DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
SAHURDAN SEHERE PROGRAMI ÖZEL MÜLÂKÂTI
Erkam Radyomuz’un çok değerli dinleyicileri!
Gönül frekansımızdan gönüllerinize seslenmek istiyoruz bu “Sahurdan Sehere” programında. Her programda olduğu gibi bu programımızda da çok değerli bir misafirimiz var. Muhterem üstâdımız Osman Nuri Topbaş Hocamız. Onunla sohbet yaparak Ramazan’a daha derinlikli, daha dikkatli, daha rikkatli girmemiz gerektiği konusunda kendilerinden nasihatler lûtfetmesini istirham edeceğiz.
Estağfirullah.
Efendim hoş geldiniz.
Teşekkür ederiz.
Benim esas sormak istediğim soru şu Efendim; bugün türedi bazı güya hoca kimliği altında, kılığı altında çıkan insanlar var. Ve bunlar maalesef bu kutsallık kavramını yıkmaya çalışıyorlar. Yani Kur’ân-ı Kerîm sıradan bir kitap, Peygamber sıradan bir adam gibi…
Hafazanallah!..
Hâlbuki Kur’ân-ı Kerîm’in bizzat kendisi; “فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ اِنَّكَ بِالْوَادِ الْمُقَدَّسِ طُوًى ” buyuruyor Cenâb-ı Hak Hazret-i Mûsâ’ya. “…Nalinlerini çıkar, şu anda sen, mukaddes bir vâdide bulunuyorsun.” (Tâhâ, 12)
Eğer biz, kutsal kavramının Türkçe karşılığını ararsak Arapça’da, bunun en güzel karşılığı “mukaddes”tir. Kur’ân-ı Kerîm’de mevcut. Ve mekânın kutsallığına burada işaret var. Öbür taraftan İsrâ Sûresi’nde de:
“Biz Habîbimiz’i bir gece ansızın Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya geceleyin yürüttük.” Niye yürüttük?
بَارَكْنَا حَوْلَهُ لِنُرِيَهُ مِنْ اٰيَاتِنَا
“Etrâfını kutsal kıldığımız mekânları kendisine göstermek için.” (Bkz. el-İsrâ, 1)
Orada da kutsal kavramı. Bir mübârek kavramı var, bir de kutsal kavramı var.
Ramazan’ın kutsallığı, mukaddesliği nereden geliyor? Ve bu konuda bizim kul olarak nelere dikkat etmemiz lâzım? Lûtfederseniz…
Estağfirullah efendim.
Bir defa baştan, Ramazân-ı Şerîf, Cenâb-ı Hakk’ın bir lûtfu, büyük bir lûtuf.
Elhamdülillâh.
Kutsallığı, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Ramazân-ı Şerîf’in ithâfı. Büyük bir mükâfat. Müslümanlar için büyük bir mükâfat mevsimi. Günahlardan kurtulma mevsimi. Hakk’a yaklaşma mevsimi. Affın ve ilâhî rahmetin tuğyan hâlinde olduğu bir ay. Bu da Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e, ümmetine büyük bir lûtuf.
Esas olan, Kur’ân-ı Kerîm.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâil vâsıtasıyla indirdi. Cebrail bütün meleklerin üstünü oldu.
Kur’ân-ı Kerîm Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e indi. Rasûlullah Efendimiz geçmiş bütün peygamberlerin seyyidi oldu.
Kur’ân-ı Kerîm ümmet-i Muhammed’e indi, ümmet-i Muhammed bir rahmet ümmeti, ümmet-i merhûme oldu.
Kur’ân-ı Kerîm Ramazân-ı Şerîf’te indi. Ramazân-ı Şerîf diğer on iki ay içinde kutsal bir ay oldu.
İlk iniş, Ramazân-ı Şerîf’te, Kadir Gecesi’nde Kur’ân-ı Kerîm indi. Kadir gecesi, en kutsal bir gece oldu. Ve bin aydan daha öteye Cenâb-ı Hak bir lûtuf ve bir mükâfât ihsan edeceği bir gün oldu. Cenâb-ı Hak o günde melekleri indirecek, o melekler ümmete duâ edecekler ve Cebrâil de inecek.
Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf, Rabbimiz’in ümmet-i Muhammed’e büyük bir, kudsî bir ayı olmuş oluyor.
O zaman Efendim, Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz’in o bakırı altına çeviren keskin nazarı gibi, indiği her yere büyük bir lûtuf, yücelik kazandırmış, hüviyet indirmiş.
Rahmet, rahmet…
Dolayısıyla bu Ramazan’da da bizim kul olarak Cenâb-ı Hakk’a lâyık kul, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a lâyık ümmet olabilmek için, şu Ramazan ikliminden istifade ederek Kur’ân-ı Kerîm’i gönüllerimize indirmenin yollarına bakmalıyız.
Tabi. Yani Kur’ân-ı Kerîm’le hâllenmenin bir mevsimi olmuş oluyor.
Evet.
Efendim, nasıl ticaret erbâbı seminerler yapar, ticârî hayatını daha öteye götürmek için; sporcular antrenmanları artar…
Kampa girerler.
Kampa girerler. Kendilerine ihtilâttan men kararı alırlar. Ramazân-ı Şerîf de bizler için mânevî hayatta mesafeler alabilme, Cenâb-ı Hakk’a kullukta yaklaşabilme… Çünkü Cenâb-ı Hak:
“…Ben (size) çok yakınım…” (el-Bakara, 186) buyuruyor. Kulunun da kendisine yakın olmasını istiyor.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Cenâb-ı Hak:
وَمَا اَرْسَلْنَاكَ اِلَّا رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ
(“(Rasûlüm!) Biz Sen’i âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.” [el-Enbiyâ, 107]) buyuruyor. Bütün âlemlere rahmet. O’nun ümmeti de bir rahmet ümmeti, mü’minler de -inşâallah- bir, bu rahmet mevsiminde, bir rahmet insanı olacak.
İnşâallah.
Tabi rahmet insanının fârikaları var. İnşaallah bu Ramazân-ı Şerîf’te bunu daha da öteye kazanırız.
