Kurban, Allah Teâlâ’ya Yaklaşmaya Vesiledir.

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİRSES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

KURBAN, ALLAH TEÂLÂ’YA YAKLAŞMAYA VESÎLEDİR.

Muhterem Kardeşlerimiz!

İlk okunan, Furkan Sûresi’nden okundu. Burada Cenâb-ı Hak bir, mesut bir, huzurlu bir toplum nasıl olabilir? Onu bize tebliğ ediyor Rabbimiz.

رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا

(“…Rabbimiz! Bize eşler bağışla!..” [el-Furkân, 74])

Zevceler… Demek ki burada, hanımların, kız çocuklarının yetişmesi çok mühim.

Onlar ne olacak? Bir nesil yetiştirecekler. قُرَّةَ اَعْيُنٍ : “göz nûru” olacak.

Toplum nasıl olacak?

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

(“…Bizi takvâ sahiplerine önder kıl!” [el-Furkân, 74])

Takvâ sahibi olacak toplum. Hattâ takvâda da örnek olacak. Yani yaşanan bir İslâm tevzî edilecek. Bu şekilde bir, huzurlu bir toplum -tâbir câizse- bir asr-ı saâdet toplumu.

En mesut toplum, en huzurlu toplum, asr-ı saâdet toplumuydu. Asr-ı saâdet toplumu, bu âyet-i kerîmenin şümûlünde bir, istikâmetinde bir hayatı vardı.

Ondan sonra okunan âyet, Rûm Sûresi’nden okundu. Burada Rabbimiz:

“Kaynaşmanız için, kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp aranızda sevgi, merhamet peydâ etmesi…” (er-Rûm, 21)

Yani Cenâb-ı Hak yine ayrı bir tecellî; iki birbirini tanımayan insan, Cenâb-ı Hak bir muhabbet veriyor, ayrıldıkları anne-baba evinden, kurdukları yuva, onlara daha huzurlu daha muhabbetli geliyor. Oradan da Cenâb-ı Hak dilerse meyveler veriyor, evlâtlar veriyor.

Burada saâdet reçetesinde Cenâb-ı Hak üç tane durum bildiriyor:

Birincisi; “لِتَسْكُنُوا: (huzur bulmanız için)…” (er-Rûm, 21).

O âilede bir takvâ hayatı varsa, Allah rızâsı varsa, o âilede huzur ve sekînet vardır. Âilede huzur varsa, bu, hayatın her safhasında bu huzur naklolur.

“مَوَدَّةً” buyruluyor. “Sevgi ve muhabbet.” (Bkz. er-Rûm, 21)

Eğer bir takvâ hayatı yaşanıyorsa âilede, bu muhabbette, merhaleler neticesinde, bu muhabbet, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de karar kılacak. Huzurlu bir toplum olacak. Sevgi/muhabbet, yerine oturmuş olacak. Fânî muhabbetler, bir basamak olacak.

Üçüncüsü, “رَحْمَةً” buyruluyor. (Bkz. er-Rûm, 21)

Şefkat, birbirine acıma, merhamet… Bu da bilhassa yaşlılıkta birbirine destek oluyor, birbirine baston olma durumunda. Hattâ biri vefât edip gittiği zaman, öbürünü bir hüzün kaplıyor.

Bu bir reçete olmuş oluyor. Huzurlu evlilikte şartlara baktığımız zaman; birincisi “muhabbet”. Bunun menşei Cenâb-ı Hak’tan. Muhabbeti veren Cenâb-ı Hak. Bütün muhabbet yaygın hâlinde. Bir robot yaratmadı Cenâb-ı Hak. Diğer mahlûkatta, hayvanatta da muhabbet.

Bir kedi, yavrusunu emzirir, emniyetli bir yere götürür. Onu, kendi rızkını temin edinceye kadar bakar ona. Bir muhabbet. Yılan, yavrularını bakarak büyütür. Akrep, sırtında taşıyarak büyütür.

Velhâsıl nebâtat öyle. Atılan bir tohum, toprakla bir insicam kurulduğu zaman, o ağaç olur, meyvesini verir.

Velhâsıl bir yaygın bir muhabbet var kâinatta. Fakat bu muhabbetin de en değerlisi insanda. Cenâb-ı Hak, Allah sevgisi, Rasûlullah sevgisi, ümmet-i Muhammed sevgisi, mahlûkat sevgisi… Bu şekilde bir muhabbet olacak.

İkincisi, âilede “sadâkat” olacak. Zor zamanlarda tarafların fedakârlığı. Çok mühim. Bu, meselâ, Hatice Vâlidemiz’in vefat ettiği seneye “hüzün senesi” denildi. Çünkü o… Diğer senelere hüzün senesi, zor senelere hüzün senesi denmedi. Demek ki burada Hatice Vâlidemiz’in bir sadâkati Efendimiz’e olan. Demek ki eşlerin birbirine sadâkati…

Üçüncüsü, karşılıklı sevgi olacak, samimiyet olacak, lâubâlîlik olmayacak. Vakar olacak, kibir olmayacak. Tevâzu olacak, zillet olmayacak. Bu, evlilikte hudutlar iyi korunacak.

Saâdet reçeteleri: Sabır olacak. Taraflar, zor zamanlarda birbirlerinin güzel huylarını düşünecekler. Aralarında münakaşa olmamasına dikkat edecekler. Ve çocuklar bundan uzak olacak. Çünkü o münâkaşa çocuklara zarar verir.

Mes’ûliyet olacak. Taraflar birbirinin vazifelerini ihmâl etmeyecek. Babaların rızkı temin etmesi. Annelerin bir “اَلْأُمُّ مَدْرَسَةٌ” (anne, bir mekteptir) olması. Nesli muhafaza etmesi, nesli koruması.

“قُرَّةَ اَعْيُنٍ” Cenâb-ı Hak, “göz nûru” buyuruyor. (Bkz. el-Furkân, 74)

Nesli yetiştirmek, eğer ihmâl edilirse, âkıbet hazin olur. Evlâtlar, anne-babaya yabancılaşır. Mânen, yabancı yerlerin evlâdı olur. Yabancı yerlerin nesli olur. Onun biyolojik yapısı kaybolur, neticede, annelerin feryatları, babaların feryatları fayda vermez. Hattâ devam eder, kabirleri bile tenhâ kalır.

Zira anne-babalar şuna çok dikkat edecek. Âyet-i kerîmede; “Şeytan, mallara ve evlâtlara ortak olacağım.” dedi. (Bkz. el-İsrâ, 64)

Bilhassa günümüzde olan birtakım menfî akımlardan yavrularımızı koruyabilmek.

Cenâb-ı Hak bu zevc ve zevcenin durumunu… Cenâb-ı Hak Yâsin Sûresi’nde:

“O gün Cennetlikler, gerçekten nîmetler içinde safâ sürerler (Cennetlikler). Onlar ve eşleri, gölgeler altında tahtlara kurulurlar.” (Yâsîn, 55-56)

“Kendileri ve eşleri” buyruluyor. Demek ki bu dünyadaki bir mesut yuva, bir takvâ hâlinde yaşanan bir yuva, bu demek ki âhirette de devam edecek bu yuva. Cenâb-ı Hak oradaki bize nîmetleri bildiriyor.

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])

Onlar, merhametli Rabbin bir şeyiyle karşılanacak, bir merâsimle karşılanacak. Tabi orada en hazin durum da:

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

“…Siz ayrılın mücrimler!” (Yâsîn, 59) diyecekler. “Cehennemlikler! Siz ayrılın!” diyecekler.

Esas zor, bu dünyadaki ölümler değil, bu ayrılıklar değil; esas o âhiretteki ayrılıklar.

Cennetlikler; ister anne, baba, evlât, akraba… Onlara:

سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ

(“Onlara merhametli Rabbʼin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58]) Cennet yolculuğu gösterilecek. Öbürlerine bir Cehennem yolculuğu -Allah korusun- gösterilecek. En hazin ayrılış orada olacak.

وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ

(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59])

Demek ki evlenen erkek sâlih olursa, kadın da sâliha olursa, bu takdirde Cenâb-ı Hak ikisine ebedî mükâfatlar lûtfedeceğini müjdeliyor. Böyle sâlih ve sâliha eşlerin âile yuvası, daha bu dünyadayken bir cennet iklimine girilmiş olmuş oluyor.

Cenâb-ı Hak insanı, Âdem -aleyhisselâm- ile Havvâ Vâlidemiz’i Cennet’te yarattı. İmtihan olarak dünyaya gönderildik. İnşâallah Cenâb-ı Hakk’a kurbiyetimiz nisbetinde, Cenâb-ı Hak Dâru’s-Selâm, Cennet’e dâvet ediyor. Yine Âdem -aleyhisselâm-’ın Havvâ Vâlidemiz’in yaratıldığı Cennet’e dönebilmek…

Bu imtihan dünyasında başarı elde edebilmek. Bunun için Cenâb-ı Hak bize “takvâ” hayatı bildiriyor.

