1997 – Mayis, Sayı: 135, Sayfa: 023
Ol Seyyidü’l-kevneyn Muhammed Mustafa‘ya salevât!..
Ol Rasûlu’s-sekaleyn Muhammed Mustafa‘ya salevât!..
Ol Imâmu’l- Harameyn Muhammed Mustafa‘ya salevât!..
Ol ceddü’l-Haseneyn Muhammed Mustafa‘ya salevât!..
Zaman, insanin en mühim sermâyesidir. Zamanlar içinde bazı husûsî fırsatlar vardır ki, ihyâ edicidir. Günler, geceler, aylar arasında Öyle kıymetli kazanç mevsimleri olur ki, onları gafletle geçirmek büyük zarardır. Acı kayıplara ve hasretlere sebep olur.
Zirâ bütün canlıları, istisnâsız fânîliğe mahkûm eden cenâb-i Hakk, hayâti “zaman” denilen varlığın bir parçası içine hapsetmiştir. “Zaman” beser idrâkinin kavramaya muktedir olamadığı en dehşetli muammâlardan biridir.
Ancak kolayca anlaşılır ki, “zamân“in her parçası ayni kıymet ve ehemmiyette değildir. Zamanlar içinde, yaradılışın başlangıcından âlemin yok olacağı âna kadar en mes’ûd ân, hiç şüphesiz âhırzaman Peygamberi‘nin Dünyâ’yı teşrif ânidir Zirâ yaradılışta ilk olan O’nun nûrudur. Kâinât, müstesnâ bir mücevheri taşıyan mûtenâ bir mahfaza gibi, hep O’nun şerefine halkedilmiştir. Ve O’nun teşrifi ile Dünya şeref bulmuştur. Bu gerçek, hadis-i kudsî olarak meşhûr olan bir kelâmda:
“(Ey Habîbim!) Sen olmasaydın, Sen olmasaydın; bu kâinâtı yaratmazdım!..” seklinde beyân buyurulmuştur.
Sâir de, bu yaradılış sırrını ne güzel ifâde eder:
Doğmazdı kalbe îmân
İnmezdi arza Kur’ân
Meçhûl olurdu esmâ;
Levlâke Yâ Muhammed!..
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
Ashâb-i Kirâm Hazaratı Allâh Rasûlü‘ne sordular:
“- Size peygamberlik ne zaman ihsân oldu?“
cevâben O -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-:
“- Âdem, su ile toprak arasında iken…” buyurdular.
Demek ki, nübüvvet-i Muhammedî, Âdem âilesi teşekkül etmeden, kudsî bir tecellî ile başlamıştır. Yâni, ilk parlayan varlık cevheri, “nûr-i Muhammedî“dir.
Hazret-i Peygamber, nûru ile Hazret-i Âdem‘den önce, cismâniyeti ile bütün peygamberlerden sonra zuhûr etmekle, nübüvvet takvîminin ilk ve son yaprağı olmuştur. O, zaman Îtibariyle son, gâye Îtibariyle ilk peygamberdir. Zirâ risâlet takvîmi, “nûr-i Muhammedî” ile başlamış; son yaprağı da “cismâniyet-i Muhammedî” ile nihâyet bulmuştur. Bu Îtibarla denilebilir ki;
Meleklerin secdeye mecbûr kılındığı Âdem -aleyhisselâm-;
Semâvî hayranlığın esrârını taşıyan İdrîs -aleyhisselâm-;
Yeryüzünü tûfânı ile küfürden temizleyen Nûh -aleyhisselâm-;
İnkâr yurtlarını fırtınalar ile alt-üst eden Hûd -aleyhisselâm-;
Azgınlık ve taşkınlık yuvalarını zelzelelerle kökünden sarsan Sâlih -aleyhisselâm-;
