Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2016 Ay: Kasım Sayı: 141
HERKES KENDİ GÖTÜRÜR!
Hak dostlarından Behlül Dânâ; hikmetli ve ibretli sözlerle devrinin insanlarını, bilhassa Halîfe Harun Reşid’i îkāz etmeye çalışır, hakikat perdelerini aralayarak sık sık kıssadan hisseli mânevî dersler verirdi. Halîfe de onun bu hâlini sever, saraya girip çıkmasına müsaade ederdi.
Behlül Dânâ, uzun bir süre saraya uğramadı. Karşılaştıklarında Harun Reşid, merakla sordu:
“–Behlül, çok oldu görünmedin, nerelerdeydin?”
Behlül;
“–Bana cehennemi gösterdiler, oradaki vaziyeti seyrettirdiler.” diye cevap verdi.
Harun Reşid bu cevaba şaştı kaldı:
“–Nasıl girdin oraya, ateş seni yakmadı mı?” dedi.
Behlül Dânâ, halîfeyi dehşete düşüren şu cevabı verdi:
“–Hayır, orada hiç ateş görmedim. Çünkü herkes ateşini dünyadan kendisi getiriyormuş!..”
Dünyada insanoğlunu saran nefsânî arzuların câzibesi, hakikatte ebedî hayatı azap faslına çeviren ateş parçalarından başka nedir?
Hazret-i Mevlânâ da bu mecâzî üslûpla şerden sakındırır. Cennetteki mükâfatlar, dünyadaki sâlih amellerin, zikir, ibâdet ve tâatlerin meyvesi olduğu gibi; cehennemdeki ateş ve diğer azap vasıtaları da insanın dünyada işlediği kötülüklerin karşılığıdır. Bu hususta Hazret-i Mevlânâ şöyle buyurur:
“Elinde bir mazlum yaralandı, zulüm gördü ise; o zulüm, cehennemde bir ağaç olur, ondan zakkum meyvesi husûle gelir.
Sen hiddete kapılıp, gönüller kırdı, gönüllere ateş düşürdü isen; o ateş, cehennem ateşinin mayası olur.
Senin öfke ateşin bu dünyada gönülleri yakardı. Ondan doğan cehennem ateşi de; orada seni yakar, yandırır.
Senin hiddet ateşin; burada, insanlara kastederdi. Ondan doğan cehennem ateşi de; orada yine insana, yani sana saldıracaktır.
Dünyada hiddete kapıldığın zaman ağzından çıkan yılan ve akrep gibi insan sokan sözlerin; orada yılan ve akrep olup senin kuyruğundan yakalayacaktır.
Hiddetin ve kızgınlığın, cehennem ateşinin tohumudur ve mayasıdır. Aklını başına al da, o hiddet ateşini söndür. Çünkü o ateş, senin için bir tuzaktır.”
Ateş, insanın en çok korktuğu şeylerin başında gelir.
ASIL KORKULACAK ATEŞ!
Dünyada yangınlardan korkarız, yıldırımlardan korkarız, volkanlardan korkarız. Hâlbuki insan idrâk etse, asıl korkması gereken; günahlardır, ihtiraslardır, hiddet, şehvet ve haset gibi kötü ahlâktır.
Çünkü;
Dünyanın en korkunç ateşi, bir insanı ancak öldürebilir. Bu çirkinlikler ise; ebedî hayatı, ölüme dahî hasret bırakan bir korkunçluğa mahkûm eder.
Muhatabının zâhirden bâtına geçmesini isteyen Behlül Dânâ, bir başka gün Harun Reşid’e sordu:
“–Ey halîfe, sana üç suâlim var:
- Yer üstünde en fazla olan,
- Yeraltında en fazla olan,
- Gökyüzünde en fazla olan nedir?”
Harun Reşid de suâli gayet basit bularak şu cevabı verdi.