Bu rahmet, tefekkür dünyasına yansıyacak:
Yani kalp, rûhânî vitrinler seyredecek, şeytânî vitrinlerden kendini koruyacak. İlâhî azamet, ilâhî kudret akışlarını tefekkür edecek. Tabi bu, kalbin de mesâfe almasına bağlı. Bu da Ramazân-ı Şerîf’te kalp böyle mesafe alacak.
İbadetlere yansıyacak:
Kalp ve beden âhengi içinde ibadetler olacak. Rûha bir vitamin olacak ibadetler.
Gönle yansıyacak:
Gönül; bütün, insan, mahlûkâtı içine alan bir dergâh hâline gelecek. Kardeşinin sevinciyle sevinecek, kardeşinin derdiyle dertlenecek.
Dile yansıyacak:
Nezâket, zarâfet ve tatlı bir lisânı olacak. Girdiği her mekânda huzur tevzî edecek.
Göze yansıyacak bir rahmet:
Göz, haramlardan korunacak, rûhânî vitrinlerden feyz alacak.
Bu, ele yansıyacak:
Cömert olacak.
Rasûlullah Efendimiz:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96]) buyuruyor.
Ashâb-ı kirâm; “Bizi en çok sevindiren, bu hadîs-i şerîf oldu.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Birr, 163/2639; Buhârî, Fadâilu’s-Sahâbe, Menâkıbu Ömer Bâbı)
Rasûlullah Efendimiz’e her hâliyle benzemeye gayret ettiler. Meselâ Efendimiz’in cömertliği, Efendimiz’den in’ikâs ashâb-ı kirâma.
Âişe Vâlidemiz buyuruyor ki:
Bize ganimetler gelirdi. (Ne kadar miktarı? Beşte bir ganimetler. Yani odaları almayacak kadar ganimetler.) Hediyeler gelirdi. Fakat bizim evimizde üç gün sıcak yemek pişmezdi. Allah Rasûlü dağıtmaktan, merhametinden o kadar zevk alırdı ki, kendi açlığını bile unuturdu. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)
Biz de… Tabi bu, çok, yıldızlardaki bir ölçü. Biz bunun ne kadar zeminine yaklaşabilirsek, bilhassa Ramazân-ı Şerîf’te. Çünkü Ramazân-ı Şerîf’te nefsânî hayat asgarîye iniyor, rûhânî hayat, rûhânî duygular, artmış oluyor. Mesâfe katetmiş oluyor.
Zirve yapmış oluyor.
Evet. Bu, mala yansıyacak:
İnsan, malını düşünecek. “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” : “Mal, Allâh’a ait” diyecek. Bana Allah bunu emânet olarak verdi diyecek. Emâneti yerine getirmeye gayret edecek. Helâlden kazanacak. Tabi helâlden kazanınca, mutlakâ bu helâle gidecek. Kazancına dikkat edecek.
Şahsiyetine yansıyacak:
“El-emîn, es-sâdık” olacak. En doğru insan olacak. Emr-i bi’l-mârûf, bu hâliyle, bu gönül iklimiyle emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunacak. Hâliyle-kāliyle İslâm’ı yaşayacak.
Velhâsıl Ramazân-ı Şerîf, böyle bir rahmet ayı. Ve bir mü’min de rahmet insanı olacak.
Melek hasletli bir insan olacak.
Melek hasletli bir insan olacak.
Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:
“Ramazan geldi. Artık maddî yiyeceklerden elini çek ki sana gökten mânevî rızıklar gelsin.”
Yani rûhâniyet artacak. Duygular artacak. Sırlar kalbe inecek.
“Bu ay, gönül sofralarının kurulduğu aydır. Gönlün, bedenin hatalarından kurtulduğu aydır. Gönüllerin aşk ve îman ile dolduğu aydır.”
Bir de orucu, Mevlânâ Hazretleri mecâzen orucu konuşturur:
“Oruç der ki: «‒Bu mü’min kulun Sen’in emrine itaat etmek için helâl lokmayı bile asgarîye indirdi. Bir riyâzat hâli oldu. Susuzken su içmedi, açken yemedi. Bu mü’min nasıl olur da harama el uzatabilir?»”
Demek ki burada bir rûhâniyeti artırma, ziyâdeleştirme mevsimi olmuş oluyor.
Efendim, yine Hazret-i Pir diyor ki:
“Sen diyor, ne kadar çok yersen, yediklerin toprak mahsulü olduğu için onlar seni aşağıya doğru çeker, balçığa doğru çeker. Hâlbuki gönül dünyana doğru ilerlemeye çalışırsan, rûhânî hayat gökyüzünün merdivenidir. Seni Rabbânî yolculuklara çıkarır.”
Yaa, evet.
İnşâallah Rabbim böyle bir orucu, hem bize hem bütün dinleyicilerimize nasîb etsin.
Âmîn. Çünkü orucun… Tabi her ibadet, bir vitamin. Oruç da bir vitamin.
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ buyruluyor. “…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)
Burada tabi sırf midenin orucu değil. Zâhirî, midenin orucu. Fakat bir de bâtınî tarafı var. Bu, gözüne oruç; gözünü koruyacaksın. Kulağına oruç; dedikodu, gıybet vs. kulağını uzaklaştıracaksın. Diline oruç; Efendimiz; “Ya sus veya hayır söyle!” buyuruyor. (Müslim, Îmân, 77)
Yani bu şekilde bir oruç, ayrı bir güzellik, ayrı bir letâfet, ayrı bir zarâfet ihsân edecek -inşâallah-.
Efendim, oruçla “urûc” arasında bir bağlantı düşünebilir miyiz? Bazıları diyor ki bu Farsça’da rûz’dan gelmiştir, rûzçe’den gelmiştir filân diyorlar ama bana o biraz daha uzak gibi geliyor. Hâlbuki oruç ve urûc. Nasıl namaz mü’minin mîrâcı ise, oruç da bize mîrâcı yaşatan bir ibadet gibi geliyor. O yüzden oruç denmiş herhâlde.