Takvâ hayatı nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istîdatları inkişâf ettirme.

İhsan duygusu: Kendimizi ilâhî kameranın altında olduğumuzun bir idrâki içinde olabilmek.

İnşâallah Cenâb-ı Hak, bugün merasimini yaptığımız yavrularımızı ve diğer evlâtlarımızı -inşâallah- iki cihan saâdetine nâil eyler -inşâallah-.

Muhterem Kardeşlerimiz!

Ramazan Bayramı’nı geçirdik. Şimdi önümüzde bir Kurban Bayramı var. Esas sohbetin ağırlığını, bu iki bayram ve bu iki bayramın devamı neticesinde bir son nefes bayramı, bir âhiret bayramı, ru’yetullah bayramı… Eğer vakit kalırsa, bu bayramlar üzerinde durmaya, sohbet etmeye gayret edeceğim -inşâallah-.

Birincisi, Ramazân-ı Şerîf Bayramı.

Ramazân-ı Şerîf, âdeta bir riyâzat iklimine girip günahlardan arınma, merhametle yoğrulma, vicdanın temizlenmesi, infak, iftarlar vs. sadakalar… Bu şekilde bir… Cenâb-ı Hak lûtfuyla bir de Kadir Gecesi ihsan ediyor. Bu şekilde yaşanan bir rûhânî bir mevsim olarak yaşanan Ramazân-ı Şerîf’in sonunda Cenâb-ı Hak bir bayram ikram ediyor.

Bayram, demek ki takvâ hâlinde yaşanan bir mevsimden sonra gelen bir takvâ şehâdetnâmesidir bayram. Herhangi bir (gün) sene (içinde), bir bayram olarak verilmiyor. Demek ki bir takvânın neticesinde, bir riyâzat hâlinde. Haramlardan kat’iyyen kaçınmak, helâlleri de riyâzat hâlinde kullanarak infak etmek. Bunun neticesinde Cenâb-ı Hak bir Ramazan Bayramı ikram ediyor, ihsân ediyor.

İkincisi Kurban Bayramı, önümüzde.

Kurban Bayramı da fedakârlık neticesinde Cenâb-ı Hak’la dost olabilme bayramı. Kurban Bayramı, fedakârlığın şehâdetnâmesidir.

Ömür demek ki bu takvâ ve fedakârlık muhtevâsında devam etmeli ki böylece son nefes, ebedî bir saâdetin huzurlu iklimine girişin besmelesi olsun.

Düşüneceğiz, okunan âyette de onu -inşâallah- niçin Cenâb-ı Hak bir kurban, bir kurban…

Kurban neyin sembolü? Kurban bize neyi hatırlatıyor?

Demek ki kurban, bir fedakârlık neticesinde ihsan edilen bir ikram.

Demek ki kurban, mal ve candan fedakârlık mânâsı taşıdığından, Allâh’a yaklaşmaya mühim bir vesîle.

Hicretin 2. senesinde emredildi ve şartları olan müslümanlara da vacip olarak emredildi.

Bize Kurban Bayramı, Halil İbrahim -aleyhisselâm-’ın hâtırası. Onun fedakârlığını hatırlatıyor. Oğlu İsmail -aleyhisselâm- ile başından geçen Allah ile dostluk imtihanında hikmet dolu hâtıralarıyla ümmet-i Muhammed’e lûtfedilmiş bir bayramdır. Bir dostluğun mükâfâtını görüyoruz. İbrahim -aleyhisselâm- “Ebu’l-Enbiyâ” oluyor; “Peygamberler babası” oluyor. Onun, İshak -aleyhisselâm- oğlu tarafından Benî İsrâil peygamberleri geliyor, İsmâil -aleyhisselâm- zürriyetiyle de Rasûlullah, Kâinâtın Fahr-i Ebedîsi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz teşrif buyuruyor.

Velhâsıl burada İbrahim -aleyhisselâm-’ın olan bir dostluğunun Cenâb-ı Hak tarafından verilmiş bir mükâfâtını görmüş oluyoruz.

İsmâil -aleyhisselâm- da o teslîmiyet neticesinde, daha çocuk yaştaydı, 9-10 yaşlarındaydı, ona da bir peygamberlik verilecek, Kâbe’nin inşâsında çalışacak ve -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz onun soyundan gelecek.

Velhâsıl bugün hac ibadetinde İbrahim -aleyhisselâm- ve İsmâil -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’ın emrine göstermiş oldukları teslîmiyet hâllerinden bir kısmı mü’minlere birer ibadet rüknü olarak -imkânı olanlara- farz kılınmıştır.

Cenâb-ı Hak biz kendisine, bir dostluk iklimine girebilmemiz için, bizden Cenâb-ı Hak kurbanlar istiyor. Yani, malımızla kurban, fedakârlık. Canımızla, bütün imkânlarımızla fedakârlıkta bulunarak, bu imkânları yüce dostluğa vesîle kılmamız arzu ediliyor.

Cenâb-ı Hakk’ı ne kadar seviyoruz? Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92]) buyuruyor.

“Sevdiklerinizden vermedikçe…” Yani o fedakârlıkta bulunmadıkça Cenâb-ı Hakk’a yaklaşamazsınız buyuruyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak fedakârlık istiyor dostluk için, dostluğun bedelini ödeyebilmek için.

Cenâb-ı Hak bize öyle bir imtihan dünyası bize halketti ki bu yaşadığımız cihan, Cenâb-ı Hak her şeyi insana ikram hâlinde.

“…Biz, göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık (buyuruyor), düşünen bir toplum için…” (el-Câsiye, 13)

Atmosfer âmâde, Güneş âmâde, Ay âmâde, hayvanlar âmâde. Koca bir fili on yaşında bir çocuk çekip götürüyor. Koca deveyi çekip götürüyor. Koca bir danayı kurban ediyoruz, yatırıyoruz. Etini, sütünü vesâiresini…

Velhâsıl, yani her şey âmâde. Bu kadar nîmet, bu kadar ihsân-ı ilâhî karşısında Cenâb-ı Hak bunun da bir bedelini, bir teşekkürünü istiyor. Bu teşekkür de bir fedakârlık olacak.

Demek ki dünyevî menfaatlerden ne kadar kendimizi çekebilirsek, nefsânî arzulardan, o kadar fedakârlığın yolu açılmış oluyor.

Bu hususta İbrahim -aleyhisselâm- malıyla imtihan edildi:

Mal, çok mühim. Çünkü mala karşı bir muhabbet vardır. Malıyla imtihan edildi. Cömertçe infak ettiği için “Halil İbrahim bereketi” ifadesine mazhar oldu. Dâimâ o devam etti, binlerce yıldır. İki taraf birbirine duâ ederken; “Allah sana Halil İbrahim bereketi versin…”

Cenâb-ı Hak İbrahim -aleyhisselâm-’a infâk ettikçe artırdı, infâk ettikçe artırdı.

İbrahim -aleyhisselâm- canıyla imtihan oldu. Malla imtihan oldu, canıyla imtihan oldu. Canını çekinmeden, tevhidi korumak için canını ortaya koyduğu için, Cenâb-ı Hak:

“Ey nâr/ateş! İbrahim’e serin ve selâmet ol.” (el-Enbiyâ, 69) buyurdu.

Mevlânâ diyor ki:

“Kendine iyi bak diyor, iyi düşün diyor. Sende İbrahimlik var mı diyor. Sende İbrahimlik varsa diyor, nasıl ki ateş İbrahim’i tanıdı diyor, onu yakmadı diyor, seni de Cehennem yakmaz o zaman.” diyor.

İbadet, tâat, muâmelât, ahlâk, muâşeret… Demek ki ne kadar İbrahimlik var bizde.

“Ateş diyor, İbrahimleri tanır diyor, İbrahimleri ateş yakmaz.” diyor Mevlânâ.

Üçüncü olarak, kendisinin devam eden parçası, İsmâil -aleyhisselâm-. Onu çok severdi İsmâil -aleyhisselâm-’ı. Daha 9-10 yaşlarındaydı.

Üç gün üst üste rüya gördü. Rüya neticesinde verdiği akdi yerine getirmeye…

Çünkü “Yâ Rabbi! Bana bir evlât ver de Sen’in için kurban olsun.” dedi, “kurban edeyim” dedi.

Okunan âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Ey İbrahim! Rüyanı gerçekleştirdin. Biz, ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız.” (es-Sâffât, 104-105)

İhsan nedir? İkram sahibidir. İlâhî kameranın altında olduğunun idrâki içinde bulunanlar.