Nemrûd’un ateşlerini, tevekkül ve teslimiyeti ile gülistâna çeviren İbrâhîm -aleyhisselâm-;
İhlâs, sadâkat, tevekkül ve teslîmiyeti ile sembolleşen, kıyamete kadar hac ibâdetinde bütün mü’minlere kıssaları hatırlatılan İsmail -aleyhisselâm-;
Muhabbet ve hasretle kavrulan ve sabırda âbideleşen Ya’kûb -aleyhisselâm-;
Bir müddet kölelik, sonra zindanda yalnızlık, gariplik, çile, ızdırab, meşakkat, riyâzât ve nefs mucâhedesini muteâkıb Mısır’a ve gönüllere sultân olan ve mehtapları solduran nûru ile Yûsuf -aleyhisselâm-;
Derin tefekkürü ile sabrın bideyi tasi olan Eyyûb -aleyhisselâm-;
Esrâr-i ilâhiyyeyi Hz. Mûsâ’ya tâlim eden Hızır -aleyhisselâm-;
Tevhîd sancağını meşrıkdan mağribe taşıyan Zülkarneyn -aleyhisselâm-;
Gönülleri saran hitâbeti ile Şuayb -aleyhisselâm-;
Fir’avn’ın saltanatını alt-üst eden, Kızıldeniz’den mûcizevî asâsı ile yollar açan Mûsâ -aleyhisselâm-;
Büyük bir vecd hâlinde, istiğfâr, duâ ve zikrin hakîkatinde derinleşerek karanlıkları asan Yûnus -aleyhisselâm-;
Zikri ile; dağları, taşları, vahşî hayvanları, istiğrâk hâline getiren Dâvûd -aleyhisselâm-;
Muazzam saltanatını, kalbinin dışında taşıyabilen Süleymân -aleyhisselâm-;
Yüz senelik bir ölümden sonra tekrar diriltilerek, kıyâmetteki yeniden yaradılışa misâl olan Uzeyr -aleyhisselâm-;
Testere ile ikiye bölünürken dahî “aaah!” demeden, tevekkül ve teslîmiyetini muhâfaza eden mazlûm peygamber Zekeriyyâ -aleyhisselâm-;
Babası gibi olumu şehîdlikle karşılayan Yahyâ -aleyhisselâm-;
Ölülere hayât veren nefesleri ile Îsâ -aleyhisselâm-;
Ve hulâsa, Yüz yirmi bin kusûr peygamber ve onlardaki tecellîler, âlemlerin sultâni Hz. Muhammed Mustafâ‘nın zuhûra gelmesinin âdetâ birer müjdesi idi…
İbn-i Abbas‘dan rivâyet edilir:
Cenâb-i Hakk, Havvâ Vâlidemizi, Hz. Âdem’in sol kaburga kemiğinden yarattı. Âdem -aleyhisselâm- o esnâda uyumaktaydı. Uyanıp yanında bir filiz gibi Havvâ’yı görünce, kalbi ona aktı ve elini uzattı. Melekler haykırdı:
“-Yâ Âdem, dokunma ona!.. Henüz nikâhın kıyılmadı!..”
Bundan sonra Hz. Âdem ile Hz. Havvâ’nın nikâhları kıyıldı. Mehrin şartı da, üç kere Hz. Muhammed Mustafâ’ya salevât-i şerîfe getirmek sûretiyle tahakkuk etti. Bu, Allâh huzûrunda ve Muhammedî hakîkat önünde ilk nikâhın başlangıcı oldu. Böylece nikâh, Hz. Muhammed Mustafâ‘ya salevât ile ulvî bir mânâ kazandı. Rahmet, bereket ve feyiz tecellîleri ile doldu.
Nihâyet, “cismâniyet-i Muhammediyye” Hz. Abdullâh ile Hz. Âmine‘nin izdivâc kucağında göründü. Bu kudsî doğum, yaradılış târihinin en Büyük hedefi idi.