“–Yeryüzünde en çok olan canlılardır. Yeraltında en çok olan mevtâlardır. Gökyüzünde en çok olan da kanatlılardır; kelebeklerdir, kuşlardır, vesâire…”
Behlül Dânâ ise mânidar bir şekilde bakarak şu mukabelede bulundu:
“–Hayır ey halîfe, sen işin zâhirî tarafını söyledin. Hakikatini söylemedin. Gerçek şu ki:
Yeryüzünde en çok mevcut olan şey; tamahlardır, hırslardır, ihtiraslardır, kıskançlıklardır ve bitmek-tükenmek bilmeyen nefsânî arzulardır.
Yeraltında en çok mevcut olan şey de; «eyvah, vah vah» ile «keşke»lerdir.
Gökyüzünde en çok mevcut olan ise Arş-ı âlâya yükselen sâlih amellerdir.”
Ateş denildiğinde de zâhirî ateş var, mânevî ateşler var, bir de âhiret yurdunda ceza olan cehennem ateşi var…
İnsanın evi yansa hemen onu söndürmeye koşar. Asla ihmalkâr davranmaz. Fakat kalbinde duran ve ukbâsını yakan şerli ateşleri söndürmekte ihmalkâr davranması ne büyük bir gaflet ve ne büyük bir körlüktür!
Bir annenin bütün muhabbeti, evlâdına süt vermektir. Evlâdına pek ziyade olan şefkat ve merhameti sebebiyle; kendinden vazgeçer, rahatını düşünmez, fakat evlâdına süt verir.
Lâkin eğer evinde bir yangın çıksa, çocuğuna süt vermeyi bırakıp derhâl onu söndürmeye koşar. Ateşleri söndürmek için çırpınır. «Elimden ne gelir ki!» demez, bir kova su dökmek imkânı varsa, onu döker. Çocuğunu o ateşten korumak için, gerekirse canını bile verir.
Süt vermek, evlâdın maddî ihtiyacıdır. Yangın ise, kendisinin ve evlâdının mânevî dünyasında azap alevlerinin tutuşmasıdır. Sînesi şefkat dolu bir annenin en büyük vazifesi, evlâdını cehennem ateşinden koruyabilmesidir.
Bunun ölçüsü şudur:
Dünya menfaati ile âhiret menfaati karşı karşıya geldiği zaman, âhireti tercih etmek îcâb eder. Zira Rasûlullah Efendimiz;
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلَّا عَيْشُ الْاٰخِرَةِ
“Allâh’ım! Esas hayat, ancak âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) buyurmuştur.
Anne bu yangını söndürmezse; hem kendi yanar, hem evlâdını yakmış olur.
Nedir bu mânevî yangınlar?
Bilhassa zamanımızdaki fitne ve şerlerdir:
Kontrolsüz internetin kirli sokaklarıdır…
Televizyonların mülevves kanallarındaki zamana kıyan ve ahlâka zehir saçan programlardır…
Hayâyı yerle bir eden ve aileyi çökerten her türlü kadın-erkek karışık lâubâlî ortamlardır…
Küfür ve inkârın konuşulduğu, fısk ve fücûrun alenen işlendiği perişan mekânlardır…
Bunlar zâhir gözüyle, yaldızlı, parlak ve câzibedar görünse de; mânâ gözüyle, birer cehennem çukurudur. Korkunç birer uçurum kenarıdır.
Asıl merhamet, evlâtları bu ateşlerden korumaktır. Eğer korumazsa, hem kendisi hem evlâdı yanacaktır. İnsan; fıtratındaki merhametle, evlâdına kendisinden ziyade acır. Bu sebeple Mehmed Âkif, seslenir:
Merhametin yok diyelim nefsine,
Merhamet etmez misin evlâdına?
Mânevî yangınları söndürmek için ciddî adımlar atmak îcâb eder. Meselâ evlâtların mânevî eğitimi, yaz mevsiminde üç-dört haftalık bir kursa gönderivermekle tamam olur mu? Bu dev bir yangına, bir bardak su serpmek gibidir. Veyahut da koskoca bir çöle sadece bir kova su dökmek gibidir.
Köklü ve ciddî bir şekilde, mânevî eğitimi tercih etmenin önünde ise; maddî ve dünyevî endişelerin sıralandığını görmekteyiz.