“Biz bunları böyle mükâfatlandırırız. Bu, gerçekten çok açık bir imtihandı.” (es-Sâffât, 105-106)

Zor bir imtihandı. Bir baba oğlunu kesecek, kurban edecek. Cenâb-ı Hak kurban ettirmiyor.

“«Bu gerçekten, çok açık (ve zor) bir imtihandı.» (diye kendisine seslendik.)(es-Sâffât, 106)

“Geriden gelecekler arasında iyi bir nam bıraktık İbrahim’e.” (es-Sâffât, 108)

Tahiyyat’tan sonra İbrahim -aleyhisselâm-’a salevât-ı şerîfe getiriyoruz. Tâ bu, mü’minler tarafından kıyâmete kadar devam edecek.

“«İbrahim’e selâm!» dedik. Biz, ihsan sahiplerini böyle mükâfatlandırırız.” (es-Sâffât, 109-110) Cenâb-ı Hak buyurdu.

Üçüncü imtihanı vermiş oldu. O şekilde “Halil” oldu. Cenâb-ı Hak. Bıçağı dayadığı zaman, kurban gelmiş oldu. Gökten bir kurban indi.

Tefsirlerde şöyle bir rivâyet var:

Cenâb-ı Hak En’âm Sûresi’nde:

“Böylece Biz, İbrâhim’e semâvât ve arzın hükümranlı­ğını, acâib ve garâibini gösterdik.” (el-En’âm, 75) buyuruyor.

Yani İbrâhim -aleyhisselâm-, her gece semâya çıkarılırdı. Yine bir gece semâya çıkarılmıştı. Kötü ameller işleyen bir günahkâr gördü ve şöyle dedi:

“–Ey Allâh’ım! (Dedi.) Bu adam Sen’in rızkını yiyor, Sen’in arzın üzerinde yürüyor, buna rağmen yine de emirlerini yapmıyor. Onu helâk et!” dedi, bedduâ etti.

Allah Teâlâ da o kimseyi helâk etti.

Bir başka günahkârı gördü, onun da he­lâkine duâ edince, şöyle kendisine nidâ etti Cenâb-ı Hak:

“–Ey İbrahim! Kullarımın helâki için bedduâ etmekten vazgeç! (Çok ibretli.) Ey İbrahim! Kullarımın helâki için bedduâ etmekten vazgeç! Onlara mühlet vererek yavaş yavaş davran! (Yavaş yavaş tebliğ et.) Çünkü Ben onların isyanlarını dâimâ görüyo­rum da yine onları helâk etmiyorum!”

İbrahim -aleyhisselâm-, yere indiğinde Kur’ân’da zikredilen rüyâ kendisine gösterildi. Evlâdının büyük bir teslîmiyet içinde: «Emrolunduğunu yerine getir ba­bacığım!» demesinden sonra Halîlullâh İbrahim -aleyhisselâm-, oğlunu kesmek için hazırlandı, yine eline bı­çağı alarak şöyle dedi:

“–Ey Allâh’ım! Bu benim oğlumdur. Kalbimin meyvesidir, bana insanların en sevgilisidir.”

Bu arada şöyle bir nidâ işitti:

“–Sen Ben’im kullarımın helâk olmasını istediğin geceyi unuttun mu? Sen Ben’im kullarımın helâk olmasını istediğin geceyi unuttun mu? Senin oğluna şefkatin olduğu gibi, Ben’im de kullarım için şefkatli ve merhametli olduğumu bilmiyor musun İbrahim? Sen Ben’den kulumu, kullarımı helâk etmemi istemiştin. Şimdi Ben de Sen’den oğlunu kurban etmeni istiyorum!” (Ramazanoğlu M. Sâmî, İbrâhîm -aleyhisselâm-, s. 44-46)

Dehşetli bir imtihan. Bir babanın muhabbeti. Onun Cenâb-ı Hakk’a yalvarması, fakat burada yine Cenâb-ı Hak bir, kullarına olan merhameti bildiriliyor.

Demek ki Rabbimiz ne kadar merhametli…

Fakat Rabbimiz bu Kurban Bayramı bizden bir, Ramazan Bayramı dolayısıyla bir “takvâ” hayatı istiyor, bu Kurban Bayramı olarak da bizden bir “fedakârlık” istiyor.

Allâh’ın emri gelince,  İbrahim -aleyhisselâm-’a şöyle dedi İsmail -aleyhisselâm-:

“–Ey babacığım! (Dedi.) Birkaç talebim var.” dedi yine bu İsmâil -aleyhisselâm-:

“–Ellerimi ve ayaklarımı iyi bağla ki can acısı ile çırpınıp bir kusur etmeye­yim. (Nasıl bir teslîmiyet!)

Eteklerini topla ki, üzerine kanım sıçramasın.

Bıçağın bileyli olsun ki, can vermek kolay olsun! Hem de senin işin çabuk görülür.

Bıçağı çekerken de yüzüme bakma! Belki babalık şefkati ile merhamet göste­rirsin de dayanamayıp Allâh’ın emrini geciktirirsin.

Gömleğimi anneme götür! Tesellî bulsun! Ona; «Oğlun şefâatçi olarak Allâh’a gitti.» dersin!”

İbrahim -aleyhisselâm- bu sözleri dinlerken gözlerinden yaşlar boşandı. Çok ağladı:

“–Yavrucuğum sen bana Allâh’ın emrettiği şeyler hakkında ne güzel yardımda bulundun!” dedi. Sonra ellerini açarak:

“Yâ Rabbi! Bana bu hâlimden dolayı sabır ver! İhtiyarlığım sebebi ile bana rahmet et!” diye duâ etti.

İsmail -aleyhisselâm- da:

“Yâ Rabbi! Bu işte bana sabır ve tahammül ver!” diye duâ etti.

İsmail -aleyhisselâm- daha sonra:

“–Babacığım, gök kapıları açıldı. Melekler hayret içinde Allâh’a secde edi­yorlar: «Yâ Rabbi! Sen’in rızân için bir peygamber, istikbalde peygamber olacak kişiyi kurban etmek üzere… Sen onlara merhamet et!» diye niyâz ediyor melekler…”

Ardından:

“–Babacığım, muhabbetin şartı, emri geciktirmemendir! Haydi emrolundu­ğunu yerine getir!” diye babasına metânet verdi.

İbrahim -aleyhisselâm-, İsmail -aleyhisselâm-’ı yatırdı:

“–Ey yavrucuğum! Kıyâmete kadar sana vedâ olsun! Tekrar görüşmek kıyâ­mette olsun!” dedi. Bıçağını kuvvetlice İsmail -aleyhisselâm-’ın boğazına çekti. O anda Allah Teâlâ, Cebrâîl’e:

“–Yetiş! Bıçağı çevir!” buyurdu. Cebrâîl -aleyhisselâm-, bir anda Sidre’den gelip bıçağı çevirdi. İbrahim -aleyhisselâm- ise, yine kuvvetlice bıçağı çekti. Bıçak bu sefer de kesmedi.

Cenâb-ı Hak:

“İbrahim, gerçekten rüyâsını tasdîk etti. Sadâkat gösterdi.” buyurdu.

Ardından, emr-i ilâhî ile Cebrâîl -aleyhisselâm-, o anda Cennet’ten bir koç in­dirdi ve tekbir getirdi:

اَللهُ أَكْبَرُ اللهُ أَكْبَرُ

İbrahim -aleyhisselâm- bu tekbiri işitince:

لَا اِلٰهَ اِلَّا اللهُ وَاللهُ أَكْبَرُ

İsmail -aleyhisselâm- da:

اَللهُ أَكْبَرُ وَلِلّٰهِ الْحَمْدُ

dedi. Böylece arefe günü sabah namazından başlayarak bayramın dördüncü günü ikindi namazına kadar devâm edecek bir “teşrik tekbîri” tamamlanmış oldu.

Baba ve oğul, bir şükür hâlinde evlerine döndüler. Hacer Vâlidemiz ile İsmail -aleyhisselâm- kucaklaştılar. İbrahim -aleyhisselâm- tekrar Sâre Vâlidemiz’in ya­nına döndü.

Yine, hâdiseler çok ibretli devam ediyor. Bu şekilde İbrahim -aleyhisselâm- üç şart, malından fedakârlık, canından fedakârlık, evlâdından. En sevdiği insanın, üç hususiyetten fedakârlık. Onun üzerine Cenâb-ı Hak İbrahim -aleyhisselâm-’ı tebrik etti.

“İbrahim! Sana selâm olsun!” (es-Sâffât, 109) buyurdu. “Bu çok açık (ve zor) bir imtihandı.” (es-Sâffât, 106) buyurdu.