Kaynaklarımızın verdiği bilgiye göre, Allâh Rasûlü’nün sut annelerinden biri de Sevbiyye Hatun’dur. Bu hatun, Rasûlullâh’ın düşmanı Ebû Leheb’in câriyesi idi.
Sevbiye Hatun, Ebû Leheb’e yeğeninin doğum müjdesini haber verince, Ebû Leheb, sırf kavmî asabiyetten dolayı bu câriyeyi âzâd etti. Bu ırkî asabiyetten meydana gelen sevinç bile, Ebû Leheb’in Pazartesi geceleri azâbını hafifletmeye yetti.
Ebû Leheb’i ölümünden sonra bir gece rü’yâda gördüler ve sordular:
-Yâ Ebâ Leheb, hâlin nasıl?
– cehennemdeyim; azâb içindeyim!. Ancak pazartesi geceleri azâbım hafifletiliyor. O gecelerde parmaklarımın arasını emiyorum. Oralardan su çıkıyor, suyu içiyor ve serinliyorum. çünkü, Pazartesi günü Sevbiye koşup bana “o sabah Allâh Resûlü’nün doğduğunu” müjdelemişti; ben de onu âzâd etmiştim. Bunun karşılığı olarak Allâh, Pazartesi geceleri bana, azâbımı hafifletmek gibi bir ihsanda bulunuyor.
İbn-i Cezerî:
“-Ebû Leheb gibi bir kâfir, Allâh Resûlü’nün doğduğu gün gösterdiği sırf kavmÎ bir sâikle cehennem içinde faydalanırken, kıyas etmeli ki, bir mü’min o gece hürmet gösterip Kâinâtın Fahr-i ebedîsi askına gönlünü ve sofrasını açacak olursa, Hakk tarafından ne turlu lütuf ve keremlere nâil olur!.. Lâyık olan, Allâh Resûlü’nün doğdukları ayda toplantılar yapıp ziyâfetler vermek, fakirleri her turlu iyilik ve sadakalarla sevindirmek ve Kur’ân okutmaktır…” der.
O yetîm ve ümmî, insanlardan ders almadı; bütün beşeriyyete kurtarıcı ve gayb âleminin tercümânı ve Hakk mektebinin hocası olarak geldi.
Hazret-i Mûsâ birtakım ahkâm getirmişti. Hazret-i Dâvûd, Allâh’a duâ eylemek ve munâcaatları tegannî etmekle mümtâz olmuştu. Hazret-i Îsâ, insanlara mekârim-i ahlâki ve dünyâda zühdü öğretmek için gönderilmişti. İslâm Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- ise, bunların cümlesini getirdi: Ahkâm vaz’ etti. Allâh’a duâyı öğretti. En güzel ahlâki bildirdi. Dünyânın aldatıcı alâyişine aldanmamayı tavsiye buyurdu. Kısaca, bütün peygamberlerin salâhiyet ve vazîfelerinin cümlesini şahsiyyet ve eserinde cem’ etti…
Şüphesiz O‘nun kırkıncı yaşı, insanlık için donum noktalarından biri oldu.
Kırk yıl câhil bir toplum içinde yaşadı. Sonradan ortaya koyacağı mükemmelliklerin çoğu, halkının Henüz meçhûlü idi. Bir devlet adamı bir vâiz, bir hatîb olarak bilinmiyordu. Büyük bir kumandan olduğundan söz etmek söyle dursun, sıradan bir asker olarak bile mârûf değildi.
Geçmiş milletlerin ve peygamberlerin târihinden, kıyâmet gününden, cennet ve cehennemden bahsettiği duyulmamıştı. Yalnız kendi şahsına münhasır ulvî bir hayatin, yüksek bir ahlâkin içinde idi. Lâkin ilâhî bir mesaj ile Hırâ mağarasından döndüğünde, tamâmen değişmişti.