Maalesef; maddî vaziyeti iyi olan ailelerin evlâtları, Kur’ân kurslarında pek azdır. Çünkü, maalesef bazı anne-babalar; Kur’ân eğitimini ehemmiyetsiz görüyorlar. Nasıl olsa öğrenir, diyorlar. Bütün güçlerini evlâtlarının maddî konforuna ve dünyevî istikbâline yönlendiriyor ve oralara harcıyorlar. Çocuğunu lüks, konfor ve dünyevî istikbal va‘deden yerlerde okutmaya kendini mecbur hissediyorlar. Oralarda mâneviyâta zehir saçan; ihtilât, dünyevîleşme, gurur-kibir ve benzeri ahlâkî ateş çukurları olsa da, onları mühim görmüyorlar.
Hâlbuki;
Anneye de yavruya da istikbal verecek Cenâb-ı Hak’tır.
Ayrıca ifade etmelidir ki;
Kur’ân eğitimi mânen en hayırlı istikbaldir.
Allah Rasûlü -sallallâhu aleyhi ve sellem- buyurur:
“Allah şu Kur’ân’la (Kur’ân’a verdiği kıymet ile) bazı kavimleri yükseltir; bazılarını da (Kur’ân’a ehemmiyet vermemesi sebebiyle) alçaltır.” (Müslim, Müsâfirîn, 269; Ayrıca bkz. İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)
Diğer taraftan;
Evlâdın dünyevî rahatlığı mı, yoksa iki cihandaki huzuru mu daha mühimdir?
Anne-babaların bir başka endişesi; Kur’ân ve mâneviyat tahsili esnasında, evlâdından bir müddet ayrı kalmaya dayanamama şeklinde olmakta.
Hâlbuki esas hüzün ve esas ayrılık da âhirette yaşanacaktır.
O gün; cennet ehli;
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَح۪يمٍ
“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır!” (Yâsîn, 58) telkiniyle cennete sevk edilirken; evlâdın dînî terbiyesi, helâl-haram eğitimi ve ahlâkı ihmal edilmişse, bu kusur ve ihmaller kötü bir âkıbete sebep olmuşsa, işte en büyük firak ve en büyük hüzün;
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” (Yâsîn, 59) denildiği gün yaşanacaktır.
Âhirette en hazin an, işte bu ayrılık faslı olacaktır.
Bu bakımdan;
Nesilleri yetiştirirken; onların mâneviyatlarını tehdit eden tehlikeleri bertarâf etmenin, basit maddî ihtiyaçlarını karşılamaktan çok daha mühim ve elzem olduğunu idrâk etmek îcâb eder.
Yine bir yangın karşısındaki anne, ateşi küçük görmez;
“Ufacık bir alev, bundan bir şey çıkmaz!” demez. Ateşin hızla yayılıp her yeri saracağının şuurunda olur.
Mânevî yangınlara da küçücük kıvılcımlara gösterilen ihmal ve gafletler sebebiyet verir. Hakikî merhamete sahip anne-babalar; ukbâda -Allah muhafaza- cehennemleri tutuşturacak olan günah kıvılcımlarına ve isyan ateşlerine asla göz yummazlar, onları küçük görmez, derhâl söndürmeye gayret ederler.
Meselâ günümüzde ihtilât; yani kadın-erkek lâubâlî karışık ortamlar maalesef, ehemmiyetsiz ve normal görülmeye başlandı. Bunun birçok mânevî ve ailevî felâketlere sebep olduğu husûsunda gaflet arttı.
Hâlbuki;
Şehvetin, insanın iki dünyasını da yakıp kül edebilecek bir mânevî ateş olduğu mâlûmdur. İhtilât, harama nazar ve lâubâlîlik gibi menfîliklerin de bu ateşe odun taşıdığı âşikârdır.
Zarara giden yolları da kapatan dînimiz, ihtilâtı men etmiştir. Medeniyetimizde haremlik-selâmlık gibi güzel çareler meydana getirilmiş ve zarûrî bir araya gelişlerde de asla baş başa kalmama, bakışı indirme, tesettür, vakar ve ciddiyet şartı koşulmuştur.