Efendim, şundan tabi urûc, bir defa kendin aç kaldığın için, aç kalanların derdini daha iyi anlarsın.
Empati yapıyor.
Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-’a dediler ki:
“‒Senin arkanda hazineler var, aç olarak dolaşıyorsun.”
O da dedi ki:
“‒Ben aç olarak dolaşmamın sebebi, açların hâlinden anlayayım.”
Demek ki orucun bize en faydalı hususiyetlerinden biri de açlığımız dolayısıyla açları anlayabilmek. Suriye’deki mazlumları anlayabilmek. Afrika’daki mazlumları anlayabilmek. Kendimizi oburluktan koruyabilmek ve lüksten koruyabilmek.
Yani Cenâb-ı Hakk’ın bize olan nîmetlerini tefekkür etmek diğer zamanda. Çünkü Cenâb-ı Hak:
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor. Bu da çok geniş…
Zekât kırkta birdir. Ucu bunun, ucu sonsuzdur, sonsuza gider, infaktır. İşte sahâbî bu infâkı yerine getirmek için, Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti, emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunmak için.
İnfak; mal, mülk, zihin, Allâh’ın verdiği kâbiliyet… Hepsini Cenâb-ı Hak yolunda kullanabilmek. Böyle mü’min kemâle erecek.
Cenâb-ı Hak:
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92]) Sevdiklerinizden vermedikçe birre, Rabbe yaklaşamazsınız buyuruyor.
Oruç, böyle bir duyguları derinleştirecek bir ibadet.
Namaz ayrı. Namaz, büyük bir huzur. Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19)
Cenâb-ı Hak huzûruna davet ediyor. Bir fânî davet etmiyor, Cenâb-ı Hak davet ediyor.
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor.
Mevlânâ’nın bu hususta güzel bir ifadesi var:
“Kıldığın namaz, sana çobanlık eder diyor. Seni kötülükten, kurtlardan kurtarır.”
Kurtlar nedir? Allah’tan uzaklaştırıcı hâller, günahlar.
Çünkü, zira gerçek “…namaz fahşâdan, münkerden men eder…” (el-Ankebût, 45) buyruluyor.
Demek ki Ramazân-ı Şerîf’te namaza çok ehemmiyet vermemiz lâzım. Huşû ile namaz kılmaya dikkat etmemiz lâzım. Yani namazın bir zâhirî tarafı varsa; abdest, tahâret vs… Bir de rûhânî tarafı vardır. Rûhânî tarafını da çok… Yani Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın bir kudsiyetini yaşayabilmektir.
İnşâallah.
İnşâallah. Yine Mevlânâ devam ediyor:
“Verdiğin zekât diyor, kesene bekçilik eder diyor. (Bir noktada mânevî sigorta.) Onu korur. Altın zekât vermekle hiç eksilmez, aksine fazlalaşır, artar.”
Cenâb-ı Hak bir bereket ihsan etmiş oluyor.
Tabi burada zât-ı âlînizin işaret buyurduğu konu, nîmetleri hatırlamak. Vedduhâ Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:
وَاَمَّا بِنِعْمَةِ رَبِّكَ فَحَدِّثْ
(Ve Rabbinin nîmetini minnet ve şükranla an.” [ed-Duhâ, 11])
Hattâ Nakşibendî geleneğinde, sofranın bir âdâbı var, sünneti var, bir de râbıtası var. Âdâbı, işte elimizi-yüzümüzü bir yıkarız, besmeleyle başlarız, yine üçte birini boş bırakarak midenin kalkarız, elhamdülillah deriz, duâmızı yaparız. Sonra da elimizi-yüzümüzü yıkarız. Bu, sünneti zâten. Ama râbıtasının iki şartı var diyorlar.
Bir: Sofrada gördüğünüz her nîmet, size Mün’im-i Hakîkî’yi hatırlatacak. Tuz da, karabiber de, efendim, kekik de, acı biber de, hepsi de. Sofrada gördüğümüz her nîmette Cenâb-ı Hakk’ı görmek.
İkincisi de; size sunulan sofradaki nîmetlere lâyık olmadığınızın aczini ve hiçliğini duyarak yemek.
Şimdi ben bakıyorum, insanlar gittiği her yerde kendisine ikram edilen nîmetlerin, yemeklerin eksiğini bulmaya çalışıyor. Hâlbuki bizim görevimiz, oradaki bir tutam tuza bile lâyık mıyız acaba? Cenâb-ı Hakk’ın bize verdiği lûtuflar karşısında bizim kendisine yaptığımız kulluk, ne kadar acaba görevimizi yerine getirdiğimizi bize düşündürüyor? O yüzden, tabi Ramazan ikliminde buyurduğunuz esas, Cenâb-ı Hakk’ın nîmetlerini tahdis.
İnsan hastalandığı zaman daha çok Allâh’a yönelir. Aç olduğu zaman Allâh’a yönelir. Ama hastalıktan ifâkat buldu mu, tekrar eski kötü alışkanlıklarına avdet ediyor. Ama bu Ramazan’da hiç olmazsa bu ibadet şuuru ve duygusu içinde, zaafımızdan yararlanarak Allâh’a yönelişimizi artırabilirsek, herhâlde çok daha güzel olur.
Benim sormak istediğim soru da -lûtfederseniz- “ihyâ-i leyâl”. Tabi tasavvufta çok önemli bir şey. İslâm’da da önemli bir şey. Cenâb-ı Hak yüce Peygamber’ine bile; “Kalk, gecenin üçte ikisini, yarısından fazlasını, yarısını, hiç olmazsa üçte birini ihyâ et.” (Bkz. el-Müzzemmil, 2-3)
Bu anlamda sahur, efendim, seher… Yani sahurun bir gönül aydınlığına vesîle olması gerekir. Bu gecelerin ihyâsıyla ilgili neler söyleyebiliriz Efendim?