Demek ki bize düşen nedir o zaman? Demek ki biz, fânî muhabbetlerden ne kadar vazgeçebiliyoruz? Ne kadar Allah rızâsı için her şeyimizi Allah rızâsı için yönlendirebiliyoruz? Canımızı, malımızı, her şeyimizi nasıl Allah yoluna yönlendiriyoruz?

Cenâb-ı Hak Tevbe Sûresi’nin 111. âyetindeki, canları ve malları mukâbilinde Cennet’i satın alan mü’minler vasfına ne kadar bir lâyık durumdayız?

İşte bunu ilk, Efendimiz’de de en büyük imtihan. O’na da üç şey teklif edildi:

Servet teklif ettiler. “İstediğin kadar” dediler, “ucu yok” dediler.

Şöhret: “Hepimizin başkanı Sen ol.” dediler.

Şehvet: “İstediğin kadar sana Kureyş’in en güzel kızlarını verelim.” dediler.

Efendimiz buyurdu ki:

“Vallâhi, Allâh’ın dînini tebliğ etmekten vazgeçmem için Güneş’i sağ elime, Ay’ı sol elime koyacak olsalar, ben yine de bu Hak yolundan vazgeçmem. Ya onu bütün cihâna İslâm’ı yayarım, vazifem biter ya da bu yolda ölür giderim.” buyurdu. (Bkz. İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64)

Velhâsıl îman, bütün dünya nîmetlerinin üzerinde olacak. Cenâb-ı Hak bizden böyle bir îman istiyor.

Demek ki işte kurban, bize nefsânî arzulardan vazgeçerek bu fedakârlık irâdesini gösterebilmektir. Bu, sırf Kurban Bayramı. Kurban Bayramı bize bir semboldür, bir işarettir. Demek ki bu fedakârlıkları hayatımızın her safhasında gösterebilmek.

İşte tarih boyunca, gerektiğinde hiç çekinmeden kendini bu yolda feda eden şehidler, bu ibadetin asıl mânâsını zirve seviyede idrâk etmiş gönüllerdir.

Bu nasıl olacak? Tabi bu, duygular derinleşecek.

Peygamberler üç vazifeyle geliyor:

1) İslâm’ı tebliğ etmek.

İkincisi; “وَيُزَكِّيهِمْ” iç âlemleri temizlemek.

İşte ashâb-ı kirâm daha evvel yarı vahşi insandı. Merhamet, şefkat denilen, vicdan denilen bir şey yoktu. “وَيُزَكِّيهِمْ” o insanların iç âlemi yıkandığı zaman, duygular değişti. Duygular; “Ben niçin yaratıldım, niçin dünyaya geldim, kimin mülkündeyim, gelişim niye, gidişim niye, bu akış nereye?..” Bu idrâk arttı. Onun için bütün hayat, Allah rızâsına endekslendi. Oradan ne oldu? Faziletli insanlar… Kitapta, Kur’ân-ı Kerîm’in bir derinliklerine indiler. “Aman yâ Rabbi!” dediler.

Hikmet, esrar… Hâdisenin, vukuâtın, eşyanın hikmet tarafı, sırrî tarafı tecellî etti. Bir asr-ı saâdet medeniyeti meydana getirdiler.

Ve mü’minler, o duygular içinde oldular. Meselâ Efendimiz Mûte’de üç kumandanı gönderirken, onların şehid olacaklarını îmâ etti. Üçü de bundan ufak bir teessür (bile) duymadı. Allah için canlarını fedâ etmeyi, canlarına minnet bildiler.

Murad Hüdâvendigâr Hazretleri… Bursa’nın en güzel bir mevsimiydi. Yemyeşil, zümrüt gibi, akarsular, yeşillikler…

Ona babası dedi ki:

“–Oğlum (dedi), tevhid (dedi), iki kıtaya sığmaz (dedi). Allâh’ın bize nîmet verdiği bu İslâm’ı bütün dünyaya yaygınlaştırman lâzım…” dedi.

Tâ bin kilometre ötede Kosova’ya kadar gitti. O bir Berat Gecesi’ydi. Bir fırtına vardı.

“–Yâ Rabbi! (Dedi.) Bu fırtına dinsin (dedi). Yarın bir bayram olsun (dedi). Bu bayramın (dedi), her bayramın bir kurbanı vardır, bu bayramın kurbanı da ben olayım (dedi), yâ Rabbi!” dedi.

Sekiz saat sonra şehid oldu orada.

Orada şimdi, Cenâb-ı Hak sevdiğini sevdiriyor; 1. Murad devam ediyor. O Kosova’da secde edilen, her secde-duâdan ona hisseler gidiyor. Hep bunlar bir fedakârlık neticesinde geliyor.

Fâtih’in askerleri İstanbul surlarına çıkarken… Bir taraftan surların üzerinden Rum ateşi atılıyordu, bir de kızgın yağlar dökülüyordu. Tırmanan cengâver leventler diyorlardı ki askerler:

“–Bugün şehid olma sırası bize geldi.” diyorlardı.

Aynı hâdiseyi Çanakkale’de de gördük. Son günlerde de gördük. Demek ki hakîkî şehidler verilirse, hakîkî fedakârlıklar; arkadan zafer geliyor. Yok eğer molozlar gidiyorsa, arkadan felâket geliyor, hezimet oluyor.

Velhâsıl kurban; malından, canından, her şeyinden Allah rızâsı için bir fedakârlık mânâsındadır.

Zekâtın nisâbını biliriz, kırkta birdir deriz. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetler… Cenâb-ı Hak:

ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ

“…O gün, verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor. Herkese verdiği nîmet ayrı.

İşte ashâb-ı kirâm, bu nîmetin bedelini ödemek için tâ Çin’e gitti 1400 sene evvel. İstanbul’a geldi, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti. Dünyanın üçte birine o zaman İslâm’ı tebliğ etti.

Cihad, kan dökmek değil, toprağı kanla sulamak değil; kalplerin fetihleridir. Hattâ Bosna’da, oradaki Boşnaklar, hepsi müslüman oldu, Anadolu’nun o temiz halkı gitti oraya. (Boşnaklar:) “Bu ne güzel bir dindir.” dediler.

Ashâb-ı kirâm, o mâzîleri ters insanlar… Fakat İslâm’la şereflendikten sonra öyle bir şey ki, Allah Rasûlü’ne hayran oldular. “Canım-malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” dediler.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- İslâm’dan evvel nasıldı aynı Ömer? İslâm’dan sonra nasıl bir Hazret-i Ömer oldu? İslâm’dan evvel kızkardeşine bir tokat vurdu, yere serildi Kur’ân-ı Kerîm okurken. Sonra o Ömer, kız çocuğunu belki diri diri gömmeye götüren Ömer, İslâm’dan sonra beli bükük, gözü yaşlı, iki büklüm:

“–Eğer Dicle’de bir hayvan Dicle’ye düşerse yarın adl-i ilâhî benden sorar…”

Geceleri sırtında bir un torbasıyla fakir-fukarânın evlerini dolaşmaya başladı. Demek ki aynı insan nereden ne hâle geldi?

Demek ki kurban, fedakârlığın neticesi. Muhabbetin neticesinde kurban verilir. Muhabbetin kantarı da fedakârlıktır. Bizim Allah Rasûlü’ne muhabbetimiz ne kadar dîni yaşamayı, yaşattırmayı kazandırıyorsa, fedakârlığımız o kadardır.

Bunun misalleri çok, yani İslâm tarihinde.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak:

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden vermedikçe (Rabbe ulaşamazsınız) birre nâil olamazsınız.” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor.

Demek ki Cenâb-ı Hak… İnsan, kendini ne kadar çok seviyor, kendine ne kadar, kendine ikram hâlinde? Evlâdını seviyor, evlâdına ne kadar ikram hâlinde? Kendini veren, halkeden, Allah. Evlâdını veren, Allah. Peki Cenâb-ı Hakk’a karşı olan muhabbeti ne kadar? Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinin ne kadar bir istikâmet hâlindeyiz tatbikâtında?

Ashâb-ı kirâmı sevindiren, en çok sevindiren hadîs-i şerîf şu oldu:

Ashâb-ı kirâm diyor:

“Allah Rasûlü bu hadîsi buyurduğu zaman o kadar sevindik ki (diyor), bundan daha çok bizi sevindiren bir hadîs-i şerîf olmadı.” diyor. (Bkz. Müslim, Birr, 163)

O hadis de:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)

Onun için; “Her şeyimizle biz Allah Rasûlü’ne benzemek için gayret ettik (diyor). Mallarımız, canımız, evlâtlarımız, her şeyiyle…”

Meselâ, bir tek misal vereyim:

Sevban vardı. Bu, Efendimiz’in sohbetine gelirdi. Köleydi daha evvelden. Bir gün geldi, çok hüzünlüydü, mahzundu, mağmumdu. Efendimiz sordu:

“–Nedir derdin (dedi), niye böyle mahzunsun, mağmumsun (dedi), niye gamlısın (dedi), seni gama sürükleyen nedir?” dedi.

