîmetlerin kadrini. Ufak bir, yarım bardak suya, yarım dilim bir ekmeğe muhtaç hâle geliyoruz. Merhametimizin artması lâzım. Açlık, bir emsal teşkil eder.
Yusuf -aleyhisselâm- hazine veziri iken, fakirlere, gariplere dağıtırken aç olarak dağıtırdı.
“‒Arkanda bu kadar hazineler var Yusuf!” denildiği zaman da:
“‒Ben aç olayım da açların hâlinden anlayayım…”
Evet.
Yine Cenâb-ı Hak… Oruç büyük bir lûtuf. Nasıl namaz bir lûtuf, oruç da ayrı bir lûtuf.
İnfak, o da ayrı bir lûtuf.
Zekât.
Zekât.
Sadaka.
Çünkü zekât minimum, asgarî.
Evet.
Kırkta bir. Toprakta, öşürde filân farklı.
Sadaka geniş bir…
Fakat şimdi sırf bununla da bitmiyor. Cenâb-ı Hak “sadaka” istiyor.
Evet.
يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) “Ben alırım.” buyuruyor. Riyâ istemiyor, vs. istemiyor.
Verirken bir tevâzû hâlinde vereceksin. Ebuʼl-Leys Semerkandî Hazretleri:
“Veren diyor, alana diyor, teşekkür hâlinde olacak.” diyor.
Çünkü onun vesîlesiyle o onu veriyor. O olmasa, araması, gitmesi, bulması lâzım. Bir incelik, bir zarâfet…
Cenâb-ı Hak da âyette:
“…Sadakalarınızı zâyî etmeyin…” (el-Bakara, 264) buyuruyor.
Yine bu sadakayı verirken Cenâb-ı Hak yine Bakara 272. âyet yahut 273. âyet olacak:
“(İnfak edin, sadakalarınızı, zekâtlarınızı) kendisini Allâhʼa adayanlara verin. (Onlar, kendilerini gizlerler.) Herkes onu, çoğu kimse varlıklı zanneder. Onlar taaffüf sahibidir/iffet sahibidir. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (Bkz. el-Bakara, 273) buyuruyor.
Demek ki burada bir hassâsiyet var. Dolaşacaksın, dolaşacaksın, göreceksin. Onlar iffet sahibidir. Sen onları sîmâlarından tanıyacaksın.
Demek ki burada Cenâb-ı Hak kalbin bir rikkatini istiyor.
Tanıyabilme…
Hantal bir kalp istemiyor. Abus, alık bir sîmâ istemiyor. Hassas, rakik, çiçeklerden daha böyle hassâsiyetli bir güzellik istiyor ruhta.
Cenâb-ı Hak niye bu kadar çiçekleri verdi? İşte bak, ondan ibret al. Yani sen onlardan, seni onlardan Cenâb-ı Hak daha… Sana verdi ki, sana onlar birer ayna. Sen onlardan çok daha öteye geçeceksin.
İşte bir zekâtı, sadakayı, bir de infak. Onun da sonu açık. Şimdi, zekât alan kimse de infak edecek. Çünkü; “…Bollukta ve darlıkta verirler…” (Âl-i İmrân, 134) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Evet.
“‒Ebû Zer!” dedi (Efendimiz). “Çorbana su koy.” dedi, bir.
İki: “Etrâfını gözet.” dedi.
Ki Ebû Zer, zengin bir sahâbî değildi.
Belki en fakirlerinden biriydi.
En fakirlerinden.
“Etrafını gözet.” dedi. “Verirken de (dedi, bir dedi), bir nezâketle ver.” buyurdu.
Şimdi demek ki bunlar bir şey, hassâsiyet. Yani kalbin bir rikkat kazanması. Yani hantal bir kalpten kurtulabilme. Hassas, rakik bir insan, zarif bir insan. Öyle zarif olacak ki, Efendimiz numûne hep.
Efendimiz meselâ tükürük gördüğü bir yerden geçmemiş. Sahâbî kapatmış, ondan sonra geçmiştir. Bir tükürük, bir insanın bir yere tükürmesi, Efendimizʼe giran gelmiştir.