Efendim, ben baştan, “tefekkür” dediniz. Yani besmeleyle başlayacaksın, Allâh’ın nîmetlerini, ihsânını düşüneceksin, yerken de tefekkür edeceksin. Bu, çok mühim bir hususiyet bu. Kul tefekkür edecek ki Cenâb-ı Hak her an milyarlarca sofra hazırlanıyor. Karıncaya ayrı sofra, deveye ayrı sofra, yılana ayrı sofra, insana ayrı sofra…
Fakat insanın sofrası, misli misli diğer mahlûkâtın sofrasıyla kābil-i kıyas değil. Cenâb-ı Hak “el-Bârî, el-Musavvir” sıfatı, hayvanları halkediyor, insana hizmet için. Etini yiyoruz, sütünü içiyoruz, derisini kullanıyoruz. O hayvan bizim için yaratıldı.
Demek ki Cenâb-ı Hakk’ın burada bir lûtfu düşünülecek. Toprağa bakacaksın. Toprak terkibinden dört mevsimde ayrı ayrı çiçekler, ayrı ayrı meyveler, ayrı ayrı manzaralar Cenâb-ı Hak ihsan ediyor.
Yani bir buket getirene, “beni hatırladı” diyorsun, teşekkür ediyorsun. Bir bardak su ikram edene teşekkür ediyorsun. Peki bunları halkeden Cenâb-ı Hakk’a nasıl teşekkür edeceğiz?
Demek ki şükür, esasında, verdiği nîmetin bedelini ödeyebilmek. Onun için ehlûllah, besmeleyle başlayabilmek, tefekkürle yiyebilmek.
Ve tabi tıka basa da, diğer mahlûkat gibi doyurmamak. Ondan sonra, üçüncü merhalede, bir hamdeleyle bitirmek. Lâyık olmadığımız hâlde Cenâb-ı Hak lûtfediyor. Bu tefekkürün hayatımızın her safhasına aksetmesi lâzım.
Cenâb-ı Hak “وَالشَّمْسِ” buyuruyor. (Bkz. eş-Şems, 1)
Bir Güneş’e baktığımız zaman, ne dehşetli bir lamba, ne dehşetli bir soba. Bütün kâinâtı ısıtıyor, ışığını veriyor. Bir ârıza yapmıyor. En modern bir vâsıta bile, bir müddet sonra ârıza veriyor. Bir uçağa biniyorsun, biner binmez anons ediyorlar; eğer oksijen düşerse maskeler gelecek diye. Hiç kimse fakat, ilâhî irâdeye inanç hâlinde, hiç kimse oksijen tüpüyle dolaşmıyor. Yarın havanın yüzde yirmi bir oksijeni yüzde on beşe düşerse, buradan oksijen alırım, diye düşünmüyor. Yani ilâhî ekolojik dengeye bir îtimad hâlinde.
Velhâsıl bu Ramazân-ı Şerîf’te tefekkürde daha fazla bir derinleşebilmek. Bir de Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nîmetlerin bedelini ödeyebilmek.
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
(“Sonra o gün, nîmetlerden mutlakâ hesaba çekileceksiniz?” [et-Tekâsür, 8])
Zekâtı biliyoruz, kırkta bir. Fakat Allâh’ın bize verdiği güç ne kadar, imkân ne kadar? Cenâb-ı Hak;
مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ
(“…Bize de ağır bir yük (yükleme)…” [el-Bakara, 286]) buyuruyor. Tâkat fazlasını değil, fakat tâkati istiyor.
Bunun için Cenâb-ı Hak peygamberleri bile ayrı ayrı imtihanlara tâbî tutuyor. ‘râf Sûresi’nin 6. âyetinde:
“Biz peygamber gönderdiğimiz toplumları da gönderdiğimiz peygamberleri de hesaba çekeceğiz.”
Hepsi Cennetlik olduğu hâlde. Demek ki, burada biz, bu Allâh’ın verdiği bu nîmetlerin bedelini ödeyebilmek.
ثُمَّ لَتُسْئَلُنَّ يَوْمَئِذٍ عَنِ النَّعِيمِ
(“Sonra o gün, nîmetlerden mutlakâ hesaba çekileceksiniz?” [et-Tekâsür, 8]) âyeti indikten sonra bir genç, Efendimiz’e geldi. Dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah dedi, benim ne malım var, ne mülküm var, hiçbir şeyim yok dedi. Demek ki ben bu âyet-i kerîmenin şümûlünden çıktım.” dedi.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Genç dedi. Senin gölgelendiğin bir ağaç var mı dedi. (Bu ağacı Allah senin için yarattı. Düşün, dünyada hiç ağaç olmasa… Gölgelendiğin bir ağaç var mı dedi.) İçtiğin bir su var mı dedi. (Bir soğuk su var mı dedi. Cenâb-ı Hak Vâkıa Sûresi’nde, ya tuzlu olarak indirseydik, ne yapardınız buyuruyor, bir düşünün buyuruyor.) Ayağına giydiğin bir şey var mı diyor. (Hiçbir mahlûkatta yok.) Sen de diyor genç, bunların hesabını vereceksin.” buyurdu. (Bkz. Süyûtî, VIII, 619)
Velhâsıl yine bu takvâ hayatı bizi böyle bir tefekküre götüren bir şey.
Gelelim gecelere… Geceler, daha sırrın, esrârın tecellî ettiği, daha ziyâde tecellî ettiği…
Meselâ Mevlânâ diyor ki:
“Ağzıma diyor, herhâlde bir yanlış lokma girdi diyor. Bu seherde bir sır, bir tuluat, bir sünuhât olmadı bende.” diyor.
Demek ki geceler ayrı… Demin bahsettiğiniz Mîrac hâdisesi gece vâkî oluyor. Demek ki seherler o kadar mühim ki gönül âlemi feyizlerle dolacak, rûhâniyetle dolacak, gündüze o rûhâniyetle gireceksin.
Efendimiz’in en uzun yolculuklarda bile terk etmediği namazların başında, teheccüd namazları geliyor. Demek ki ayrı bir feyz, ayrı bir rûhâniyet.
