Hazret-i Mevlânâ’nın Gönül Deryâsında Sır ve Hikmet İncileri
Yıl: 2017 Ay: Mayıs Sayı: 147
Mücerred hakikatler, teşbih ve temsillerle müşahhas hâle getirilince; kalpler, onları çok daha iyi idrâk eder.
Hazret-i Mevlânâ; mânevî kıymetlerin şeytan ve nefsin hilesiyle nasıl kaybedildiğini, temsilî olarak şöyle bir teşbih ile anlatır:
“Her gün azar azar da olsa; candan ve sevgi ile yapılan ibâdetlerden, iyiliklerden hâsıl olan iç rahatlığı ve huzur, neden gönlümüzde hissedilmiyor?”
“Biz, şu dünya anbarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz. Bir gün aklımızı başımıza alıp da; buğdayın böyle azalmasının, kaybolmasının, anbara giren fareden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz. Hâlbuki fare; anbarımızı delmiş, anbarımız onun hilesinden harâb olmuştur.”
“Eğer anbarımızda hırsız bir fare bulunmasaydı, kırk yıllık ibâdet buğdayı nereye giderdi?”
“Ey Hak tâlibi can; önce anbara giren fareden kurtulma çaresini ara, ondan sonra buğday toplamaya çalış!”
Bu gizli hırsız kimdir ve ondan kurtulmanın çaresi nedir? Hazret-i Mevlânâ, bunun tespiti husûsunda ashâb-ı kirâmın gayretlerini ifade etmektedir:
“Gerçeği anlayabilmek için ashabdan bazıları Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den insanı azdıran nefsin hilesine dair bilgi isterlerdi.
«–Nefs; ibâdetlere, rûhî ihlâslara, öz temizliğine gizli garazlardan neler katar?» diye sorarlardı.
Peygamber Efendimiz’den; ibâdetin fazîleti ve sevabından ziyade, ibâdetleri yaralayacak bâtınî (gizli) ârızalara dair mâlûmat isterlerdi. Böylece nefsin hilelerini; inceden inceye, zerreden zerreye tanır ve bilirlerdi.
(Nefse ve gizli fücûruna çok dikkat ederlerdi; çünkü) bütün putların anası, nefs putudur. Hâriçte görülen putlar, birer yılandır; hâlbuki nefs putu bir ejderhâdır!”
Hazret-i Mevlânâ, bâtınî haramlara dikkat çekmektedir.
Haram; Cenâb-ı Hakk’ın kullarından yapmamalarını, terk etmelerini istediği günahlardır.
Bunların bir kısmı zâhir ve müşahhastır.
Meselâ; şirk koşmak, içki içmek, kumar oynamak, zinâ etmek, fâiz alıp vermek, hırsızlık yapmak gibi haramlar, mâlûm ve muayyendir. Birçok mü’min bunlardan ciddiyetle uzak durur. Bunlardan uzak durmakla vazifesini tamamladığını düşünür.
Hâlbuki;
Bunlar yanında kalbe ait birtakım müşahhas olmayan, mücerred, gizli ve bâtınî haramlar da vardır.
Bunların bir kısmı kalbin hastalıklarıdır: Kibir, gurur, haset, bencillik, nefret ve öfke gibi…
Bu çirkin ve cehenneme lâyık duygulardan kaynaklanan bazı müşahhas günahlar da; içki, kumar ve hınzır eti kadar dikkat çekmez. Bu sebeple onları da bâtınî haramlar levhası altında mütalâa etmek îcâb eder. Yalan söylemek, gıybet etmek, tecessüste bulunmak ve israfa düşmek gibi günahlar, bunlara misaldir. Bunların bâtınî haramlar arasında sayılmasının bir sebebi de, bunların; konuşmak ve malı üzerinde tasarruf etmek gibi, özü itibarıyla mubah fiillerin arasına karışmasıdır. Ekseriyâ gıybet eden kişi, gıybet ettiğini itiraf etmez. Yine müsrifler; israfa düştüklerini kabul etmez, çeşitli bahanelerle yaptıklarını meşrû ve masum gösterme gayretine düşerler.