Çok ibretli. Bizi gama sürükleyen ne, Sevban’ı gama sürükleyen ne?

“–Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Siz’in sohbetinizde Siz’le beraber olmaktan çok ayrı lezzet duyuyorum. O lezzetin altında bütün dünyevî lezzetler eriyip gitti. Düşünüyorum; ya Siz benden evvel vefat edeceksiniz veyahut da ben Siz’den evvel vefat edeceğim. Ben bu ayrılığa, bu hicrâna ben nasıl dayanacağım? Siz orada peygamberlerin zirvesi, tâ zirvede olacaksınız, kim bilir ben nerede savrulup gideceğim orada? Bunu ben düşündükçe hâlden hâle giriyorum. Böyle bir gama sürükleniyorum.”

İşte muhabbetin kantarı… Onun için sevmek, sözde kalan kuru bir beraberlik ifadesi değildir. Gerçek muhabbet, tatbikat ister, ispat ister.

Yine âyet-i kerîmede buyruluyor:

“…Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın…” (Âl-i İmrân, 31)

Yani hepimizi düşündürmesi lâzım. Kendime soruyorum en başta:

Günlük yaşayış/hayatımızda ne kadar Efendimiz’le beraberim?

Namazlarda ne kadar beraberim, O’na benzeyebiliyorum?

Ahlâkta, muâşerette, hak-hukukta ne kadar beraberim?

Dâimâ düşüneceğiz;

Benim yanımda Allah Rasûlü olsaydı, benim bu hâlime tebessüm eder miydi, yahut da üzülür müydü?

Çünkü Efendimiz buyuruyor ki Vedâ Haccı’nda:

“(Günah işleyerek) benim yüzümü kara çıkartmayın kıyâmet günü.” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56)

Bir hocanın en güzel şehâdetini gösteren, talebesidir. O’nun da ümmetidir. O’na lâyık ümmet olabilmek. Çünkü Cenâb-ı Hak bizi en yüce Peygamber’e bizi Cenâb-ı Hak ümmet kıldı. O’nun merhameti, “raûf ve rahîm”, sonsuz bir merhamet…

Diğer bir husus:

Varlık, zenginlik, bolluk karşısında ne kadar beraberiz? Bir misal:

Efendimiz’e ganimetler gelirdi. 5’te 1, Allah ve Rasûlü’ne âittir. Hediyeler gelirdi. Âişe Vâlidemiz diyor ki:

Taşardı diyor. Fakat diyor, evimizde diyor, üç gün diyor, sıcak yemek pişmezdi diyor.

Yani o merhamet, ümmete olan merhamet, nefsânî arzuları o kadar aşmıştı ki, Efendimiz onu dağıtmaktan, infak etmekten o kadar çok lezzet duyuyordu ki, açlığını hissetmiyordu. Üç gün doymadı diyordu Âişe Vâlidemiz. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

Bir kurban kestik (diyor), kesildi (diyor). Allah Rasûlü; “Bunu dağıt Âişe!” dedi diyor. Akşamleyin Rasûlullah geldi:

“–Ne yaptın Âişe?” dedi.

“–Yâ Rasûlâllah! Bir kürek kemiğini eve bıraktım, hepsini dağıttım.” dedi. Sevindi Rasûlullah.

“–Âişe! (Dedi.) Demek ki hepsi bizim oldu, yalnız kürek kemiği hâriç.” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Yine bir kelle geliyor, bir koyun başı geliyor. (Bir, nasıl Efendimiz’in şeyinde (terbiyesinde) yetiştiler.) Bir eve bir ikram, bir koyun kellesi geliyor. “O benden daha düşkündür.” diyor, yedi tane kapı dolaştıktan sonra yine aynı yere geliyor. (Hâkim, II, 526)

Var mı dünyada böyle bir medeniyet? Var mı böyle bir ictimâî/sosyal yapı? Böyle bir diğergâmlık var mı?.. İşte bu, bizim medeniyetimiz.

Ecdad da bunun için iftarlar, aşhâneler, vakıflar, vs… Bir asr-ı saâdete benzemenin gayreti içindeydi.

Yokluk, darlık karşısında ne kadar beraberiz Rasûlullah Efendimiz’le?

Bir sahâbî diyor, geldim diyor, ashâb-ı suffeye baktım diyor, Efendimiz’in dershânesi, baktım diyor, Efendimiz diyor, iki büklüm olmuş, karnı içine göçmüş, bir taraftan diyor ders tâlim ediyordu diyor. (Bkz. Ebû Nuaym, Hilye, I, 342)

Hendek’te, hendeğe inip kayaları kırmaya çalışıyordu. O da iki büklümdü. Câbir geldi:

“–Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Buyrun (dedi), çok açsınız, belli hâlinizden, ikram edelim.” dedi.

“–Ne var Câbir?” dedi.

“–Bir (dedi) keçi var (dedi) evde, keçi yavrusu/oğlak var (dedi). Biraz da arpa var.” dedi.

Hemen koştu hanımına:

“–Hanım (dedi), ben Allah Rasûlü’nü davet ettim ama Allah Rasûlü bütün ashâb-ı kirâmı topluyor.” dedi.

“–Sen Allah Rasûlü’ne ne olduğunu söyledin mi evde?” dedi.

“–Söyledim (dedi) bir oğlak, 5-6kg bir şey. Biraz da arpa.”

“–Sen Allah Rasûlü’ne söylediysen, sen kenara çekil. Allah Rasûlü senden daha iyi bilir.” dedi diyor.

Bir rivâyette 300 kişi geliyor. Hattâ Efendimiz:

“–Sıkışmayın.” diyor, hepsi aç.

Efendimiz, kendisi almıyor baştan yemeği. Hepsini dağıtıyor, dağıttıktan sonra, ondan sonra alıyor. Ondan sonra diyor ki Câbir:

Hiç (diyor) eksilmiyor (diyor) hiç. Aynı kaldı (diyor) Câbir. Ondan sonra “âilene götür” dedi. “Etrafta açlık var. Etrafa dağıt.” dedi. (Buhârî, Megâzi, 29; Müslim, Eşribe, 141)

Yani bir yokluk karşısında ne kadar bir Allah Rasûlü’nün hâli. Ümmeti doyurmadan kendisi bir huzur bulmuyor. Nasıl duygular değişiyor?

Çileler… “En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)

Tâif’te taşlandı.

“–Bedduâ et.” dediler Melekler:

“–Bedduâ et yâ Rasûlâllah!”

“–Yok!” dedi Merhamet Peygamberi.

“–İki dağı birbirine çarpalım, buranın halkı helâk olsun!” dediler.

Merhamet. Döndü duâ etti Tâif halkına. (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7; Müslim, Cihâd, 111)

Uhud’da bir kanca girdi, dişini kırdı Efendimiz’in, saplandı, içine geçti.

“–Bedduâ et yâ Rasûlâllah!” dediler.

“–Yok (dedi), ben Merhamet Peygamberi’yim.” buyurdu. (Beyhakî, Şuab, II, 164/1447)

Bi’r-i Maûne Hâdisesi’nde 69 tane Kur’ân talebesi şehid ettiler. O zaman bir ay kadar bedduâ etti. (Buhârî, Cihâd 9, 19, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid, 297)

Çünkü o tecavüz, Kur’ân-ı Kerîm’e tecavüzdü. O tecavüz, İslâm’a tecavüzdü. Kendine âit, dâimâ af vardı.

Muvaffakıyetler karşısında; Efendimiz nasıl bir Mekke’ye girerken bir devenin üzerinde secde hâlinde giriyordu. Etrafına:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ diyordu.

“Yâ Rabbi! Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Etrafına telkin ediyor, bir taşkınlık olmasın. Bu nîmeti veren, Cenâb-ı Hak. Zaferi ihsan eden, Cenâb-ı Hak.

Diğeri; yetimler, garipler, kimsesizler, mazlumlar karşısında ne kadar O’nunla beraberiz ki; O’nun, gelen kabileler, onlara ikram etmeden, ihsan etmeden Efendimiz rahat edemezdi, huzur bulamazdı.

Gelen ganimetleri dağıtırdı, hediyeleri dağıtırdı, hiçbir şey kalmazdı. Yine bir garip önünde öyle sakin sakin dururdu. İşte hâliyle durumunu arz ederdi. Rasûlullah Efendimiz utanırdı bir şey veremediği için. Öbür tarafına dönerdi.