Cenâb-ı Hak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ (“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor. Af kapılarını açıyor. Eğer Allâh’ı yakından tanımak istiyorsan, Cenâb-ı Hak Zümer Sûresi’nde; سَاجِدًا وَقَائِمًا buyuruyor. “…Geceleri kıyam ve secde hâlinde olurlar…” (ez-Zümer, 9)
Yine ibâdurrahman, Allâh’ın mûtenâ bir kulu olmak istiyorsan, Cenâb-ı Hak; سُجَّدًا وَقِيَامًا, geceleri “secde ve kıyam” hâlinde olurlar buyuruyor. (Bkz. el-Furkân, 64)
Velhâsıl gönülleri rûhâniyetle doyurabilmek. Fakat mühim olan, o gönlün açlığını duyabilmek. İşte bu bir, rûhâniyete bir ziyafet sofrasıdır seherler.
Enderunlu Vâsıf, bir şiirinde öyle diyor:
Yâra gece gidilir diyor yâra. Gündüz giderseniz eğer, gölgeniz olur diyor.
Evet.
Gölgeyle giderseniz iki kişi ya da şirkle gitmiş olursunuz.
Evet.
Hâlbuki Yâra ancak vahdetle ulaşılır. O yüzden gölgenizden bile kurtulmanız gerekir.
Evet.
Dolayısıyla gerçekten gecelerin bu atmosferini, bu iklimini tabi, uyanık geçirerek tefekkürle doldurarak büyük bir şuurla ihyâ etmek…
Efendim, yine Allah dostlarından Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri:
“Geceler, gündüz olmadan bana hiçbir şey fetholunmadı.” buyuruyor. Yani bütün tuluat, sünûhat, daha ziyade gecelerde oluyor.
Yine Hasan-ı Basrî Hazretleri’nin de güzel bir tembihâtı var:
“Gece ibadetine kalkmak, günahlar altında ezilen kişiye ağır gelir.”
Yani gündüzleri gözler harama bakıyorsa, hayaller yanlış yerleri dolaşıyorsa, ibadetler bir rûhâniyetsiz îfâ ediliyorsa, demek ki gecede, bu seherlerde kalkmak zorlaşıyor, bir zorluk geliyor.
Yine İbrahim Edhem Hazretleri de buyuruyor:
“Gündüzleri O’na isyan etme ki (dedikodu vs. şu bu, boş şeylerle, mâlâyânî ile uğraşma ki) geceleri O, seni huzurunda durdursun.” Yani Cenâb-ı Hak gecelerin bir huzurunu ihsân eylesin buyuruyor.
Velhâsıl geceler, bütün evliyâullah, bütün peygamberler en başta, geceleri bir tesbihat hâlinde, şükür hâlinde.
Diğer taraftan hocam, şey de öyle, meselâ bu seher vakti bir bahçeye çıkın, çiçekler ayrı bir koku veriyor. Ayrı bir güzellik oluyor. Hemen kuşlar uyanıyor.
Ayrı bir ses veriyor.
Tabiat uyanıyor. Demek ki insan uyuyorsa, bütün mahlûkâtın uyandığı bu zamanda; demek ki çok büyük bir gaflet olmuş oluyor.
Efendim, Müzzemmil Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:
“Ey örtülere bürülü (Peygamber)! (Uyuma) kalk! Gecenin üçte ikisini, yarısını, hiç olmazsa üçte birini ihyâ et!” (Bkz. el-Müzzemmil, 1-3)
Niçin?
اِنَّا سَنُلْقِى عَلَيْكَ قَوْلًا ثَقِيلًا
“Sana çok ağır, çok ağır bir söz indereceğiz, vahiy indireceğiz.” (Bkz. el-Müzzemmil, 5)
Neden?
اِنَّ نَاشِئَةَ الَّيْلِ هِىَ اَشَدُّ وَطْئًا وَاَقْوَمُ قِيلًا
(“Şüphesiz gece kalkışı, (kalp ve uzuvlar arasında) tam bir uyuma ve sağlam bir kıraata daha elverişlidir.” [el-Müzzemmil, 6])
Gece uyanan nefs, kavrama kâbiliyeti çok güçlü olur.
وَاَقْوَمُ قِيلًا Kendisine söz söyleme bakımından da onu idrakte, anlamada en uygun kıvamda bulunur.
Evet. Hocam, vahiyler de ekseriyetle gece iniyor.
اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ فِى لَيْلَةِ الْقَدْرِ
(“Biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesinde indirdik.” [el-Kadr, 1]) Var ya Efendim.
Yaa.
اِنَّا اَنْزَلْنَاهُ فِى لَيْلَةٍ مُبَارَكَةٍ
(“Biz onu (Kur’an’ı) mübarek bir gecede indirdik.” [ed-Duhân, 3]) var.
Evet.
Hattâ vahyin çoğu rüyâ-yı sâdıka şeklinde tecellî etmiş Efendim.
Evet.
O yüzden geceler çok önemli.
Demek ki geceler, rûhâniyete de açık, -Allah korusun- günahlar da ekseriyetle gece işleniyor.
Gece işlenmesi günahların, kimse görmesin diye saklanma duygusu var diyorlar da, hattâ günah mekânları gündüz bile olsa loş, kimsenin birbirini görmeyeceği atmosferde dizayn ediliyor. Hâlbuki esas, Mevlânâ Hazret-i Pîr diyor ki:
“Bu zâhir kulağın, ten kulağının tıkacıdır. Zâhir kulağın açık olursa, ten kulağın tıkanır. Yok, zâhir kulağın kapalı olursa ten kulağın açılır. Bu zâhir gözü/ten gözü, can gözünün perdesidir. Bu gözün kapalı olursa can gözün açılır. Yok ten gözün açık olursa can gözün kapanır.”
İşte Ramazan’da biz duygularımızı sadece îmâna, Cenâb-ı Hakk’a yönlendirerek, dış dünyadan kapatmaya çalışıyoruz ki içimize doğru derinleşelim, gönlümüze doğru yürüyelim.
Efendim tabi bu, kula ne oluyor? Bir derinlik geliyor, bir zarâfet geliyor, incelik geliyor, hassâsiyet geliyor, rikkat-i kalp geliyor. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in o gönül dünyasından hisseler gelmiş oluyor.