Bu sebeple, bâtınî haramlara çok dikkat etmek îcâb eder. Bunlar; âdetâ anbardaki bir fare gibi, kulun zâhiren edâ ettiği sâlih amelleri yok ederler.
Meselâ gurur ve kibir:
CENNETE MÂNÎ!
Gurur, kendini beğenmek ve diğer insanlardan üstün tutmaktır. «Gurur» kelime mânâsı itibarıyla, «aldanış» demektir. Zira hiçlikten gelmiş bir hiç olan, bir abd-i âciz olan insanın, kendini beğenmesi hazin bir aldanıştan ibarettir. Aynaların zâviyelerini eğip bükerek, bakan insanı olduğundan büyük göstermesi sağlanır. Buna «dev aynası» derler. Nefs, insana kendisini azametli gösteren bir hileli ayna gibidir.
Kibir ise, kendinden başkasını hor ve hakir görmektir. Gurur ve kibir, birbirinden ayrılmayan iki çirkin vasıftır. Bu iğrenç huylar, kişinin kalbi ile güzel ahlâk arasına çekilen birer mânevî âfet perdesidir. Bu illetlerin neticesi; dünyada huzursuzluk, âhirette ise ilâhî azap tecellîleridir.
Tasavvufta ilk merhale, enâniyeti bertarâf etmektir.
MÂNÂ YOLUNDA İLK ADIM!
Bu sebeple büyük Hak dostlarının hayatlarında, benlik duygusunun bertarâf edilmesinin sayısız misâli vardır:
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, mânevî yola intisâbının başında Bursa Kadısı idi. İlmin ve makamın debdebesi içindeydi. Kapısına vardığı Üftâde Hazretleri; makamının verdiği şöhret ve enâniyetten temizlemek için, onu, sırmalı kaftanıyla çarşılarda ciğer satmakla vazifelendirdi. Ona dergâhın helâlarını temizlettirdi.
Eğer Kadı Mahmud;
“Ben çok yüksek bir ilim adamıyım, büyük bir makam sahibiyim! Bu hizmetlere tenezzül etmem!” deseydi, enâniyetin kurbanı olsaydı, Aziz Mahmud Hüdâyî olamazdı. Bu sebeple o; benliği geride bıraktı, hiçliği idrâk etti ve mânen çok ulvî mertebelere yükseldi.
Genç yaşta ulaştığı ilmî derecesiyle, «Güneşler Güneşi» nâmıyla anılan Hâlid-i Bağdâdî de benzer bir imtihandan geçti. Mânevî bir işaretle yöneldiği ve bir senelik uzun bir seyahat ile ulaştığı Delhi’de, üstâdı Abdullah Dehlevî Hazretleri; Hazret-i Hâlid ile hiç alâkadar olmadan, ona gururu ayaklar altına aldıracak hizmetler yaptırdı. O da nefsinin itirazlarına aldırmadan aylarca hizmete devam etti. Benliğini hizmetle eritti. İmtihanı aşınca; üstâdı, onu mânevî eğitime aldı ve altı ayın sonunda memleketine irşâda gönderirken, şehrin dışına kadar yaya olarak uğurladı.
Mânâ sultanlarının kıssaları, enâniyetten kurtulma hamlesinde dâimâ birbirine benzer. Taptuk Emre dergâhında, Yûnus Emre Hazretleri’nin yaşadıkları da enâniyetin bertarâf edilmesine bir başka misaldir:
Yûnus Emre Hazretleri; Taptuk dergâhına samimiyetle mürid oldu. O kapıda senelerce dergâha odun getirme vazifesini deruhte etti. Hiç yüksünmeden yaptığı bu hizmette; «Bu dergâha odunun dahî eğrisi giremez!» inceliği içerisinde, kalem gibi odunlar getirirdi.