Evet.
Şimdi bugün görelim. Yani eğer açıkta çöpümüzü, çöp tenekesi yerine açıkta koyuyorsak, bu ne büyük bir gaflet!
Peygamberimizʼin ahlâkına uymuyor.
Hiç uymuyor.
Meselâ yolda giderken sollayıp bütün arabaların önüne geçmemiz…
Evet.
Kul hakkı. Bu da bir kabalık olmuş oluyor.
Hitâb ederken kardeşimize, Cenâb-ı Hak duruma göre;
قَوْلًا لَيِّنًا (Tâhâ, 44)
قَوْلًا مَيْسُورًا (el-İsrâ, 28)
قَوْلًا كَرِيمًا (el-İsrâ, 23)
Cenâb-ı Hak bize bir konuşma tâlimi veriyor muhataplara göre.
Onun yanında da Lokman Sûresiʼnde:
“…En bed ses de merkeplerin sesidir.” (Lokman, 19) buyuruyor.
Evet.
Böyle tırmalayıcı bir sesle konuşmamak. Yumuşatmak, bir huzur vermek.
Tabi Ramazân-ı Şerîf, bunların hepsinin şeyi, zirveleştiği bir ay olmuş oluyor. Yani bu şekilde Ramazân-ı Şerîf bir “rahmet insanı” meydana getirecek. “Rahmet insanı” olacak.
Pâdişah diyor ki -herhâlde 3. Mustafa olacak- Şeyhülislâm Efendiye:
“‒Efendi (diyor), biraz yakınımızda olsanız (diyor), sizi sık sık ziyarete geleceğiz.” diyor.
Evet.
Şeyhülislâm Efendi de buyuruyor ki:
“‒Evet (diyor), gönülden isterim (diyor) size çok yakın olmak ama (diyor), bu civarda oturanların evinde mutfak yok.” diyor.
- Mustafa:
“‒Aaa (diyor), nasıl bir şey (diyor), hayret (diyor). Nasıl evinde mutfak olmaz?” diyor.
“‒Efendim (diyor), onların mutfağı (diyor), bizim evde.” diyor.
Evet.
“‒Bizim evden tevzî ediliyor.” diyor.
Bu bir müʼminin gönlünün hassâsiyeti bu Ahmet abi.
Evet, evet Efendim.
Yani bir deryâ gönüllü olabilmek.
Başkalarının mutfağını kendi gönlünüzde hazırlayabilmek.
İşte müʼmin, bir hassâsiyet… Yani…
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir yerden bir yere giderken bir ağaç altında yemek yiyorlar. Ayrılıyorlar. Bir bakıyor; torbasının üstünde bir tane karınca dolaşıyor. Dönüyor. “Bunu vatan-cüdâ ettim.” diyor. Karıncayı oraya bırakıyor.
Evet.
Bu çok derin bir hassâsiyet. Yani beni yaratan, karıncayı yaratan Allah, beni yaratan Allah, aynı Allah.
Yani demek ki, işte bu “ihsan şuuru”.
Allâhʼı görüyormuş gibi yaşamak.
Yaşamak. Cenâb-ı Hak o karıncayı, diğer yıldızlarda, galaksilerde karınca yok, burada var.
Evet.
Bütün mahlûkat “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatının bir tecellîsi.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak cümlemize ölümden evvel uyanmayı nasîb eylesin.
Âmîn, âmîn.
İşte onun için:
مُوتُوا قَبْلَ اَنْ تَمُوتُوا
(“Ölmeden evvel ölünüz.”) buyruluyor. Ölmeden evvel uyanabilmek. Ölmeden evvel vazgeçebilmek nefsânî arzulardan.
Evet.
حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا
(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin.) buyruluyor. Hayatın bir muhâsebesi hâlinde olabilmek.
Bilemediğimiz, farkında olamadığımız ne kadar çok yanlışlar oldu, onun için de istiğfâra devam etmek.
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17])
Bilhassa seherlerde. Allah cümlemizin yardımcısı olsun.
Âmîn, âmîn Efendim. Allah râzı olsun…