Tebliğe başlayınca, bütün Arabistan korku ve şaşkınlık içinde kaldı. Hârika belâgâtı ve hitâbeti, onları teshîr etti. Şiir, edebiyat, belâgat ve fesâhat yarışmaları âniden sıfırlandı. Bundan sonra artık hiçbir sâir, yarışma kazanan şiirini Kâbe’nin duvarına asmaz oldu. Böylece asırlardan beri gelen bir an’ane târihe karıştı. O derecede ki, meşhûr İmriü’l-Kays’ın kızı, Kur’ân-i Kerîm’den kısa bir metin dinleyince, hayretle irkildi ve:
“Bu bir insan sözü olamaz! Dünyâ’da böyle bir söz varsa, babamın şiiri Kâbe’nin duvarından indirilmelidir! Gidip onu indirin; bunu oraya asin!..” demek mecbûriyetinde kaldı.
bütün âlemi, Kur’ân sûrelerine benzer bir sûre ortaya koymaya dâvet etti. Allâh’dan gayri güvendiği kim varsa yardıma çağırmak şartıyla Kur’ân sûrelerinden birinin benzerini vücûda getirmek husûsundaki Kur’ânî iddiâ, o günden beri cevapsız kaldı
Allâh Teâlâ buyurur:
“Eğer kulumuza (Peygamber – aleyhisselâm-‘a) indirdiklerimizden herhangi bir şüpheye düşüyorsanız, haydi onun benzeri bir sûre getirin! Eğer iddiânızda doğru iseniz, Allâh’dan gayri şâhidlerinizi (bütün yardımcılarınızı) da çağırın!..” (el-Bakara, 23)
Medeniyetten uzak câhil bir toplum içinden çıkan bu ümmî insan, ortaya koyduğu ilim ve hikmet muhtevâsıyla devrin insanlarını âciz bıraktığı gibi, kıyâmete kadar ulaşılmamış ve ulaşılamayacak bir mûcize deryâsıyla ortaya çıkmıştı. Bu sununla da sâbittir ki, Kur’ân-i Kerîm, birçok fennî mes’eleye temâs ettiği halde, 1400 yıldan beri hiçbir kesif O’ nu tekzîb edememiştir. Halbuki, bugün bile Dünyâ’nın en meşhûr ansiklopedileri, bir ek cilt çıkararak, kendilerini tashîh ve yenilemek mecbûriyetiyle karşı karşıya kalmaktadır.
O, bütün insanlığa, kendisinin yeryüzünde Hakk‘ın halîfesi olduğu gerçeğini tâlim etti.
En güzîde ilim adamlarının bile ancak omur boyu suren araştırmalarından insan ve eşyâ üzerindeki geniş tecrübelerinden sonra gerçek hikmetini idrâk edebilecekleri sosyal, kültürel, iktisâdî teşkilat, kitle idâresi ve milletlerarası ilişkilerin en mükemmel kâidelerini O oluşturdu. Muhakkak insanlık, teorik bilgi ve pratik tecrübe açısından geliştikçe, hakîkat-i Muhammediyye daha iyi kavranmaktadır.
Daha önce eline kılıç almamış, askerî tâlim görmemiş, ancak bir defâ seyirci olarak savaşa katilmiş olan bu yüce Peygamber, bütün insanlığı ihâta eden engin merhametine rağmen ictimâî sulh için bizzarûre tevhîd mücâdelesi uğruna en çetin savaşlardan bile geri kalmayan bir asker oldu. Dokuz yıl içinde çok zaman düşmana karşı az olan askerî gücü ile bütün Arabistan‘ı fethetti. Devrinin başıbozuk, disiplinsiz insanlarına aşıladığı rûhânî güç ve verdiği askerî eğitim ile fütûhâtta mûcizevî bir basari elde etti. O derecede ki, ardından gelenler, zamanın en heybetli ve güçlü iki devleti olan Rûm ve Pers imparatorluklarını hezîmete uğratmışlardır. Böylece, O’nun çok önceden buyurduğu:
“Lâilâhe illâllâh deyin; Iran ve Bizans sizin olsun!” müjde ve va’di gerçekleşmiş oldu.