Yûnus Emre, bir anlık gafletle bir gün dergâhı terk etti. Sonra bin pişman olarak tekrar o kapıya geldi ve başını Taptuk Hazretleri’nin eşiğine koydu. Eşik imtihanından geçince, üstâdının; «Bizim Yûnus» diyerek hüsn-i kabul göstermesiyle, yeniden mânevî yolculuğuna dönebildi.
Sonunda benlikten tamamen kurtulan gönlü, mânâ ummânı oldu. Dili çözüldü. O gönülden dökülen hakikat incileri; yedi asırdır, hidâyet nurları saçmakta…
Onlar da benlikten kurtulma imtihanında zorlandılar. Fakat Allâh’ın izniyle, nefsin üstesinden geldiler. Yenilseler idi; ulaştıkları mârifetullah seviyesine ulaşamayıp, tarihin akışı içinde yok olacaklardı.
Bahâeddin Nakşibend -kuddise sirruhû- Hazretleri de intisâbının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı olan «hiçlik» hâline ulaşmak için üstâdı Emir Külâl Hazretleri’nin işaretiyle;
- Yıllarca yaralı hayvanlara,
- Yıllarca hasta ve muzdarip insanlara hizmet etmiş,
- Yıllarca da insanların geçeceği yolları temizleyerek senelerce kâbına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır. Kendisi de; mâneviyat yolunda katettiği merhalelere, ancak hiçliği tâlim ettiren bu hizmetler sayesinde eriştiğini ifade etmiştir.
Necip Fâzıl o Hak dostlarının hiçlik hâlini şu mısralarla anlatır:
O erler ki, gönül fezâsındalar,
Toprakta sürünme ezâsındalar…
Yıldızları tesbih tesbih çeker de,
Namazda arka saf hizâsındalar…
Yani;
Hak dostları, gönülleri itibarıyla müthiş bir aşk ile ilk safta ne ulvî mesafeler alırken, nefisleri itibarıyla ise dâimâ en arka safın hiçliği içinde yaşarlar.
Bu husustaki misaller saymakla bitmez.
Demek ki;
Îmânın kemâline varmak isteyen, mâneviyat yolunda mesafe almayı arzu eden sâlikin; bu yolda en başta, enâniyeti, yani benliğindeki gurur ve kibri bertarâf etmesi zarûrîdir. Gurur ve kibirle Hak yolculuğu mümkün değildir!
Zira kibir ve gurur, Cenâb-ı Hakk’ın Kibriyâ sıfatına ortak olmaya kalkışmaktır. Tevhîdin ise şirke ve ortağa tahammülü yoktur. Bu yüzden kibrin ve gururun yeri, ancak cehennemdir. Çünkü o, ateşle temizlenir.
HİÇLİĞİNİN ÂRİFİ MÂNÂ SULTANI
Tefekkür edilirse; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in Mekke devrinde yaşadığı onca incitici hakarete ve mütecâviz hücuma karşı, risâletini tebliğ vazifesini hakkıyla edâ edebilmek için sabır ve tahammül göstermesi de tasavvufî mânâda, Cenâb-ı Hakk’ın O’na tâlim buyurduğu veçhile varlıktan vazgeçme, yani bir hiçlik terbiyesidir.
Beşeriyetin en yücesi, peygamberler sultanı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; tevâzu ve mahviyette de zirveydi. O, aynı zamanda hiçlik sultanıydı.
