DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
“ÖLMEDEN EVVEL KENDİNİZİ HESABA ÇEKİN!”
حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا
(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin.)
Ölmeden evvel kendinizi hesaba çekin!
Nasıl hesaba çekileceğiz? Zerrelerden çekileceğiz. Hesaba çekin!..
Tabi en mühim, Efendimiz’in buyurduğu; “Şu beş soruya cevap vermeden kıpırdayamaz.” buyuruyor.
“Ömrünü nerede tüketti?”
Cenâb-ı Hak âyette de, Fussilet Sûresi’nde:
“Nihâyet oraya geldikleri zaman, kulakları, gözleri, derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şâhitlik edecek.” (Fussilet, 20)
“Ömrünü nerede tükettin?”
Cenâb-ı Hak bu gözü niye verdi? Ve bu gözle biz ne kazandık, ne kaybettik? Nereleri seyrettik bu gözle? Seyrettiğimiz şey bizi hayra mı götürdü, şerre mi götürdü?
O zaman onlar konuşacak. Kendi kendinin şahidi olacak. Göz konuşacak, kulak konuşacak, deriler konuşacak, mekân konuşacak.
“Kitabını oku! Bugün (hesap sorucu olarak) nefsin kâfidir.” (el-İsrâ, 14) buyruluyor. Zerreler ortaya gelecek.
“İlminle ne iş yaptın?”
Kur’ân ile Sünnet ile biz ne kadar şekillendik? Âile hayatı, ticârî hayat…
“Malını nereden kazandın?”
Mülkün sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunu unutmamak, helâlden kazanmak.
“Nereye sarf ettin, harcadın?”
Kazandığın gibi sarf edersin. Hayırdan kazanılan hayra gider, şerden kazanılan şerre gider.
Parada, kazanılma keyfiyetine göre değişen bir çekim kanunu var. Para yılan gibi. Yani girdiği delikten çıkar. Helâl kazanç, hayır ve fazîletlere vesîle olurken, haram kazanç da şer yollarında eriyip gider.
Beşinci:
“Vücudunu nerede yıprattın?” (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 1)
يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا. بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا
(“İşte o gün, yer, kendi haberlerini anlatır. Çünkü Rabbin ona (öyle) vahyetmiştir.” [ez-Zilzâl, 4-5])
Yeryüzü haber verecek (üzerinde) işlenenleri. Şu kadar namaz kıldı, şurada namaz kıldı, şurada tersine, bir kalbe bir diken batırdı. Şurada dedikodu etti. Şurada sustu, ağzından ancak hayır sözleri çıktı…
Velhâsıl âyete geldiğimiz zaman:
لَا اُقْسِمُ بِيَوْمِ الْقِيٰمَةِ
Cenâb-ı Hak; “Kıyâmete yemin olsun.” (el-Kıyâme, 1) buyuruyor. Zor bir gün, çetin bir gün.
عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا
“…Sert ve belâlı bir gün…” (el-İnsân, 10) Musîbetli bir gün, mukassî/sıkıcı bir gün.
Muhtelif âyetler, bu, kıyâmetin şiddetini bildiren.
Yani mü’minde dâimâ bir endişe olacak:
“Acaba hesabım artı mı eksi mi, ne kadar olacak? Zerrelerim ne kadar olacak? Muâmelâtım ne kadar olacak? İbadetim nasıl olacak, muâmelâtım nasıl olacak?..”
İbadetimiz, muâmelâtımızı istikâmetlendirir. Eğer muâmelâtta bir bozukluk varsa ibadet de tam bir kıvamına ermemiştir. Huşû yoktur ibadette. Bir yasak savar gibi olmuştur. Fakat Cenâb-ı Hak ibadetlerde huşû istiyor. Kalbe ibadetler vitamin olacak.
Meselâ, çok ibretli; köpeğe su veren bir günahkâr, affedildi buyruluyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153) Cenâb-ı Hakk’ın orada bir merhamet tecellîsi var.
Demek ki burada merhamete Cenâb-ı Hak çok ehemmiyet veriyor. Kendisi en çok “Rahman ve Rahîm…” Kul çok merhametli olacak. Kendine, çoluk-çocuğuna değil, bütün, Allah ne yarattıysa.