İhtilâtın bir başka şekli de kalbî ve zihnî beraberliktir.
Evlâtların dünyevî istikbâlinin îcâbı denilerek gönderildikleri bazı ortamlar, mânevî bakımdan tamamen zıt ve yabancı mekânlar olabilmektedir. İlâhî îkāz açıktır:
ONLAR GİBİ OLURSUNUZ!
“O (Allah), Kitap’ta size şöyle indirmiştir ki:
«Allâh’ın âyetlerinin inkâr edildiğini yahut onlarla alay edildiğini işittiğiniz zaman;
Onlar bundan başka bir söze dalıncaya (başka mevzuya geçinceye) kadar kâfirlerle beraber oturmayın;
Yoksa;
Siz de onlar gibi olursunuz.
Elbette Allah, münafıkları ve kâfirleri cehennemde bir araya getirecektir.»”
Demek ki;
Zihnî beraberlik, bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşmekte. Küfür ve ilhâdın, fısk ve fücurun menfî zararları işlendikleri ortama, zehirli bir gaz yahut radyasyon gibi yayılmakta ve o gazdan, tesir almıyorum zanneden kişi de zehirlenmektedir.
Öyleyse;
Çare; kötülükten, ateşten kaçar gibi uzak durmaktır. Şerre karşı tavır ve duruş sergilemektir…
Şeyh Sâdî-i Şîrâzî; hâllerdeki sirâyetin, kişinin mânevî hayatını nasıl değiştirebildiğini şu misalle îzah eder:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği Kıtmîr, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref elde etti, Kur’ânî bir ifade kazandı.
Hazret-i Nûh ve Hazret-i Lût’un hanımları ise fâsıklarla gönül birliği içinde olduklarından dolayı, yani zalimlerle ihtilâtları yüzünden cehenneme dûçâr oldular.”
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Allah; inkâr edenlere, Nûh’un karısı ile Lût’un karısını misal verdi. Bu ikisi, kullarımızdan iki sâlih kişinin nikâhları altında iken onlara hâinlik ettiler. Kocaları Allah’tan gelen hiçbir şeyi onlardan savamadı. Onlara;
«Haydi ateşe girenlerle birlikte siz de girin!» denildi.” (et-Tahrîm, 10)
Hangi anne, ciğerpâresi evlâdını ateşe atabilir?
Lâkin unutmamalı ki, imtihan sırrı sebebiyle hadîs-i şerîfin beyan ettiği üzere;
“Cehennem ateşi, (dünyada) nefse hoş ve câzibeli görünen şeylerle çevrelenmiştir.” (Buhârî, Rikāk, 28)
İdrâki açmak, gözden gaflet perdelerini kaldırmak ve evlâtları cehenneme giden yollardan korumak îcâb eder.
DÜN DE BÖYLE OLDU!
İslâmî hassâsiyetlerin yavaş yavaş gevşemeye başladığı Tanzimat ve sonrasında da mânevî yangınlar görülemedi yahut küçük ve zararsız zannedildi.
Devrin ekâbiri ve eşrâfı, evlâtlarını Paris’e gönderdiler. Devrin terakkî (!) etmiş ülkesinde onları okutmayı mârifet sandılar.
Gönderilen evlâtlar ise o yaban ellerde «kalp ameliyatı» olup geldiler. Yani ağyâr oldular. Kalıpları Osmanlı’ydı, fakat kalpleri birer batılı hâline gelmişti.
O devirde, gönül dünyalarını harabeye çeviren modalar ve reklâmlar başladı. Birtakım aileler; kendileri çalmayı bilmedikleri hâlde, evlerine piyano aldılar. Çocukları için Fransız mürebbiyeler getirttiler. Batı kültürüne müntesip olmayı, bunun nişanlarını taşımayı yahut sözlerine Fransızca lâflar karıştırmayı, medenî olmanın şartı zannettiler.