Mekke’nin fethi günü; bir Mekkeli, Efendimiz’in yanına titreyerek yaklaştı. Çünkü muzaffer bir kumandanın huzûruna geldiği için büyük bir heyecan duyuyordu;
“‒Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı telkin buyurunuz!” derken âdetâ dişleri birbirine vuruyordu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hemşehrisine sükûnet telkin etmek için kendini şu mütevâzı ifadelerle takdim etti:
“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hükümdar değilim. (Muhtereme vâlidelerini kast ederek) Kureyş’ten güneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..” (İbn-i Mâce, Et‘ime, 30)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir zaman övünmezlerdi. Ancak Huneyn’de olduğu gibi, kendine ait sıfatları dile getirme zarureti olunca; Allâh’ın kendi üzerindeki nimetlerini sayar ve;
“Lâ fahre: Övünmek yok!” diyerek büyük bir tevâzua bürünürlerdi. (Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281)
Ashâb-ı kiram da Efendimiz’in tevâzuunu yaşadılar ve yaşattılar.
Hazret-i Ebûbekir, bir hizmet olarak komşusu olan yetim kızların keçilerini sağardı. Halîfe olduktan sonra da, hâlini değiştirmedi, bu hizmeti terk etmedi.
Yabancı elçiler, ziyarete geldiklerinde Hazret-i Ömer’in halîfe olduğunu kisvesinden anlayamayınca şaşırıp kalırlardı.
Bir gün kaçan develeri yakalamaya koşan halîfeye;
“–Bu işi bir köleye emretsen?” dediler.
O ise;
“–Benden iyi köle mi var?” diye cevap verdi.
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh- İslâm ordularının kumandanıydı ve Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla zaferden zafere koşuyordu. Ancak halk arasında;
“Başımızda Hâlid olduğu için kazanıyoruz.” şeklinde yanlış bir telâkki meydana geldi. Bu düşünceyi çok mahzurlu bulan halîfe Hazret-i Ömer; bir mektup ile, kumandanlığa Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallâhu anh-’ı getirdi ve Hazret-i Hâlid’i onun yardımcısı yaptı.
Hâlid bin Velid -radıyallâhu anh-, mektubu alınca, hiçbir menfî hisse kapılmasızın;
“Başım gözüm üzerine!” dedi ve Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallâhu anh-’ın kumandasında hizmete devam etti.
Ashabdan Hazret-i Selmân, Medâin şehrinde vali idi. Halktan biri onu hamal zannedip;
“–Şu yükü yüklen!” dedi, o da sırtına alıp istediği yere kadar taşıdı. Etraftan görenler îkāz edip;
“–O, şehrimizin valisidir.” deyince, adam mahcup olup, yükü indirmek istedi. Lâkin Hazret-i Selman -radıyallâhu anh-, istenen yere kadar vazifeyi tamamladı.
Başka bir gün Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-’a iki kişi selâm vererek;
“–Sen Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sahâbîsi misin?” diye sormuşlardı.
O da mahviyetle;
“–Bilmiyorum.” dedi. Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye tereddüt ettiler.
Selman -radıyallâhu anh- sözlerindeki sırrı şöyle açıkladı:
“–Ben Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördüm, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlü’nün asıl sahâbîsi, O’nunla birlikte cennete girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)
Bunlar hep benliği bertarâf etmiş ve mânevî kemâlâta erişmiş ruhların müstesnâ misalleridir.
Benlikten kurtulamamanın ise âkıbeti fecîdir.
KİBRİN SONU CEHENNEM!
Nefs-i emmârenin en çirkin, menfî vasfı; gurur ve kibirdir. Nefs-i emmârenin zebûnu olan kişi; gurur ve kibrin en süflî derekesine varır, aygırlaşır, firavunlaşır, hattâ ilâhlık iddiâ eder. Bu hâlin en çirkin misallerinden biri olan bedbaht Firavun; “Ben sizin en yüce rabbinizim!” diyecek kadar azgınlaşmıştı!.. (bkz. en-Nâziât, 24) Dünyada denizin, âhirette de cehennemin dibini boyladı!..
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler, kalpteki kibrin cennete girmeye mâni olduğunu ilân etmektedir.