Bir hadîs-i şerîf var. Efendimiz’in bir, mescide girdiği zaman, birkaç arkadaşıyla beraber, namaz kılacaklardı, yüzünde bir huzur ifadesi vardı mescide girerken. Fakat mescide girdikten sonra kıbleye yaklaşıyor, birden bire sîmâsı değişiveriyor.
Tam kıblenin oraya birisi tükürmüş. Tabi Efendimiz’in hâli değişiyor. Mesciddekileri bir îkaz:
“Siz yüzünüze tükürülmesini ister miydiniz?” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 53)
Peygamberimiz’in ses tonundan, O’nun çok üzüldüğünü anlayan sahâbe-i kiram, hemen o tükürüğü temizliyor. Oraya güzel kokular sürüyor. Mescidin temizlendiğini gören -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, tekrar eski neşesine dönüyor.
Demek ki Rasûlullah Efendimiz’den o derinlik ashâb-ı kirâma aksediyor.
Medîne-i Münevvere’de ve Mekke-i Mükerreme’de iftar sofraları kurulur Ramazân-ı Şerîf’te. Orada hurma vardır, zemzem vardır, yoğurt, ekmek, pide vardır. Bu pideler bazen kıymalı olarak getirilir, hayır sahipleri dağıtırlar. Yine bir iftar zamanı, o pide dağıtan delikanlı dedi ki;
“Bu pideleri rahatça yiyebiliriz, bunda deve eti yok.” dedi.
Ben kendisine sordum:
“–Niye deve etinin ne mahzuru var?” dedim. Yani kurban edilen bir hayvan, eti yenen bir hayvan, mübârek bir hayvan.
Dedi:
“‒Burada bazı mezhepler var dedi, onun için onlara göre deve eti yenirse abdest bozulur.” dedi.
Ben hayret ettim. Yani niye deve etiyle bozulsun. Fakat bir hâdise bunu açığa çıkarttı:
Efendimiz, ashâb-ı kirâmla beraber deve eti yiyorlar. Arkadan namaza duracaklar. Bir kişi -af edersiniz- bir yellenme oluyor.
Efendimiz o kişiyi mahcup etmemek için;
“–Deve eti yiyenler yeniden abdest alsın.” buyuruyor. Yani bir kişiyi utandırmamak için Rasûlullah Efendimiz bütün cemaate yeniden abdest aldırıyor.
Yani bu ne büyük bir nezâket. Bu, zâhirî mezhebinde öyleymiş. Yani o zâhire baktığı için, evet…
Yani nasıl bir incelik bu! Bir kişi mahcup olmasın yeter ki…
Ümmetinden birisinin mahcubiyetine bile yüreği dayanmıyor.
Yüreği dayanmıyor. Yeni baştan abdest aldırıyor kaç kişiye oradaki. Allah bize İslâm’ı yakından tanımayı nasib etsin.
Âmîn.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yakından tanımayı nasib etsin.
Âmîn. Tabi hem tanımak, hem yaşamak. Cenâb-ı Hak:
قُلْ اِنْ كُنْتُمْ تُحِبُّونَ اللّٰهَ فَاتَّبِعُونٖى يُحْبِبْكُمُ اللّٰهُ
(“(Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin…” [Âl-i İmrân, 31])
Yaa.
Biz ittibâı, Peygamber’in izinden gitmek ya da arkasından tâkip etmek gibi algılıyoruz ama o şekilde değil. Arapça’da iftial bâbında nakledilmiş, ittibâ, esasında aynîleşmek demektir. Yani nasıl Enderunlu Vâsıf, gölgeyle yâra gidilmez diyor, Hazret-i Peygamber’de kişiliğimizi dondurmak, kendi hevâ ve hevesimizden, irâdemizden vazgeçerek, kişiliğimizden, kimliğimizden vazgeçerek O’nun üsve-i hasene olan kalıbına dökeceğiz ve donduracağız.
Evet.
İttibâ esas budur.
Sevgi, iki kalp arasındaki bir cereyan hattıdır. Tabi bu cereyan hattı öyle olacak ki hem maddî hem mânevî olacak. Yani -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in, ashâb-ı kirâm her şeyine hayran oldu. Şahsiyetine hayran oldu, karakterine hayran oldu, diğergâmlığına hayran oldu. Her şeyine hayran oldu.
Her konuda örnek.
Her konuda örnek.
Âile reisi olarak, baba olarak…
Yani 23 senelik nebevî hayat, büyük bir lûtuf mü’minler için. Yani herkes bütün problemini Allah Rasûlü’nün 23 senelik siyer-i nebî hayatında çözebilir. Bir benzeri o 23 senelik, Efendimiz’in şeyinde geçmiştir.
Bugün en mühimi, İslâm’a fobi diyorlar. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in 23 senelik nebevî hayatı terörle mücadeledir. Kime karşı terör? Esirlere karşı terör. Esirlik kalktı. Efendimiz vefat ederken dahî, aman dedi, “elinizin altındakinin hukukuna dikkat edin” buyurdu. (Bkz. Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Bir karıncaya karşı bir hukuk meydana geldi. Efendimiz yanık bir karınca yuvası gördü. Efendimiz heyecanlandı. “Allâh’ın verdiği canı yakmaya kimin hakkı var?” buyurdu. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)
Mekke-i Mükerreme’ye 12 bin kişiyle giderken, -af edersiniz- bir köpek, yavrularını emziriyordu, “öbür taraftan geçin” buyurdu. (Bkz. Vâkıdî, II, 804)
Bir kişi ağacı kökünden sallıyordu bir bedevî, yapraklarını dökmek için. Çağırdı bedevîyi, yumuşaklıkla getirin dedi. bedevî geldi. Niye dedi köküne zarar veriyorsun dedi. Yapraklarını usulce alsan olmaz mı dedi. (Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)
Yani o kan gölüne dönen çöller büyük bir huzura, sükûnete kavuştu.