Âkıbet mâlûm…
Ancak;
Cennete giden İslâm yolu; mükemmelin mükemmelidir. Sırât-ı müstakîmdir. En ufak bir tavizden müstağnîdir. İnhiraf kabul etmez. En ufak bir sapma olursa, sonunda yıkım meydana gelir.
Saâdeti çıkmaz sokaklarda arayanlar; Tih Sahrâsı’nda yıllarca âvâre bir şekilde dolaşan gafil İsrâiloğulları gibi, şaşkın ve perişan bir şekilde ömür tüketirler. Dünyada bir şey elde edemedikleri gibi âhiretleri de âbâd olacak yerde berbâd olur.
Fânî bir ömürde yüksek bir koltuk yahut rahat bir yatak için ahmakça tercihlere sapanlar, kabirlerinde kıyâmete dek kıvranır dururlar, âhirette de perişan olurlar.
Bu sebeple Mevlânâ Hazretleri; îmâna, istikamete ve takvâya davet ederek şöyle der:
“Öfke ateşi, ancak îman nûru ile söndürülür. Kalbinde nûrun olmadığı hâlde, hiddete kapılmayan hilm sahibi bir kişi isen, bilmiş ol ki; hiddet ateşin sönmemiştir, vardır, diridir. Fakat külle örtülmüştür.
Îman nûru olmadan gösterilen hilm, bir yüz örtüşüdür. Bu ateşi, îman nûrundan başka hiç bir şey söndüremez.
Îman nûrunu görmedikçe emîn olma, çünkü gizli olan ateş, bir gün olur ortaya çıkar. Nûru sen bir su gibi bil de, suyu elde et. Suyun oldukça da ateşten korkma.”
Ateş insanın ezelî düşmanıdır. Cenâb-ı Hak; Hazret-i Âdem’i yaratıp meleklere, ona secde etmelerini emrettiğinde, İblis kıskandı ve secde etmedi. Bu küstah itaatsizliğinin sebebi sorulduğunda ise;
“Âdem topraktan yaratıldı. Ben ise ateşten yaratıldım. Ben ondan üstünüm!” diyerek kibir dolu bir akıl yürütmeye girişti. Cenâb-ı Hak onu huzûrundan kovdu. O da insanoğlunun tâbî tutulacağı imtihanda, onu azdırmak ve vesveseler vererek onu sırât-ı müstakîmden uzaklaştırmak için izin istedi. Kıyâmete kadar bu izin verildi. Sonunda İblis, kandırdığı insanlarla beraber cehenneme yine ateşe atılacaktır.
Ateş, insanın yaratıldığı toprağın özünde de vardır. Kur’ân-ı Kerim’de insanın yaratıldığı toprağın vasıfları arasında, ateşte pişmiş olmak vasfı zikredilmiştir.
“Allah; insanı, ateşte pişmiş çamura benzeyen bir balçıktan yarattı.” (er-Rahmân, 14)
İnsanın kibir, gurur, kıskançlık, Allâh’ın emirlerine karşı gelme ve aldatıcı olma vasıfları ateşten neş’et etmektedir.
Bu ateşi bertarâf edecek olan bir başka sıcaklıktır. Gönüldeki îman nûrudur. İnsanı hamlıktan kurtaran, pişiren ve yandıran; ilâhî aşk ateşidir, sabır ateşidir, mücâhede ateşidir, riyâzat ateşidir.
Hak dostları;
“Ateşe dayanabileceğin kadar günah işle!” diyerek insanı, günahın câzibesini, Allâh’ın azabı ile mukayese etmeye çağırmışlardır. Meşhur kıssada; medrese talebeleri gece vakti kapılarına sığınan Rum kızlarına el sürmedikleri gibi, sabaha kadar mangal ateşini ellerine alarak, şehvet ateşini, azap ateşini tefekkür ederek bertarâf ederler.
Takvâda terakkî ettikçe, günahların câzibesi gönülde sönmeye ve yerine ilâhî muhabbet ateşi uyanmaya başlar. Nefsin kötülüklere doymayan çirkin iştihâsı kırılır ve gönül rûhânî lezzetlerle telezzüz etmeye ve itmi’nâna ermeye başlar.