Rabbimiz buyurur:
“İşte âhiret yurdu! Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuk yapmayı istemeyenlere nasîb ederiz. Sonunda kazançlı çıkanlar, fenalıktan sakınanlardır.” (el-Kasas, 83)
Fahr-i Kâinât Efendimiz buyurur:
“Kalbinde hardal tanesi kadar îmân olan hiçbir kimse, cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hiçbir kimse de cennete giremez.” (Müslim, Îmân, 148-149)
Bu hadîs-i şerîfi, dînimizin esasları istikametinde telâkki etmemiz îcâb eder. Bu sebeple; zerre kadar îmâna güvenerek, takvâdan uzaklaşmak, şeytanın aldatmacasına kapılmak olur.
Çünkü Cenâb-ı Hak buyurur:
“İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece; «Îmân ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?”
Andolsun ki, Biz onlardan öncekileri de imtihandan geçirmişizdir. Elbette Allah; (îmânında) sâdıkları ortaya çıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)
Kalpte var olup da insanı cehennemden koruyacak bir îman, kâmil bir îmandır. Sâlih amellerle tescil edilen, takvâ ile zâhir olan ve son nefese kadar, zaafa uğramadan korunabilen, cevher vasfında bir îmandır.
Buna mukabil, cennete girmeye mâni olan kibir de, Allâh’a ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı olan kibirdir. «İbâdullâh»a yapılan kibir ise, kalpte derinleşerek, bu tehlikeli derekeye götürebilir.
Zira âyet-i kerîmede buyurulur:
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍۙ
“Arkadan çekiştirmeyi, yüze karşı eğlenmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (Hümeze, 1)
Kibrin âkıbeti korkunçtur, cennetten uzaklaşmak ve cehenneme yaklaşmaktır. Çünkü kibir, hakikati reddetmektir.
HAKKI İNKÂR
Bâtınî haramlar husûsunda dikkat edilecek bir husus da, bunları teşhis ve tespitte ölçünün kalp olmasıdır. Nitekim ashabdan biri;
“−Yâ Rasûlâllah! İnsan elbisesinin ve ayakkabısının güzel olmasını istemez mi?” deyince, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu karşılığı vermişlerdir:
“−Şüphesiz ki Allah güzeldir; güzelliği sever. Kibir (ise nimetleri kendinden bilerek) hakkı inkâr etmek ve insanları küçük görmektir.” (Müslim, Îmân, 147; Tirmizî, Birr, 61)
Vakar, heybet, kılık-kıyafette tertip ve nizam gibi özü itibarıyla güzel olan hasletleri; gurur ve kibirle karıştırmamak îcâb eder. Bilhassa ahlâkî kıstasları; başkaları hakkında sû-i zanda bulunmak için değil, kendi nefsimizi muhasebe ve kalbimizi murakabede kullanmamız en doğrusudur.
Hazret-i Mevlânâ, kibrin mâneviyat yolunda engel oluşuna bir başka pencere açar. Kibir; insanın kendi kusurlarını görüp, onları ıslah etme yoluna girmesine mâni olur. Mevlânâ Hazretleri şöyle anlatır:
“Allah, (kusurlarını itiraf edip onları düzeltmek yolunda mâni olan) ar ve insanlardan utanma duygusunu yüz batman ağırlığında bir demir bukağı (pranga) hâline koymuştur. Nice kişiler bu görünmez bağa bağlanıp kalmışlardır.
Kibir ile inkâr, Hak yolunu öyle bir bağlamıştır ki, kibre ve küfre dûçâr olanlar, açıkça ah bile edemez. (Derdini itiraf edemeyen derman bulamaz.)”
“Cenâb-ı Hak buyurdu ki:
«Çünkü Biz; o kâfirlerin boyunlarına bağlar geçirmişiz ki, bunlar çenelerine dayanmıştır da başları yukarı kalkık bulunuyorlar. (Artık hak tarafına başlarını çevirip de boyun eğmezler.)» (Yâsîn, 8)
Bu zincirler; bizzat insanın kendindendir, kendi içindendir. Hâriçten vurulmuş da değildir. Yine Rabbimiz;
«Önlerinden bir set ve arkalarından bir set çektik de onları kapattık, artık göremezler.» (Yâsîn, 9) diye buyurdu. Bu kibirli vaziyete düşen, önündeki, ardındaki engeli göremez.”
Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birini teşkil eden kıssaları okuduğumuzda görüyoruz ki; Âd ve Semûdlar, Firavun ve Nemrutlar gibi niceleri, hep kibirleri yüzünden hakikate vâsıl ve hidâyete nâil olamamışlardır.
Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Nice kâfirler var ki, din sevdasına düşmüşlerdir. Gerçek dîni neredeyse bulacak gibi olmuşlardır. Fakat insanlardan utanmak, kibir, şu ve bu onlara bağ olmuştur. Bu gizli bir bağdır ama, demirden de beter ve kuvvetlidir.”
Demek ki, «ben» iddiâsı, mânevî yolun bir nevî kanseridir. İblis; meleklerin hocası iken, bu benliği yüzünden ebedî hüsrâna dûçâr olmuştur.
Tasavvufta bu sebeple nefsin varlığı, hakikate vuslatın önündeki en büyük engel olarak görülmüş ve bütün gayretler onu bertarâf etmeye sevk edilmiştir. Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri der:
Gel bu nefsin zulmetinin tozunu sür aradan,
Kande baksan gözlerine görüne ol Yaradan.
“Nefs karanlıklarının tozlarını aradan kaldır ki, nereye bakarsan gözlerine Rabbinin nûru görünsün.”
Benliği aradan çıkarmadan vuslat mümkün değildir.
«BEN!» ÖYLE Mİ?
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; ashâbına benlikten uzak durmayı, tevâzu ve hiçliğe bürünmeyi tâlim buyurdu. Her fırsatta bunu ifade edişinin güzel bir misâlini Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Bir gün, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim ve kapısını çaldım. Rasûl-i Ekrem Efendimiz;
“–Kim o?” diye sordular.
“–Benim!” diye cevap verdim.
Bunun üzerine Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“–Ben, ben! (Öyle mi?!.)” diye tekrar etti. Galiba bu cevabımdan hoşlanmamıştı. (Buhârî, İsti’zân, 17)
Hazret-i Mevlânâ, bu kıssayı edebî ve tasavvufî bir lisan ile şerh ederek şöyle ifade etmiştir:
“Birisi geldi, bir dostun kapısını çaldı. Dostu içeriden;
«–Ey güvenilir kişi, kimsin?» diye seslendi.
Kapıyı çalan;
«–Benim.» deyince, dostu;
«–Öyleyse git! Senin için henüz içeri girme zamanı değildir. Böyle bir mânevî nimetler sofrasında ham kişinin yeri yoktur.» dedi.
Ham kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, ikiyüzlülükten onu ne kurtarabilir?
O zavallı adam kapıdan döndü, tam bir sene yollara düştü, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık âşık, ayrılık ateşi ile pişerek döndü geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir söz çıkmasın diye, bin bir endişe içinde ve yüzlerce defa edep gözeterek kapının halkasını yavaşça vurdu. Dostu içeriden;
«–Kapıyı çalan kimdir?» diye seslendi.
Adam;
«–Ey gönlümü almış olan! Kapıdaki de sensin.» cevabını verdi.
Dostu;
«–Mademki şimdi «sen» «ben»sin. Ey «ben» olan, «ben»den ibaret olan, haydi gir içeri! Bu ev dardır; bu evde, iki «ben»i alacak yer yoktur. İğneden geçirilecek bir iplik, ayrılır da iki iplik olursa, yani ucu çatallaşırsa iğneden geçmez. Mademki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden geç!» dedi.”
İnsan nefsinin karanlıklarından nasıl arınabilir?