Cenâb-ı Hak:

قَوْلًا مَيْسُورًا buyurdu. (Bkz. el-İsrâ, 28) Hiçbir şey veremiyorsan hiç yoksa tatlı söz söyle. Cenâb-ı Hak, ilâhî taksim bu. Fakat herkes vermek lâzım. Hiçbir şey yok; tatlı dil vereceksin, tesellî edeceksin.

Bugün tabi, durumlar ayrı. Maalesef, israf, çılgınlık vs. maneviyattan uzaklaşma ayrı…

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın güzel bir şeyi var:

“Zenginler israf ettiği ölçüde, toplumda insanlar aç kalır.”

Demek ki israf ne kadar büyük felâket ki, insanı vicdanen kurutuyor. İsraf da reklâmlar vs. ne kadar bir tahrik hâlinde günümüzde…

Onun için, bilhassa bu Kurban Bayramı bize bu fedakârlığı hatırlatan bir bayram.

Yine Cenâb-ı Hak:

وَلَيَالٍ عَشْرٍ buyuruyor. (el-Fecr, 2) On gün. Bu on gün, hangi günlerdir tefsirlerde?

Bir rivâyette Ramazan’ın son on günü, Kadir Gecesi onun içinde.

Diğer bir görüşte, bu Kurban Bayramı’ndan evvelki on gün. Bu da çok mübârek günler, Allâh’ın ikram günleri.

Bir de Muharrem’in ilk on günü olmuş oluyor.

Bunlar “وَلَيَالٍ عَشْرٍ” bu “on gece” oluyor.

Demek ki bu geceler, önümüzdeki on geceye gireceğiz, önümüzdeki haftalarda, bu on geceye -inşâallah- daha çok ihyâ etmeye gayret gösterelim -inşâallah-.

Kurban Bayramı geliyor. Mâlum, mahlûkat geliyor, şeyler, büyükbaşlar, küçükbaşlar. Bize düşen, bu kurban kesenler, kestirenler için; hem bir kurbanın ne olduğunu düşünebilmek, “kurban nedir”, onun bir idrâki içinde olabilmek. Diğer taraftan, kurbanlık hayvanlar karşısında bir tefekküre girebilmek.

Allah öyle bir nîmet veriyor ki; bizim için yaratıyor bunu, etinden, sütünden, gübresinden, her şeyinden istifâde, derisinden…

Onlara karşı çok şefkatli davranmak. Şefkatli davranmak, bir noktada Allâh’a teşekkürdür.

Düşünmemiz lâzım o kurbanı keserken; biz kurban olarak gelebilirdik, o hayvan yerine biz gelebilirdik. Bizi insanlar kesebilirdi.

Merhamet, merhamet, merhamet…

Efendimiz bir kişiyi gördü, önünde bıçağı bileyliyordu hayvanın:

“–Kaç sefer bu hayvanı öldürüyorsun?!” buyurdu. “Arkada bileylesen olmaz mı?” buyurdu. (Hâkim, IV, 257)

Efendimiz buyuruyor:

“Allah her şeyi en güzel yapmanızı emretmiştir. Kurbanları kestiğiniz zaman da kesmeyi en iyi şekilde yapınız. Her biriniz bıçağı bileylesin ve hayvanı rahatlatsın.” (Müslim, Sayd, 57; Tirmizî, Diyât, 14/1409; Ebû Dâvud, Edâhî, 11-12/2815)

Demek ki hayvana eziyet etmeden, hemen kanının boşalması hayvanın.

Bu da bize ibret. Biz de son nefes vereceğiz. Bizim de son nefesimiz olacak. Onu bilemiyoruz. Bu hayvandaki o son nefes, bize bir manzara. Bir de orada kendi istikbâlimizi tefekkür etmemiz lâzım.

Bu, toplumda, bu kardeşlik hislerine, bu ayda birbirine ikramdır kurban.

Efendimiz zamanında bir an kıtlık vardı;

“–Üç günden fazla bekletmeyin etinizi.” dedi. (Bkz. Müslim, Edâhî, 28, 34; Ebû Dâvud, Edâhî, 9-10/2812)

Bugün de herhâlde öyle tabi. Bir taraftan Sûriyeliler, üç milyon bir insan girdi. Afrika vs…

Türkiye, bir İslâm dünyasının âbisi durumunda. İslâm dünyasının bir karakolu durumunda. Türkiyemiz, İslâm dünyasının her şeyi durumunda. Onun için sanki İslâm dünyası Türkiye’ye zimmetli durumda.

İşte bugün vakıf, Hüdâyi Vakfı, diğer vakıflar da var -Allah râzı olsun- dünyanın kırk yerinde kurban kesiyor. Yani kırk devlette. Afrika, Orta Asya, Balkanlar, orada kurban kesiyor. Zaten herhâlde broşür dağıtacaklar. İştirâk etmek isteyenler, arkadaşlardan mâlumat alabilirler.

Tabi burada çok manzaralarla karşılaştık senelerce. Meselâ bir yerde, Afrika’da, dediler ki:

“Siz (dediler), Fâtih’in torunlarınız. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“İstanbul elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) buyurduğu «ne güzel kumandan, en güzel asker» diye Allah Rasûlü’nün medhettiği bir ecdâdınız var sizin (dediler). Siz onun neslisiniz (dediler). Siz bir bereketsiniz (dediler). Abdülhamid’in siz torunlarısınız.” dediler.

Yine oraya giden bir arkadaş anlattı:

Kurbanı kesiyoruz dedi, -herhâlde Habeşistan’da- orada bir câminin önünde kesiyoruz dedi. O sırada bir kadın geldi dedi. Dedi ki:

“–Ben hristiyanım (dedi). Bana da et verebilir misiniz?” dedi.

Kurban eti verilebilir. Biz de verdik dedi. Kadın dedi, gitti dedi, câminin duvarını öptü dedi.

“–Demek ki bana merhamet buradan geliyor.” dedi, dedi.

Demek ki bizim ecdad senelerce bu merhameti tevzî etti. Aşhaneleriyle, fakir-fukarâ, gariplere olan gönülden yardımlarıyla, riyâsız sadaka taşlarıyla vs…

Misaller çok. Hattâ yine Rusya’da -belki 7-8 sene oldu- bir, oraya bir kurban kesileceği zaman, bir boğa, o gidiyor kendi kendine o çukura yatıyor. Yani Cenâb-ı Hak ibretler sergiliyor bize.

Süfyân-ı Sevrî Hazretleri’nin güzel bir şeyi var:

“Selef-i sâlihîn (diyor), nasıl amel edeceklerini öğrendikleri gibi, nasıl hâlisâne niyet edeceklerini de tâlim ederlerdi.”

Yani bir riyâ, ucub, vs. enâniyete girmezlerdi. Devamlı Cenâb-ı Hakk’a bir teşekkür hâlinde olurlardı. Her amelde bir teşekkür ederlerdi Cenâb-ı Hakk’a, bu nîmeti ihsân ettiği için.

Yine Cenâb-ı Hak âyette:

“Kurbanların ne etleri ne kanları Allâh’a ulaşır. Allâh’a ulaşan, ancak takvânızdır…” (el-Hac, 37) Demek ki samimiyetimizdir, fedakârlığımızdır.

Şeyh Şiblî de, mecâzî şekilde bir ifadesi vardır. Kurbanın bâtınî tarafını düşünmeyi:

“Kurban keserken, aşırı nefsânî isteklerini ve irâdeni Hakk’ın rızâsında yok etmiyorsan, gerçek kurban kesmiş olmazsın (diyor). İlk defa (diyor), nefsini temizle (diyor). Nefsini kurbana hazırla (diyor), fedakârlığa hazırla.” buyuruyor.

Yine Mevlânâ diyor ki:

“Keçinin (diyor), gölgesini kurban etme (diyor). İşin (diyor), zâhirine kapılıp (diyor), bu bir et bayramıdır deme.” diyor. Kurbanın diyor, bir fedakârlık olduğunda ise tefekkürünü derinleştir buyuruyor. Yine bunun gibi buyuruyor:

“Namazın hakîkatine er.” diyor. İşin diyor, beden tarafına takılıp kalma diyor. Namazın diyor, rûhânî tarafına geç diyor. Kimin huzuruna durduğunu fark et diyor. Ki Allah, senin iskelet yapını en güzel sana secde edecek şekilde halketti buyuruyor. Namaz diyor, mü’minin maddî-mânevî ihtiyacını Cenâb-ı Hakk’a arz etmesidir diyor. Benlikten kurtul da O’ndan iste istediğini, fakat benlikten kurtul buyuruyor.

Yine, orucun diyor, hakîkatine er diyor. Bunu diyor, kuru bir perhiz zannetme diyor, orucu diyor. Bunun bâtınî tarafına geç diyor. Gözüne oruç, kulağına oruç, vicdanına oruç diyor. Açsan, açları düşün diyor.