Efendim, zât-ı âlînizden duyduğumuz bir şey var. Peygamber Efendimiz, Vâlide-i Muhteremelerimizden birisi, deveyi görüyor Efendimiz, yavrusunu da görüyor, deve aç, yavru perişan. Diyor ki, bakın bu deveyi doyurun, deve aç, yavru da aç. Sütünü sağarken üçte birini de yavruya bırakın. Fakat orada bir incelik daha var. Aman ha, tırnaklarınızı kesin ki sağarken deveyi incitmesin.
Evet.
Bu ne büyük bir şey Efendim! Ne büyük bir şey!..
Evet. Yani bir şefkatle kucaklama. Meselâ meşhur, Victor Hugo’nun o “Sefiller” romanında, bir, çocukları açtır, ekmek almak için fırına vurur camdan almak için. Kan içinde kalır. Onu hapse atarlar. O çocuklar da sefil olarak kalır.
İslâm’a döndüğümüz zaman, bir kişi bir bahçeye giriyor. Oradan bir avuç hurma alıyor, yiyor bir kısmını, bir kısmını da cebine koyuyor. Hurma bahçesinin sahibi geliyor. Onu iyice dövüyor. Üzerindekileri alıyor. Nâçar, dövülen, hurmayı alan ağaçtan, doğru -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gidiyor. Barınak, sığınak O.
“–Yâ Rasûlâllah ben diyor, çok acıktım diyor. Bir bahçeye girdim diyor, hurma aldım diyor. Sahibi geldi beni böyle dövdü diyor. Üstümdekini aldı.” diyor.
Efendimiz o bahçe sahibini çağırıyor. İki tane soru soruyor.
“–Bu dedi belki yeni İslâm’a girdi, belki bilmiyor, sen bunun yaptığı işin kötü olduğunu söyledin mi diyor. Söylemedinse bunu sen dövmenin sebebi ne o zaman diyor, niye dövdün?!” diyor.
Huzurundan tardeder gibi yapıyor.
Adam pişmanlık içinde:
“‒Aman yâ Rasûlâllah!” diyor.
Hem hurma veriyor, hem şey veriyor, gönderiyor. (Ebû Dâvûd, Cihâd, 85/2620-2621; Nesâî, Kudât, 21)
Yani bir defa demek ki İslâm ne kadar bir şefkat… İlk defa bir merhametle davranacaksın. Yani ona hırsızlığın ne kötü bir şey olduğunu öğreteceksin ona, telkin edeceksin. Bak, Allah Rasûlü’ne gidiyor, başka kimseye gitmiyor. Barınak, sığınak O.
Tek melce O.
Tek melce O.
Ama tabi şimdi, Kâinâtın Efendisi ile nübüvvet noktalandı.
Evet.
Peki şimdi ümmet nereye ilticâ edecek Efendim?
Yine oraya ilticâ edecek.
Yine oraya ilticâ edecek. Ya da O’nun vârislerine ilticâ edecek.
Öyle.
Yani, “اَلْعُلَمَاءُ وَرَثَةُ الْاَنْبِيَاءِ”
Evet.
Yani “Âlimler, peygamberlerin mirasçılarıdır.” (Ebû Dâvûd, İlim, 1)
Tabi bu âlimler de nasıl bir âlim olacak?
Hasan Harakānî Hazretleri:
“İki kişiden, şeytandan kaçar gibi kaçın.” buyuruyor. “Biri câhil sofu.”
Allâh’a yaklaşmaya gayret eder, fakat zemin yok, zemin kültürü yoktur. Yanlış işler yapar ve ekler, bid’atlar sokar.
“İkincisi, muhteris âlim.”
O da yaşamayan âlim. “ثَمَنًا قَلِيلًا” “az bir şey dünyalık” karşısında dîni yamultan kişi, menfaatine göre.
Cenâb-ı Hak Cuma Sûresi’nde, Benî İsrâil âlimlerini bildiriyor. Onlar, “kitap yüklü merkepler gibidir.” (Bkz. el-Cuma, 5) Yani nasıl merkep, taşıdığı eşyanın ne olduğunu bilmez, o da zihinde kalmıştır, kalbe intikal etmemiştir. İkisinden de kaçın buyuruyor.
Efendim, bir âyet-i kerîme benim çok dikkatimi çeker. Tabi her âyet bizim için öyledir de:
وَاصْبِرْ نَفْسَكَ مَعَ الَّذِينَ يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِىِّ
Evet.
“Gece gündüz Rab’lerine ilticâ eden insanlarla bir ve beraber olma konusunda nefsinize bastırın…” (el-Kehf, 28) Nefs kolayı tercih ediyor.
Evet.
Câmiden rahatsız oluyor ama kafede mutlu oluyor. İşte o nefse bastırarak kâmil insanlarla bir ve beraber olmasında nefsinize bastırın. Niye? O insanlar kim?
يَدْعُونَ رَبَّهُمْ بِالْغَدٰوةِ وَالْعَشِىِّ
“Gece-gündüz Rab’lerine duâ ve ilticâ eden insanlar”la bir ve beraber olmak konusunda.
يُرِيدُونَ وَجْهَهُ
“Sadece Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını düşünerek” gece-gündüz O’na ilticâ ederler. (Bkz. el-Kehf, 28)
Hocam, bir âyet-i kerîme daha Fâtır Sûresi’nde. “…Ancak Allah’tan âlimler ittikā eder…” (Fâtır, 28)
اِنَّمَا يَخْشَى اللّٰهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمٰؤُا
Evet.
Demin okudum da:
وَاتَّبِعْ سَبِيلَ مَنْ اَنَابَ اِلَیَّ
“Yolu Bana dönen, Bana ulaşan kişilere tâbî olun.” (Lokman, 15) Onların yolundan gidin. Dolayısıyla biz şimdi, çizgimiz; “işte iz, geliniz.” Yani “toprak post, Allah dost” diyor ya Üstad Necip Fâzıl rahmetli. O izden yürümek ve yürüyenlerin izinden gitmek.
Âyette de ثُمَّ اسْتَقَامُوا (“…Sonra dosdoğru olanlar…” [Fussilet, 30]) buyruluyor. Allah Rasûlü’nün izinde yürüyenler. Sırât-ı müstakîm, Cenâb-ı Hakk’a giden yol. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ise sırât-ı müstakîm üzere. Demek ki:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Allah Rasûlü’ne itaat, Allah’a itaat” (en-Nisâ, 80) olmuş oluyor.