Sahâbî dedi ki:
“–Biz hepimiz merhametliyiz.” dedi.
Efendimiz:
“–Yok (dedi), merhamet, âm ve şâmil merhamettir.” (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)
Bütün hayvanat senin için yaratıldı, nebâtat senin için yaratıldı. Eğer bir kamçı fazla vuruyorsan, “yandım Allah!..” Eğer bir tarlayı yakıyorsan, orada birtakım böcekler ölüyorsa “yandım Allah!..”
Diğer bakımdan, muâmelâtlı, ibadetli bir kadın da Cehennem’e gitti buyuruyor Rasûlullah Efendimiz. Kedisini aç bıraktı buyuruyor. (Bkz. Müslim, Selâm, 151-153)
Demek ki sırf ibadet kâfi değil. İbadetin seviyesi, muâmelâtta akseder o. Yani muâmelât da düzgün olacak. Ukubat da düzgün olacak, hak-hukuk düzgün olacak. Ahlâk düzgün olacak. Ki:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(“…Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” [Yûnus, 62]) tecellî etsin.
Yine Lokman Hakîm:
“Yavrucuğum diyor, yaptığın iş, iyilik ve kötülük, bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde veyahut da göklerde, yahut yerin derinliklerinde olsa, Allah onu senin karşına getirir.”
Yani herkesten gizleyebiliriz, fakat Cenâb-ı Hak’tan gizleyemeyiz.
Kirâmen Kâtibîn devamlı tespit hâlinde. Tespit, nasıl bir, kompütere basıyorsun bir noktaya, tâ uzaklara gidiyor; bu ise ilâhî kompüter.
Cenâb-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“…O gün, verdiğimiz nîmetlerden elbette, mutlakâ sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8)
Yine tefsirde buyruluyor. Bu âyet nâzil olduğu zaman bir delikanlı geliyor:
“‒Yâ Rasûlâllah diyor, benim üzerimde hesabı verilecek nîmetlerden bir şey var mı acaba?” diyor. Soruyor Efendimiz’e. “Var mı bir şey benim üzerimde?” diyor, -Hamdi Efendi’nin tefsirinde-.
Ona diyor ki Efendimiz:
“‒Senin diyor, gölgelendiğin bir ağaç var mı?” diyor. O ağacı Allah senin için yarattı. Sana ikram olarak yarattı. “Gölgelendiğin bir ağaç var mı?” diyor.
“‒İçtiğin bir su var mı?” diyor. “Tatlı bir su var mı?” diyor.
“‒Ayağına giydiğin bir pabuç var mı?” diyor.
“Sen de bunların hesabını vereceksin.” buyuruyor. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)
İşte İbrahim -aleyhisselâm- bu kadar zirveleştiği hâlde, Allah dostu olduğu hâlde:
وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ buyuruyor.
“İnsanların dirileceği gün, beni mahcup etme (yâ Rabbi)!” (eş-Şuarâ, 87) diyor.
Ölüm, büyük bir endişe. Ölümü güzelleştirmek. (Başka) çâre yok. Zaten câhiliye devrinin îtirazları, ilk îtirazları, “âhiret haberi”ne oluyor.
عَمَّ يَتَسَاءَلُونَ . عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ . اَلَّذِى هُمْ فِيهِ مُخْتَلِفُونَ
(“Birbirlerine neyi soruyorlar? (İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri büyük haberi mi?” [en-Nebe, 1-3])
İlk rahatsızlığı câhiliye devrinin, “büyük haber” oluyor. “Haber geldi” demiyor, “büyük haber” diyorlar. Korkuyorlar, ürperiyorlar. “Ya varsa ne olacak hâlimiz?!” diyorlar.
اَلَّذِى هُمْ فِيهِ مُخْتَلِفُونَ
(“(İnanıp inanmamakta) ayrılığa düştükleri.” [en-Nebe, 3])
Hemen tartışmaya geçiyorlar. “Ya varsa ne olacak hâlimiz?!” diyorlar. Şimdi, ateistte bir endişe bu, müslümanda da bir endişe:
“–Ne kadar artım var, ne kadar eksim var? Neyle gidiyorum yolculuğa?..”