Elbette benlikten kurtulup kulluk ve hiçlik şuuruyla Rabbine yönelerek…
Gaflet içindeki insan; hayatın bin bir gāilesi içinde âdetâ yuvarlanırken, durup da kendine böyle bir çekidüzen vermekte zorluk yaşar. Erteler. Fırsat arar bulamaz. Tam toparlanacak iken, bir şeytan çelmesiyle tekrar yıkılır.
HAK’TAN YARDIM MEVSİMİ
Fakat Rahmân ve Rahîm olan Cenâb-ı Hak; kullarının imdâdına yetişmiş ve çeşitli zaman dilimleri içinde, hulûlüyle müşerref olduğumuz üç aylar gibi; «lütuf zamanları» takdir etmiştir. İmtihan dünyasında, kullarına âdetâ âhireti hatırlatıcı, duygulu, rûhânî davetiyeler göndermiştir.
Bu mânâda;
Üç aylar; nefsin enâniyetinden, gurur ve kibrinden de arınma mevsimidir.
Çeşitli meslek erbapları; zaman zaman seminerler yaparlar, kamplara çekilirler. O günler boyunca, başka işlerini bir kenara bırakırlar. Böylece hayatın günlük akışı içinde fırsat bulamadıkları hususlara teksif olur; okur, dinler ve öğrenirler. Kendilerini tazelerler.
Sporcular için de mühim bir müsabakadan evvel, kamp tertip edilir ve ihtilâttan men kararı alınır. Böylece kuvvet ve gayretlerinin teksif olması, alâkalarının hayhuya dağılmaması temin edilmiş olur.
Ebediyet yolcusu olan mü’minler de ibâdet hayatları için, böyle zaman dilimlerine ihtiyaç duyarlar. Mübârek zamanlar; heyecanları tazeler, iştiyâkı artırır, cemiyette meydana gelen müşterek hissiyat ile, kulluk hayatında yeniden bir intizam sağlanmış olur.
Rabbimiz, bizlerden sadece üç aylarda değil her zaman kulluk istemektedir. Lâkin kullarına, böyle mânevî kamp ve teksif zamanları lutfederek; onları bütün hayatlarını takvâ şuuruna yükseltmeleri için yardımda bulunmaktadır.
Aksi takdirde; üç aylardan sonra terk etmek düşüncesiyle, sadece üç aylarda birkaç sâlih amel işlemenin pek bir faydası olmaz.
Zâhirî ve bâtınî haramları da sadece üç aylarda terk etmek de edeben güzel olsa da asla kâfî değildir. Takvâyı ömre yaymak, bütün hayatı Allâh’ın istediği istikamette tanzim etmek, kulluğun muktezâsıdır.
Hazret-i Mevlânâ ibâdetlerin mânevî özünü idrâk etmenin ehemmiyetini ifade sadedinde şöyle der:
“Hacca gidenler, orada Kâbe’nin sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra Kâbe’yi her yerde bulabilirler.”
Bu ifadeyi şöyle genişletebiliriz:
Üç ayları ve bilhassa Ramazân-ı şerîfi idrâk edenler, O’nu ikrâm eden Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına erişirlerse; onlara yaşadıkları her zaman dilimi, Ramazân-ı şerif gibi, rahmet ve bereket, feyiz ve rûhâniyet dolu olur.
Namazı huşû ile kılanlar; eğer bedenleriyle kıbleye yöneldikleri gibi, kalpleriyle de Hakk’a teveccüh edebilirlerse, namazlarının dışında da dâimâ zikr-i ilâhî içinde yaşarlar.
Yâ Rab lutfeyle!..
Yâ Rabbî!.. Bizleri, zâhirî ve bâtınî (açık ve gizli) emirlerini yerine getirenlerden eyle!.. Kalplerimizi kibir ve gurur gibi çirkin ve âkıbeti hazin duygulardan temizle!.. Îman, ihlâs, sıdk ve tevâzu gibi güzel hasletlerle bizleri tezyîn eyle!..
Âmîn!..