Efendimiz buyuruyor:

“Hayat şartları sizinkinden daha aşağı olanlara bakınız. Sizden daha üstün olanlara (maddeten) bakmayın. Bu, Allâh’ın üzerinizdeki nîmetlerini az görmenize sebep olur.” buyuruyor. (Müslim, Zühd, 9)

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Kim, dîni hususunda kendinden üstün olanlara bakıp ona tâbî olursa, dünya hususunda, maddî hususta kendinden aşağıda olana bakıp da Allâh’ın kendisine vermiş olduğu nîmetlerle kifâyet ederse, şükredici ve sabredici olmuş olur…” buyuruyor. (Tirmizî, Kıyâmet, 58/2512)

Yine Mevlânâ:

“Haccın hakîkatine er.” diyor. O mukaddes yolculuğu diyor, bir seyahat zannetme diyor.

O hacda refes yok diyor, fısk yok ve cidâl yok diyor. Üç tane şartı haccın, üç tane mânevî şartı. Yani şehevî arzular, fısk u fücur, münâkaşa yasaklanıyor. Lâubâlî hareketler yasaklanıyor.

İlk cidâl, Allah’la -celle celâlühû- şeytan arasında başladı. Sakın o cidâle girme diyor.

Hacda şeytan taşlanır diyor. Bunu diyor, dâimâ diyor, şeytanın seni taşlamasından kendini koru diyor. Bak:

“اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ” diyorsun. Taşlanmış şeytanın şerrinden Cenâb-ı Hakk’a sığınıyorsun Kur’ân-ı Kerîm’e başlarken.

Yine Cenâb-ı Hak:

“الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ” (“Vesvese veren sinsi vesveseci…” [en-Nâs, 4]) buyuruyor. Bir çimdik atıyor, gidiyor şeytan. Vesvese veriyor.

Cenâb-ı Hak “فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ” buyuruyor. “Şeytanın o sana vesvesesi karşısında Allâh’a sığın” buyuruyor. (Bkz. el-A ‘râf, 200; Fussılet, 36)

“Şeytan; önden gireceğim, arkadan gireceğim, yandan, -imtihan olarak Cenâb-ı Hak’tan- onları saptıracağım.” buyruluyor. (Bkz. el-A ‘râf, 17)

“Yalnız diyor, muhlisîn, Allâh’ın ihlâsını koruduklarına ben tesir edemem.” diyor. (Bkz. el-Hicr, 40; Sâd, 83)

Demek ki takvâ sahibi olacağız ki, şeytanın şerrinden kendimizi koruyacağız. Takvâ ile hayat boyu şeytanı taşlayacağız. Aksi hâlde şeytan bizi taşlıyor.

Yine buyruluyor:

“Zekât, infak ve sadakanın hakîkatine er.” buyuruyor. Bu da derece derece. İlk başta, “sâil” diyor: “Gelip hâlini sana arz eden” diyor.

Buna diyor, duruma göre, durumuna göre bir şey ver diyor. Tabi hiçbir şey veremiyorsan bir tesellî ver.

Onun bir üstünü; “mahrum”. Orada Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:

“Bilmeyenler, teaffüf/iffetleri sebebiyle (onlar gelip kendilerini arz etmezler, herkes) onları zengin zanneder. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Demek ki kalp, röntgen hâline gelecek müslümanda. Hassâsiyetleşecek, zarifleşecek, incelecek kalp.

“Sen onları sîmâlarından tanırsın.” buyuruyor. İkinci merhale bu, daha üstünü.

Üçüncü merhale: Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Onlar diyor, paylaşırlar.” diyor. (Bkz. el-Haşr, 9)

Ashâb-ı kirâm:

“–Gel (dedi), işte (dedi) evim (dedi), işte (dedi) hurma bahçem (dedi), gel paylaşalım.” dedi.

Muhâcir:

“Yok (dedi). Siz (dedi) malın da canın da her şeyin, evin de hurma bahçen de mübârek olsun (dedi). Sen bana çarşının yolunu göster (dedi). Yahut sen bana iş ver.” dedi.

“Paylaşırlar ve paylaştıklarından bir üzüntü duymazlar.” (Bkz. el-Haşr, 9)

Niye verdik, demezler. Çünkü يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Cenâb-ı Hakk’a veriyorlar.

Onun bir üstünü de “îsâr”: Kendinden koparıp verme.

Rasûlullah Efendimiz’in hep hayatı, îsar hâlindeydi. Evinde bir şey pişmezdi, geleni de verirdi.

Burada Cenâb-ı Hak, İnsan Sûresi’nde, Cenâb-ı Hak, Fâtıma Vâlidemiz’le Ali -radıyallâhu anh- arasındaki bir hâdiseyi bildiriyor.

“Kendileri muhtaç olduğu hâlde yetime verirler…” (el-İnsân, 8)

Yetim geliyor; “lillâh” diyor. Ekmek yapıyorlar, Hazret-i Ali Efendimiz çalışıp biraz arpa getirmiş, Fâtıma Vâlidemiz de onu ekmek yapmıştı. Ona veriyorlar. “Lillâh” diyor, “Allah için” diyor, hepsini veriyorlar, yiyecek ne kadar yapmışlarsa.

Arkasından yetim geliyor. Yetim de “lillâh” diyor, ona da veriyorlar. Arkadan esir geliyor, köle geliyor, köleye de veriyorlar.

“Kendileri aç olduğu hâlde” buyruluyor. Îsar, en yüksek derece.

Verirken de diyorlar ki;

Bir minnet altında kalma diyorlar. Bir teşekkür şeyine girme diyorlar. Şükür, Allâh’a. “eş-Şükrü lillâh”. Minnet altında kalma diyorlar. (Bkz. el-İnsân, 9)

Gerekçe bildiriyorlar:

“Biz, «عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا» o (sert, musîbetli, dar, zor) belâlı, musîbetli günden korkarız…” diyorlar, o kıyâmet gününden. (Bkz. el-İnsân, 10)

“Cenâb-ı Hak da onları o günün şerrinden korur, gönüllerine bir ferahlık verir.” buyruluyor. (Bkz. el-İnsân, 11)

Bu da îsar, en yüksek derece.

Sırf mal değil, her şeyde bu. Meselâ Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- Şam’a girerken, müstahdemiyle beraber gidiyorlardı. Tam Şam’a girerken:

“–Sıra sana geldi.” dedi, indi deveden;

“–Bin.” dedi.

“–Halîfe! (Dedi.) Beni halîfe zannederler.”

“–Yok! (Dedi.) Sıra sende, bin.” dedi.

Buna benzer şeyler çok.

Yine o Yermuk Harbi’nde, bir bakraç su, üç tane şehidin ortasında kaldı. O ona ikram ederken son nefesi verdi, o ona ikram ederken son nefesi verdi. (Bkz. Kurtubî, XVII, 28; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 318; Hâkim, III, 270/5058)

Bu da îsar olmuş oluyor, bu da en yüksek derece.

Yine Mevlânâ buyuruyor:

“Kurbanın hakîkatine er, onu bir kasaplık günü, et bayramı zannetme.” diyor.

Velhâsıl, demek ki kurban neymiş? Malı, canı… Evlâdı Allah yolunda yetiştirmek. Allâh’ın bütün verdiği nîmetleri, O’nun dostluğuna vâsıta kılabilmek.

O, Rabbimiz’in rızâsına olan, yapacağın fedakârlık, mümkün olduğu kadar, sevip beğendiğimiz, güzel şeylerden olmalı. Eski püskü vs… evet bunlar da verilecek. Çöp tenekesine atacağına fakire ver. Ver ama onun fazla kıymeti yok. Esas, kendi giyeceğinden vereceksin. Kendi yediğinden vereceksin. Onu da kendin gibi göreceksin. يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Cenâb-ı Hak “Ben alırım.” buyuruyor sadakaları. Allâh’a veriyorsun onu. Verdiğin şeyler gölge.

Merhum Sâmi Efendi Hazretleri, Mûsâ Efendi Hazretleri kurban kesecekleri zaman, altlarına sandalye verirlerdi, oturmazlardı sandalyeye, ayakta dururlardı. Hayvanın gözünü bağlattırırlardı. Hayvana su içirilir. Hayvan ite-kaka getirilmez. Rahat rahat getirilir. Bir ibadet çünkü bu.

Hayvan yatırılır. Su da verilir. Keskin bıçakla, hemen kan boşaltılır. Bitene kadar oturmazlardı, ayakta beklerlerdi. Çünkü bu tâzim, Cenâb-ı Hakk’ın lûtfuna bir tâzim. Cenâb-ı Hakk’a tâzim bu.