Es’ad Erbilî Hazretleri buyuruyor ki:
“Bir insan diyor, bir kişi diyor, bir evini bir yere taşırken diyor, bütün evinde ne varsa hepsini taşır diyor. Hiçbir şey bırakmaz diyor. Sen bu yolculuğa diyor, neyle gittiğini iyi bil!” diyor.
Yine Rabbimiz ölüm ânını bildiriyor. Ölüm sarhoşluğu… Kāf Sûresi:
“Ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir de; «Ey insan! Bu, öteden beri kaçtığın şeydir.» denir.” (Kāf, 19) Ölümden kaçmayan yok. Yatalak hasta bile ölmek istemiyor.
“Sûr’a üfürülür. İşte bu geleceği vaad edilen gündür.” (Kāf, 20)
Yine Cenâb-ı Hak Münâfikûn Sûresi’nin sonlarına doğru; kul diyecek ki, -bu hepimizin başından geçecek-:
“Yâ Rabbi! Biraz geciktirsen de sadaka versem de sâlihlerden olsam, demeden evvel…” (el-Münâfikûn, 10) buyuruyor.
Onun için Cenâb-ı Hak:
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey îmân edenler! Allah’ın azamet-i ilâhiyyesine göre takvâ sahibi olun. Ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak Ğâşiye Sûresi’nde kıyâmeti değişik şekillerde Cenâb-ı Hak ifade ediyor bize. Îkaz. Uyanalım.
“(Rasûlüm!) Dehşeti her şeyi kaplayan kıyâmetin haberi Sana geldi mi?” (el-Ğâşiye, 1)
Geldiyse ona göre yaşayacağız. Demek ki kulaklar tıkalıysa, kalpler kilitliyse kıyamet haberi gelmiyor.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“O gün (diyor), birtakım yüzler vardır zelildir.” (el-Ğâşiye, 2) Berbattır, çirkindir, iğrençtir.
Buradaki sîretimiz, orada sûret olacak. Yine:
“O gün birtakım yüzler vardır, mutludur. Huzurludur, sevinçlidir.” (Abese, 38-39) Kurtulanlar onlar.
Yine Cenâb-ı Hak Haşr Sûresi’nde:
“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun! Herkes yarına ne hazırladığına baksın…” (el-Haşr, 18)
Cenâb-ı Hak “yarın” diyor. Yani o kadar sonsuza gideceğiz ki “yarın” buyruluyor.
Velhâsıl kardeşler, zaman zaman gelen felâketlerden korkuyoruz. Adapazarı’nda bir deprem oldu, hepimiz korktuk. Evleri terk ettik. Binalar çatladı. Kaçacak yer aradık. Bir sel felâketi geliyor, yine korkuyoruz, acaba çok şiddetli bir yağmur, bir fırtına geliyor, yine korkuyoruz. Esas korkulacak olan, günahlarımız. Onlarla gideceğiz öbür tarafa. Günahlarımızdan korkmalıyız.
Dilimizden çıkan yanlış kelâmlardan korkmalıyız. Merhamet ve şefkat fukarası olmaktan korkmalıyız. İslâm şahsiyet ve karakterini tevzî edememekten korkmalıyız. İslâm’ın güler yüzünü tebessüm ettirememekten korkmalıyız. Bütün bunlardan korkmalıyız ki, son nefeste meleklerin müjdelediği, korku ve hüzünden emîn olan bahtiyarlardan olalım.
Yahya bin Muaz Hazretleri buyuruyor ki:
“Şaşılır o kimseye ki, hastalık korkusuyla yiyecekten içecekten perhiz eder; Cehennem korkusuyla günahlardan perhiz etmez.”
Yine Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresi’nde bize birtakım ibretler bildiriyor. Kime? Düşünen bir kalp için. Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresi’nin 57. âyetinde:
“Sizi Biz yarattık, tasdik etmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 57) buyuruyor.
“Rahime attığınız o nutfeyi gördün mü?” (el-Vâkıa, 58) Bir düşün o nutfeyi.