Böylece insanlık târihinin -bütün menfî şartlara rağmen- en Büyük inkılâbına vucûd vermiş olan Allâh Rasûlu -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem-, zâlimleri sindirdi, mazlûmların gözyaşlarını dindirdi Yetimlerin saçlarına O’nun mübârek elleri tarak oldu. O’nun tesellî ışıkları ile, gönüller gamdan uzak oldu.
M. Âkif, bu manzarayı ne güzel ifâdelendirir:
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada insanlığı kurtardı o Mâsûm,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!
Aczin ki ezilmekti bütün hakki, dirildi;
Zulmun ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere rahmetti, evet, ser’-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi..
Dünyâ neye sâhipse, O’nun vergisidir hep;
Medyûn O’na cem’iyyeti, medyûn O’na ferdi..
Medyûndur o Mâsûm’a bütün bir beşeriyyet…
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile hasret!..
Şâyet bütün fazîletleri kendisinde cem’ eden Hazret-i Peygamber -Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem- dünyâyı teşrif etmeseydi, insanlar, kıyâmete kadar zulmun ve vahşetin içinde kalırlar, güçsüzler güçlülerin esîri olurlardı. Muvâzene ser lehine bozulurdu. Dünyâ, zâlimlere ve güçlülere âid olurdu.
Yirmiyeydi muhârebe, kırk dört veya elli kadar “seriyye” denilen, küçük mikyasta askerî faâliyetlerde bulundu. Mekke Fethi ile köklesen İslâmiyet;
“Bugün size dîninizi ikmâl ettim. Üzerinize nîmetimi tamamladım.. Ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim!.” (el-Mâide, 3) âyetiyle kemâle erdi. Medîne‘ye dönüşlerinde on üç gün kadar suren çetin bir hastalık neticesinde 634. Miladî yılının 8 Haziran‘ında kendilerine cemâl ufukları acildi. Refîk-i a’lâsına kavuştu.
12 Rabîulevvel Pazartesi günü doğup Dünyâ’yı şereflendirdiler.
Ve 12 Rabîulevvel Pazartesi günü Allâh tarafından kendilerine nübüvvet vazîfesi verildi. Ebû Katâde Hazretleri şöyle rivâyet eder:
“(Hazret-i Peygamber’e) pazartesi gününün orucundan soruldu. O da cevâben:
«-Bu, benim doğum günüm ve peygamber olarak gönderildiğim gündür…» buyurdular.” (Müslim, Kitâbu’s-Siyâm, c. 2, s. 818, H. No: 198)
Yine bir 12 Rabîulevvel ayinin Pazartesi sabahı, Medîne’ye girerek yeni kurulan ve kıyâmete kadar devâm edecek olan İslâm devletinin temelini attılar.
Ve nihâyet bir 12 Rabîulevvel Pazartesi günü de, Ahiret âlemine intikâl ettiler.
O‘nun doğumu, peygamberliği, hicreti ve irtikalinin, ilâhî bir tecellî olarak hep 12 Rabîulevvel Pazartesi günlerine rastlaması, bu ayin kudsiyyetinin ve öneminin bir nişânesidir. cemâl ve celâl tecellîsi olarak; sevincin heyecânı ve hüznün burukluğu beraber yaşanmaktadır. Gönül iklîminde bayram neş’esi ile irtihâl elemleri, zıd bir hassasiyet beraberliği içindedir. Yine O, ukbâda şefkatle şefâat için ümmetini beklemektedir.
Allâh Rasûlü‘nün Dünyâ’dan seâdet âlemine irtihâlı ile O’ ndan mahrûm kalan Dünyâ’nın vefâsızlığını, Azîz Mahmûd Hudâyî Hazretleri su mısrâları ile tasvîr eder:
Kim umar senden vefâyı
Yalan dünyâ değil misin?
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünya değil misin?