O da tefekkür: İşte sen, o kurban olarak yaratılabilirdin. Bir de can çekişmeyi gör. Kendi başından da bu iş geçecek.

Velhâsıl servetin tadını tatmak, malı yanlış yere sarf etmekten korunmakla başlar. Servetin saâdeti; mahrumları, yalnızları düşünmek ve onları kollamakla başlar.

İşte biz, ashâb-ı kirâm diyoruz, ne güzel diyoruz filân… Cenâb-ı Hak bize üç milyon tane işte bir “Tanrı Misafiri” gönderdi. En çok bugün tesellîye muhtaç.

Düşünelim biz: Memleketimiz bakın bir, şeyde, bir üç hafta evvel (15 Temmuz 2016), ne kadar bir endişe duyduk. Tüylerimiz ürperdi. Onlar onu, aylarca, senelerce duydu aynı şeyi.

Onun için, onlara biz bir kardeşlik vazifemizi yapmamız lâzım. Bu bayramdan -inşâallah- hiçbir şeyimiz yoksa, bir âileye bir hâl-hatır soralım. Onları bir tesellî edelim. Onlara mümkünse bir lokum götürelim. Orada bir kardeşliği yaşayalım. Kendimizi imtihan edelim o şekilde: “Ashâb nasıldı, ben nasılım?”

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Allah yolunda infak edin (buyuruyor). Kendi elinizle kendinizi tehlikeye atmayın. Bir de ihsanda bulunun. Zira Allah, muhsinleri sever.” (el-Bakara, 195)

Bu (âyetin) şeyi var, uzun, tefsiri…

Velhâsıl bu infaklar neticesinde, şu bardağı dolduran damlalar gibi, hayır-hasenatla “son nefes bayramı”na hazırlanabilmek.

Cenâb-ı Hak:

وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor. “Başka türlü can vermeyin sakın ha!” buyuruyor.

Elhamdülillâh, müslüman olarak dünyaya geldik. Fakat müslüman olarak öleceğiz diye bir şey (teminat) yok. Ancak teminat altında peygamberler ve peygamberlerin işaret ettiği kişiler. Onlar dışında kimse teminat altında değil.

Kur’ân-ı Kerîm bize son nefesi zâyî olanları bildiriyor. Son nefesi bereket, rahmet olanları bildiriyor.

“…Ölüm gelene kadar.” (el-Hicr, 99) buyruluyor.

Velhâsıl hayatımızı, Cenâb-ı Hakk’ın emrettiği şekilde istikâmetlendirebilmek.

Bunu da bir, yine bir şey, îkaz yine:

Hazret-i Âişe Vâlidemiz, kokusu biraz değişmiş bir eti sadaka olarak vermek istemişti. Kokusu hafif değişmiş. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ona:

“–Yâ Âişe! (Dedi.) Kendin yemeyeceğin bir şeyi tasadduk mu edeceksin sen?!” dedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Zekât, 5/1582)

Nasıl bir İslâm, bir diğergâmlık istiyor?..

Yine âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:

“Ey îmân edenler! (Bakara, 267) Kazandıklarınızdan ve yerden sizin için çıkan nîmetlerin iyilerinden infak edin. Size verildiği zaman gözünüzü yummadan alabileceğiniz şeylerden infak edin. O değersiz şeyleri hayır yapıyorum diye vermeye kalkışmayın!..” buyuruyor Cenâb-ı Hak.

Velhâsıl bu son nefes bayramı, en mühim bayram.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“Rabbim Allah’tır deyip  ثُمَّ اسْتَقَامُوا(Allah Rasûlü’nün izinde gidenler) için melekler iner, onlara: «Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)

Bu, dâimî Allah yolunda, yani bir öyle bir böyle değil.

Üç şey burada; melekler, ölüm ânında geliyor:

“Korkmayın, üzülmeyin…” En zor ânımız. “Sevinin.” diyorlar.

Kabre girerken… Dünyaya büyük veda. Zor bir yolculuk. Bir âlemden bir âleme geçiş. Yine orada melekler:

«Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» diyorlar.

Kıyâmet… O kalkış. En zor an belki. Şartlar değişiyor. Yine orada melekler:

«Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» diyorlar.

Yine Cenâb-ı Hak dünyada da insanoğluna sıkıntılar geldiği zaman imtihan olarak, onun için melekler gelip rûha bir tesellî veriyorlar.

Bu son nefes bayramı.

Yine bu bayramın şeyini, yine âyette Cenâb-ı Hak:

“İnsanları (Kur’ân ile) Allâh’a çağıran…”

Kur’ân’ı yaşayacak, Kur’ân’la da emr bi’l-mârûf ve nehy ani’l-münkerde bulunan.

“…Amel-i sâlihler işleyen…” Amelleri sâlih olan.

“…Ve ben müslümanlardanım diyen…” İslâm karakter, İslâm şahsiyetini temsil edenden “…Kimin sözü daha doğrudur!” (Fussilet, 33) buyuruyor.

Bu karakter içinde bir hayatımızın olmasını Rabbimiz istiyor ki, bu bir Dâru’s-Selâm/Cennet’e bir davet olmuş oluyor.

Yine bu dünyada “bilenler”den olmamızı istiyor, tahsil görenlerden olmamızı.

Bilenler kimler?

سَاجِدًا وَقَائِمًا (“…Secde hâlinde ve ayakta…” [ez-Zümer, 9]) Bir gece hayatı yaşayanlar. Cenâb-ı Hak’la beraberliği yaşayanlar. Zikirdi, ibadetti, tâatti…

يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Âhireti yaşayanlar.

وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ

(“…Rabbinin rahmetini dilerler…” [ez-Zümer, 9]) İlâhî rahmeti dileyenler.

Ondan sonra bir Cennet daha var onun ötesinde. O da “Ru’yetullah” Cenneti. Cenâb-ı Hakk’ın tecellî ettiği bir Cennet.

Mûsâ -aleyhisselâm-’a O’ndan bir nefha geldi, düştü bayıldı.

Kardeşler! Bayrama gireceğiz. Bayram, tatil günü değildir. Bayram maalesef günümüzde tatil olarak farz ediliyor, tatil değildir. Bayram, îman kardeşliğinin cemiyet plânında yaşandığı mübarek vakitlerdir. Bayram, rızâ-yı ilâhîyi tahsil etme günleridir. Bayram, bir kardeşliğin mükâfatıdır. Kardeşlik yaşanacak.

Bayram; muzdaripler, kimsesizler, yanık yüreklere Cennet serinliği veren ilâhî bir ziyafettir. Bayram, insanlık cevherini ortaya koymaktır. Kardeşliğin, mahşerî bir vicdanda yaşanmasıdır. Bayram budur.

Tek başımıza bayram namazı kılamıyoruz. İctimâîleşme… Kendi kendimize bayramımızı tebrik edemiyoruz, karşımıza tebrik ediyoruz. Allâh’ın verdiği bir mükâfâtı, bir güzel günü paylaşıyoruz.

Velhâsıl bayram, bir tatil günü değil, ictimâîleşme günüdür kardeşler…

Sohbetimizi bugünkü düğün merasimini yaptığımız yavrularımıza bir duâ ile bitirelim:

بِسْمِ اللهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ

اَلْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ.

وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ رَسُولِنَا مُحَمَّدٍ وَ عَلىَ آلِهِ وَ صَحْبِهِ اَجْمَعِينَ.

اَللّٰهُمَّ اجْعَلْ هَذَا الْعَقْدَ مَيْمُونًا وَ مُبَارَكاً.

وَاجْعَلْ بَيْنَهُمَا اُلْفَةً وَ مَحَبَّةً وَ قَرَارًا.

وَلاَ تَجْعَلْ بَيْنَهُمَا نَفْرَةً وَ فِرْقَةً وَفِرَارًا.

اَللّٰهُمَّ اَلِّفْ بَيْنَهُمَا كَمَا اَلَّفْتَ بَيْنَ آدَمَ وَ حَوّٰى

وَ بَيْنَ مُحَمَّدٍ صَلَّى الله ُعَلَيْهِ وَ سَلَّمَ وَ خَدِيجَةَ الْكُبْرٰى

وَ بَيْنَ عَلِىٍّ كَرَّمَ اللهُ وَجْهَهُ وَ فَاطِمَةَ الزَّهْرٰى رَضِىَ اللهُ عَنْهَا.

اَللّٰهُمَّ اَعْطِ لَهُمَا وَلَدًا صَالِحًا وَ رِزْقًا وَاسِعًا وَ عُمْرًا طَوِيلاً

وَ قَلْبًا خاَشِعًا وَلِسَانًا ذَاكِرًا.

 رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَ ذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا.

Duâmızın kabûlü niyâzıyla; Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..