Evet, evet. Efendim son olarak, tabi bu, gerçi, sohbetimizin bir yerinde işaret buyurdunuz, esas infak damalarının açılması, yani Ramazan’ın elimize ve malımıza yansımasıyla ilgili, esas bu konuda neler söyleyebiliriz. Bu da çok önemli bir iş. Ramazan sadece elimizde, dilimizde, belimizde kalmamalı.
Efendim, Cenâb-ı Hak, merhamet istiyor. Kendisi Rahman ve Rahîm. Efendimiz “raûf ve rahîm”. Demek ki bir mü’min de merhametli olacak. Yani merhamet, bir müslümanın kimliğidir.
Alâmet-i fârikası.
Alâmet-i fârikasıdır. Merhametin hedefi de hizmettir. Allâh’ın bütün mahlûkâtına hizmettir. Cenâb-ı Hak mü’mini mü’mine zimmetli kılmış. Diğer mahlûkâtı da zimmetli kılmış. Onun için veren, alana bir teşekkür edâsı içinde olmalı. Çünkü onu bir farzdan kurtarıyor, sadaka oluyor, ecri artıyor vs…
Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri buyuruyor ki:
“Veren diyor, alana diyor teşekkür edâsı içinde olacak.” diyor.
Demek ki burada cömertlik, bir zevk, bir lezzet hâline gelecek. Bu da dört kademe:
Birincisi “es-sâil”. Geliyor, hâlini arz ediyor. Buna vereceksin. Durumuna göre az verirsin, çok verirsin.
İkincisi, “mahrum”. O da Cenâb-ı Hak “…iffetleri dolayısıyla herkes onları zengin zanneder…” (el-Bakara, 273) buyuruyor, “ehemmiyet verilmez.”
“…Sen onların sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor. Onu da gidip dolaşacaksın, bulacaksın onları.
Mahrumu bulmak.
Mahrumu. O mahrumlara, teaffüf/iffet sahiplerine vereceksin. Bir üst kademe…
Onun bir üst kademesi; Muhâcirle Ensar arasında olan; paylaşacaksın.
Onun bir üst kademesi, o da peygamberlere ve evliyâullaha mahsus; kendinden koparıp vereceksin.
Burada İnsan Sûresi’nde Cenâb-ı Hak:
“Kendileri de muhtaç olduğu hâlde fakire, yetime ve esire verirler. Verirken de (çok ibretli) biz sizden teşekkür beklemiyoruz derler. (Bir minnet altında kalmayın.) Biz, عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا (gerekçe bildiriyor) o sert ve belâlı günden korkarız (o musîbetli, o kıyâmet gününden korkarız) derler. (Hep Allah rızâsı için, ivazsız-garazsız, hasbeten lillâh.) Allah da onların gönüllerine ferahlık verir, o günün şerrinden (o kıyâmet gününün şerrinden) onları korur.” (Bkz. el-İnsân, 8-11) buyruluyor.
Bu da en üst kademe. Hazret-i Ali ile Fâtıma Vâlidemiz’e âit.
Bir ekmek yaptı Fâtıma Vâlidemiz, ilk seferde bir muhtaç geldi. “Lillah” dedi, “Allah için ver.” Tamamını verdiler, bir kısmını değil. Tekrar Fâtıma Vâlidemiz bir ekmek daha yaptı. Yetim geldi. O da “Lillâh” dedi. Esir geldi, o da “Lillâh” dedi.
Velhâsıl kendileri -bir rivâyette de- üç gün üst üste oruçlulardı, iftarlarını suyla açıp devam ettiler. Zirve de bu.
Efendim, Ramazan’da infak damarlarımızın da artarak genişlemesi ve Ramazan’ın elimize, malımıza yansıması konusunda güzel tavsiyeler buyurdunuz.
Estağfirullah.
Şakîk-i Belhî’ye sormuşlar, bir fakih gelmiş:
“–Zekâtı nasıl vermemiz gerekir?” deyince:
“–Size göre mi fetvâ vereyim, bize göre mi fetvâ vereyim?” demiş. O da:
“–İkisine göre de ver.”
“–Size göre demiş, kırkta bir verilir ama bize kalırsa kırkta kırkı da verilir, varsa fazlası da verilir.” diye cevap vermiş.
Evet.
O yüzden bu, Hazret-i Ebûbekir Efendimiz’in infak anlayışı tabi. Bu konuda -süremizin de sonuna geldik- en son olarak değerli dinleyicilerimize ne söylemek istersiniz Efendim?
Son olarak, bir hadîs-i şerîf nakletmeyi arzu ederim. -Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz buyurur:
“Cebrâil bana geldi ve şöyle dedi:
«–Yâ Muhammed! İstediğin kadar yaşa, mutlakâ öleceksin.
İstediğini sev, mutlakâ ayrılacaksın.
İstediğin şeyle amel et, ancak onun karşılığını elde edeceksin.
Bil ki mü’minin şerefi, geceleri kāim olmasında (seher vakitlerini ihyâ etmesinde)
İzzeti ise, insanlardan müstağnî kalmasında.” (Hâkim, IV, 360-361/7921)
Efendim, Allah râzı olsun.
Cümlemizden Efendim.
Değerli dinleyicilerimiz! İstemesek de bu güzel sohbeti, şeker tadında bir sohbeti, burada noktalamak zorunda kaldık. Üstadımıza, sizler adına ve kendim adına şükranlarımızı sunuyoruz. Rabbim, bu güzel sohbetin, hepimiz üzerinde, başta nefsimiz olmak üzere, tesirini halkeylesin. Sizlere yine bu sahurda derin bir gönül uyanıklığı Rabbim nasîb etsin ve hayırlı, dilimize, elimize, gözümüze, bedenimizin bütün noktalarına yansıyan oruç tutmayı nasîb etsin diyor, hepinize en kalbî selâm ve saygılarımı sunuyorum.
Âmîn, Allah râzı olsun…