İnsan; gönlünü, ilâhî muhabbet ile pişirir, olgunlaştırırsa, pişen ekmeğin tekrar hamura dönmediği gibi, bi-iznillâh yeniden hamlığa, nâdanlığa dönmez.
Rabbini seven, Habîbi’ne itaat eder. Bu sayede Allah Teâlâ da onu sever ve günahlarını bağışlar, nâr-ı cehennemden âzâd eder. Allah Rasûlü’nün muhabbetini gönlünde taşıyan ve O’nun müstakîm yolundan giden bir kulunu Cenâb-ı Hak yakmaz.
YAKMAYAN SIR
Hazret-i Mevlânâ, Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-’ten rivâyet edilen şu kıssayı edebî lisanla şöyle anlatır:
Bir kimse Hazret-i Enes’e misafirliğe gitmişti.
O misafir hikâye etmiştir ki:
Enes Hazretleri yemekten sonra peşkirinin sararmış, solmuş, kirlenmiş olduğunu gördü. Hizmetçiye;
“–Şu kirli ve bulaşık peşkiri, bir an için olsun tandıra atıver.” dedi. O da hemen peşkiri, ateşle dolu tandıra attı. Misafirlerin hepsi de bu işe şaştılar; peşkirden dumanlar çıkacağını, yanıp kül olacağını bekliyorlardı.
Bir müddet sonra hizmetçi, peşkiri kirlerden temizlenmiş, beyazlaşmış olarak tandırdan çıkardı.
Orada bulunanlar;
“–Ey azîz sahâbî!” dediler. “Bu peşkiri nasıl oldu da ateş yakmadı, üstelik bir de onu temizledi?”
Hazret-i Enes dedi ki:
“–Hazret-i Mustafâ bu peşkire çok defa alnını, ağzını sildi de ondan.”
Ey ateşten ve azaptan korkan gönül, öyle bir el, öyle bir dudak sahibine yaklaş ki; o el ve ağız, peşkir gibi cansız bir şeye böyle bir yücelik, böyle bir şeref verirse, bir âşıkın rûhuna neler verir, ne feyizlerde bulunur?
Allah Kâbe’nin taşını, toprağını kıble yaptı. Ey can, sen de çalış, çabala, amel-i sâlihler işle de, mânâ erlerinin ayağının toprağı ol.
Sonra misafirler o hizmetçiye;
“–O peşkiri efendinin emri ile hemen götürüp ateşe attın; haydi diyelim ki efendin sırları biliyordu, ya sen, böyle değerli bir peşkiri; «Bu nasıl olur?» demeden hemen götürüp ateşe attın?”
Hizmetçi dedi ki:
“–Ben, kerem sahibi kişilere güvenirim, Allâh’ın has kullarından çok şey ümit ederim. Peşkir de ne oluyor? Bana böyle; «Atıl şu ateşe!» diyeydi, hiç düşünmeden kendimi atardım. Ona olan güvenim öyle kuvvetlidir ki, istese hemen kendimi ateşe atarım. Çünkü benim Allâh’ın has kullarına çok, pek çok itimadım var. Kerem sahibi, sır bilir her ere güvenim var. Bir peşkiri değil, başımı bile ateşe atarım. Kardeşim, sen de kendini böyle bir güven iksirine ulaştır.”
Allah Rasûlü ve O’nun hakikî vârislerinin tâlimatlarına gönül vermek, onların tezkiye ve terbiye edici tebligatlarına itaat etmek, nefse ateşe girmek gibi zor gelir. Fakat gönül, ateşten kurtaran yegâne çarenin bu olduğunu bildiği için seve seve ateşe dalar. O zorlukları ateş değil gülzâr olarak görür.
SERDE İBRAHİMLİK VARSA…
Bağdat’ta bakırcılar çarşısında büyük bir yangın çıkmıştı. İki çocuk, yanmakta olan dükkânların birinde mahsur kalmıştı. Çocuklar; «İmdât!» diye feryâd etmelerine rağmen, alevler çok şiddetli olduğundan hiç kimse kurtarmaya cesaret edemiyordu. Çocukların ustası ise dışarıda çaresizlik içinde;
“–Kim çocukları kurtarırsa ona bin altın vereceğim!” diye nidâ ediyordu.
