Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2016 Ay: Ağustos Sayı: 138
EFENDİMİZ’İN HOŞLANMADIĞI İFADE
Ashâb-ı kiramdan Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- anlatır:
Bir gün, Rasûlullah -sallallâhu aleyhi ve sellem-’e gittim ve kapısını çaldım. Rasûl-i Ekrem Efendimiz;
“–Kim o?” diye sordular.
“–Benim!” diye cevap verdim.
Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem-;
“–Ben, ben! (Öyle mi?!.)” diye tekrar etti. Galiba bu cevabımdan hoşlanmamıştı. (Buhârî, İsti’zân, 17)
Anlaşılmaktadır ki, Allah Rasûlü; kapıda kendini tanıtma maksadıyla dahî, ashâbının «Ben!» demesini, yani benlik izhâr etmesini doğru bulmamıştı. Bu irfân ile; medeniyetimizde, bir kimse kendisinden bahsetmek mecburiyetinde kaldığında; «Ben» demek yerine; «fakir, bendeniz, abd-i âciz» gibi tabirler kullanırdı.
Mevlânâ Hazretleri ise, bu hadîs-i şerifteki «benlikten geçme» nüktesini edebî ve lirik bir hikâye sûretinde anlatır:
“Birisi geldi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu içeriden;
«–Ey güvenilir kişi, kimsin?» diye seslendi.
Kapıyı çalan;
«–Benim.» deyince, dostu;
«–Öyleyse git! Senin için henüz içeri girme zamanı değildir. Böyle bir mânevî nimetler sofrasında ham ve nâdan kişinin yeri yoktur.» dedi.
Ham ve nâdan kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, ikiyüzlülükten onu ne kurtarabilir? O zavallı adam; kapıdan döndü, tam bir sene yollara düştü, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık âşık; ayrılık ateşi ile pişerek döndü geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir söz çıkmasın diye, bin bir endişe içinde ve yüzlerce defa edep gözeterek kapının halkasını yavaşça vurdu. Dostu içeriden;
«–Kapıyı çalan kimdir?» diye seslendi.
Adam;
«–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin.» cevabını verdi.
Dostu;
«–Mademki şimdi «sen» «ben»sin. Ey «ben» olan, «ben»den ibaret olan, haydi gir içeri! Bu ev dardır; bu evde, iki «ben»i alacak yer yoktur. İğneden geçirilecek bir iplik; ayrılır da iki iplik olursa, yani ucu çatallaşırsa iğneden geçmez. Mademki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden geç!» dedi.”
“Ey nefsindeki benliği alt eden kişi! Gel, içeri gir. Sen, artık bahçedeki dikenler gibi gülün zıddı değilsin! Sen şimdi güllere şâh olansın!”
Ham, alık, abus ve nâdan insan; ekseriyâ, benliğini bertarâf edince, değerini kaybedeceğini ve kıymetsizleşeceğini zanneder. Hâlbuki, hakikat bunun tam aksidir. Benlik, insanı Allah katında değersizleştirirken, tevâzû gerçek kıymete kavuşturur.
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” buyuran Rabbimiz, bize tevâzû ve mahviyet içinde çok değerli olan bir misal vermiştir:
TOPRAK
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi ona döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız.” (Tâhâ, 55)
Rabbimiz, bizi, fizikî varlığımızın mayası olan toprağı tefekkür etmeye ve onun güzel husûsiyetlerini idrâk edip yaşamaya davet eder.
Nedir toprağın güzel husûsiyetleri?
Toprak hizmet ehlidir… Toprak, mahviyetkâr bir şekilde hizmet eder. Hem de Cenâb-ı Hak onu, mükemmel bir hizmete vesile kılmıştır. Bütün mahlûkāta ayrı ayrı sofralar açar.
Toprak, bir ilâhî esrardır ki, gözüken ve gözükmeyen her şeyin sırrî tarafında o vardır. Bütün muhteşem manzaralar, renk renk çiçekler, envâ-i çeşit meyveler, sayısız mahlûkat ve bütün mahlûkāta açılan sofralar ve bu vücutlar hep toprak terkibinden lutfedilen nimetlerdir. Âdetâ toprak, sahip olduğu bütün hârika tecellîlerinin tahtında müstetir olan «هُوَ»yi yani o azamet-i ilâhiyyeyi sergileyen ne güzel sessiz ve sırrî bir lisandır. Şi‘r-i ilâhîdir.