“Onu yarat(ıp insan hâline getir)en Biz miyiz, yoksa siz misiniz?” (el-Vâkıa, 59) diyor. Şeklimizi, biçimimizi, kaderimizi biz mi tayin ettik? Anamızı, babamızı biz mi tayin ettik? Soruyor Cenâb-ı Hak:
“Onu yarat(ıp insan hâline getir)en siz misiniz, yoksa Biz miyiz?” (el-Vâkıa, 59) buyuruyor.
“Aranızda ölümü takdir eden Biz’iz…” (el-Vâkıa, 60)
“…Ve Biz, irâdemizi gerçekleştirmekten âciz değiliz.” (Bkz. el-Vâkıa, 60)
Zamanı gelen gidiyor, yerine tekrar benzerleri geliyor.
“(Ölümü) sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir âlemde tekrar var edelim diye (takdir ettik).” (el-Vâkıa, 61)
Bilmediğiniz bir âlemde… Mezar âlemi, kıyâmet âlemi…
Velhâsıl ölümden kaçacak yer yok.
يَقُولُ الْاِنْسَانُ يَوْمَئِذٍ اَيْنَ الْمَفَرُّ
(“O gün insan, «Kaçacak yer neresi!» diyecektir.” [el-Kıyâme, 10])
İnsan bir şaşkınlık içinde kıyamette, acaba kaçacak bir yer var mı?
Ne dünyada kaçacak bir yer var, ne kabirden kaçacak bir yer var, ne de kıyamette kaçacak bir yer var.
Nereye teslim olacaksın? فَفِرُّوا اِلَى اللّٰهِ (“O hâlde Allâhʼa koşun…” [ez-Zâriyât, 50]) Cenâb-ı Hakk’a sığınacaksın. Cenâb-ı Hakk’a koşacaksın. Cenâb-ı Hakk’a firâr edeceksin.
Yine devam ediyor:
“Andolsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 62)
Bir rolün var mıydı yaratılmakta? Tarihini, şeyini sen mi verdin tarihini? Ananı, babanı sen mi tayin ettin? Hangi takvimle geldin? Takvimde kaç yaprak olduğunu biliyor musun? Başından geçen vak’aları biliyor musun, nelerden imtihan geçireceğini?
Yine Cenâb-ı Hak; tohumlar, bitkiler:
“Ektiğiniz o tohumu gördün mü?” (el-Vâkıa, 63)
Şimdi o tohumu bir düşün buyuruyor.
“Onu (diyor) bitiren (diyor) Biz miyiz (o topraktan), siz misiniz? Dilesek onu kupkuru bir çerçöp yapardık. Şaşar kalırdınız.” (el-Vâkıa, 64-65) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak bütün mahlûkâtı besliyor. Herkese ayrı ayrı. Bütün mahlûkat. Yılanın sofrası ayrı, devenin sofrası ayrı, insanın sofrası ayrı, tavuğun sofrası ayrı…
“Şu içtiğiniz suyu gördün mü?” (el-Vâkıa, 68) buyuruyor Cenâb-ı Hak. “İçtiğiniz suyu gördün mü?” İçtiğin suyu düşün diyor.
“Onu buluttan indiren siz misiniz, Biz miyiz?” (el-Vâkıa, 69) buyuruyor.
“Dilesek onu tuzlu su yapardık (deniz suyu gibi yapardık). Şükretmeniz gerekmez mi?” (el-Vâkıa, 70) buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak:
“De ki, suyunuzu çekseydik, söyleyin bakalım size kim bir akarsu verirdi?” (el-Mülk, 30) Tuzlu su indirseydik diyor Cenâb-ı Hak. Tebâreke’nin sonunda onu diyor, o kuyudan diyor, çekseydik dibine diyor, akarsu olmasaydı diyor…
Demek ki kul, dâimâ bir tefekkür hâlinde olacak. O tefekkür, bir îman anahtarı olacak.
Yine diyor:
“Tutuşturduğunuz o ağacı gördün mü? (Diyor. Onu bir düşün diyor.) O ağacı yaratan siz misiniz, yoksa yaratan Biz miyiz?” (el-Vâkıa, 71-72)
Velhâsıl âyet-i kerîmeler gidiyor…