O sırada oradan geçmekte olan Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri, bu hâdiseyi görünce hemen büyük bir şefkat ve merhametle ateşin içine daldı. Ateş, sanki ona gülistan oluverdi. Hazret-i Pîr; herkesin hayret dolu bakışları arasında, çocukları alevlerin ortasından Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle sağ-sâlim kurtardı.
Çocukların ustası, büyük bir sevinç içinde Ebu’l-Hüseyin Nûrî Hazretleri’ne altınları takdim etti. Hazret-i Pîr ise birden kaşlarını çattı ve şöyle dedi:
“–Sen altınlarını al ve Allah Teâlâ’ya şükret! Şayet ben şu yaptığımı Allah için değil de, maddî bir karşılık ümidiyle yapmış olsaydım, çocukları o alevlerin içinden asla çıkaramazdım!”
Bu misalde de görüldüğü gibi, ihlâs bereketiyle nice ateşler gülistan oluverir. Lâkin ateşe girebilmek, ancak Allâh’a Halîl olan Hazret-i İbrahim’in hâli ile hâllenmekle, yani «İbrahimlik»le mümkündür. Çünkü İbrahim -aleyhisselâm-’ın ateşten çekinmeyişi, kendisindeki Allah aşkı ve muhabbetiyle teslîmiyetine mukābil Cenâb-ı Hakk’ın bahşetmiş olduğu müstesnâ bir ikramdır.
Zâhirî ateşi yakmaz eyleyen gönül ateşidir. Çünkü gönül; ateşe galip gelir, ondan daha kuvvetlidir. Hazret-i Mevlânâ, bu ateşi şu şekilde ifade eder:
“Bana öyle bir âşık gerek ki, içindeki alevden kıyâmetler kopmalı, gönlünün harareti ile ateşleri bile kül etmeli!..”
O küllerden sayısız güller yetişmeli. Tıpkı Hazret-i İbrahim’in hâli gibi. Kalbindeki aşk-ı ilâhî ateşi sayesinde o, içine atıldığı dağlar gibi maddî ateşi söndürdü ve muazzam bir gül bahçesine dönüştürdü.
Sevda ateşine tutulanlar her yeri tutuşmuş görürler. O ateşin ulvî ızdırâbıyla bütün fânî elemleri unuturlar.
Es‘ad Efendi Hazretleri, Rasûlullâh’a duyduğu aşkın kavurucu ateşi içinde yanışını ne güzel ifade eder:
Tecellâ-yı cemâlinden habîbim nev-bahâr âteş!
Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!
“Habîbim, Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı; Sana âşık olan ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken ateş!..”
Şuâ-ı âfitâbındır yakan bil-cümle uşşâkı;
Dil âteş, sîne âteş, hem dü çeşm-i eşk-bâr âteş!
“Bütün âşıkları yakan, o mübârek yüzünün güneş gibi parlak nûrudur… Bu sebeple gönül ateş, kalp ateş, aşkınla ağlayan şu iki göz ateş!..”
Ne mümkün bunca âteşle şehîd-i ışkı gasl etmek?
Cesed âteş, kefen âteş, hem âb-ı hoş-güvâr âteş!
“Bu kadar ateşle aşk şehîdini yıkamak mümkün mü? Ceset ateş, kefen ateş, şehîdi yıkayacak tatlı su dahî ateş!..”
Yanık bir Peygamber âşığı olan Yaman Dede de aynı yanışı şöyle ifade eder:
Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam.
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam.
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam.
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım yâ Rasûlâllah!..
Cenâb-ı Hak; gönüllerimizden îman nûrunu, Zâtı’na ve Habîbi’ne muhabbet ateşini eksik eylemesin. Bizleri cehennem azâbından âzâd ettiği kulları arasına ilhâk eylesin!..
Âmîn!..