Toprak cömerttir… Toprak bağrındaki ve üzerindeki bütün mahlûkāta bir anne gibi bakar. Bin bir çeşit gıda ikrâm eder. Koyunun eti ve sütü de, arının balı da, tavuğun yumurtası da ve emsalleri de netice itibarıyla toprağın mahsûlâtındandır. Âyet-i kerîmede;
“Eğer Allâh’ın nimetlerini saymaya kalkışacak olursanız sayamazsınız.” (İbrâhîm, 34; en-Nahl, 18) buyurulur.
Sırf toprak vesilesiyle bizleri perverde eylediği nimetleri bile sayabilmemiz mümkün değildir.
Toprak mütevâzıdır… Toprak saydığımız bütün o nimetlere vesile olmasına rağmen ayaklar altında çiğnenir. Sessiz sedasızdır. Başa kakacak bir lisânı yoktur. Üstelik kara ve kirli görülür.
Toprak yaratılış gayesinden râzıdır… Bütün mahlûkat cürufâtını toprağa atar. Toprak onları sessizce temizler ve yine tertemiz ikramlarda bulunur.
Toprak zariftir ve olgundur. Âdetâ kötülüğe karşı iyilikle mukabelede bulunur. Gübre atana gül verir. Tükürene, pınarlarla mukabelede bulunur. Kendisini ayakları altında ezenleri, başının üstünde taşır. Ölen mahlûkātın naaşlarını mukaddes bir emânet gibi bağrına basıp haşre kadar sır bir şekilde eritmek de toprağın vazifesidir. Bütün vazifelerini yüksünmeden yapar. Bütün mahlûkātın cürûfunu da kendi bünyesinde yok eder, o gübreleri enerjiye döndürerek çeşit çeşit nice leziz gıdalar ikrâm eder. Yani o, her şeyiyle kendi hâlinden ve vazifesinden râzıdır.
Toprak o kadar temizdir ki; suyun bulunmadığı yerde adına teyemmüm dediğimiz abdest, toprakla alınır.
Bu hakikatlerden dolayı, Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Toprak gibi mütevâzı ol…”
Yani;
“Toprak gibi diğergâm ol…”
“Toprak gibi münbit ol…”
“Toprak ol da senden hayat fışkırsın!”
Bu tevâzû ve hizmet mânâsının yanı sıra;
Toprak fânîliği anlatır.
Üzerine bastığımız toprağın binlerce yıldır aynı toprak olduğunu hatırlarsak, bizden evvel gelip geçen milyonlarca insanın âdetâ üst üste çakışmış gölgelerinin üzerinde yürüdüğümüzü idrâk ederiz. Aynı zamanda gelecek nesillerin maddî ten elbiseleri de aynı topraktan husûle gelecektir. Bu muazzam bir akıştır.
İnsan geldiği menzili ve gideceği menzili onda görebilir.
Toprak, haşre îmânımızı kuvvetlendirir…
Toprakta, imtihan âlemine gelen ve giden insan kafileleri için âdetâ bir devre mülk tanzimi vardır. Kaderin muazzam âhengi!..
Öyle ki; dünya var olduğundan beri değişmeyen toprak bir tarafa konulsa, onunla bugüne kadar hayat bulmuş, nebâtat, hayvanat ve insanlık diğer tarafa konulsa, bu hammaddeden bu kadar çok ve kat kat fazla mâmûlâtın nasıl husûle geldiğine nazar edenler hayret ederler!.. Bu ilâhî kudreti tefekkür eden insan, haşrin de Cenâb-ı Hak için ne kadar kolay olduğunu idrâk eder.
Bir mütefekkir ne güzel buyurur:
Bu cihan, âkıller için seyr-i bedâyî (ilâhî sanat tecellîlerini temâşâ ve hikmetlerle rûhânîleşme); ahmaklar içinse, diğer mahlûkat gibi yemekle şehvet!
Velhâsıl, toprak; tefekkür nazarıyla bakıldığında ilâhî azamet ve kudret akışlarını temâşâ edeceğimiz bir ilâhî sanat hârikasıdır. Onun güzel husûsiyetleri olan tevâzû, mahviyet, hizmet ve rızâ vasıfları da insanoğluna ne güzel ibrettir!..
Rabbimiz; toprak terkibiyle yarattığı bizleri en güzel sûrette halk ettiği gibi, ahlâkımızı da güzelleştirsin. Bizleri hizmet ehli, mütevâzı, mahviyetkâr kullarından eylesin.
Âmîn!..