“Ebediyet Yolculuğu” Kitabı Üzerine Mülâkat

2017 – Temmuz, Sayı: 377, Sayfa: 032

“Ebediyet Yolculuğu” Kitabı Üzerine Osman Nûri TOPBAŞ Hocaefendi ile Mülâkat

Efendim, Altınoluk dergimizin hediye kitap olarak okuyucularıyla buluşturduğu “Ebediyet Yolculuğu” kitabınızla ilgili konuşmak istiyoruz zât-ı âlînizle.

Kitabın isminden başlayalım isterseniz. Bu yolculuk nerede başlar, nerede biter? Ve neden ebediyet?

Bu ebediyet yolculuğu “Elest Bezmi”ndeki akitle, yani kulun Rabbine ruhlar âleminde verdiği sözle başlıyor. Bu akde sadâkatimizin test edilmesi için dünya dershanesine gönderildik. Dünya dershanesinden sonra bir kabir hayatı. Ardından büyük bir kıyâmet infilâkı. Artık gayr-i kābil-i rücû, yani dönüşü olmayan bir âhiret hayatı. Velhâsıl insanın kaderinde, böyle bir “ebediyet yolculuğu” var.

Neden ebediyet?

Çünkü âhiret, artık ölümün yok olacağı, yarını olmayan sonsuz bir gün… Kur’ân-ı Kerîm’de “خَالِد۪ينَ ف۪يهَا اَبَدًا”[1] şeklinde ifâde buyrulan sonsuz bir âlem… İnsanoğlunun dünya hayatı, fânîliğe mahkûm. Esas hayat olan âhiret ise; ebedî bir âlem.

İnsanoğlunun fıtratında bulunan fânîliği istememe duygusu, ebedî olma arzusu, bekā iştiyâkı da, esâsen, onun bir ebediyet yolcusu olmasından kaynaklanıyor. Fakat gafil insan, bu ebedîliği, yanlış adreste arıyor; fânî dünyada bulmaya çalışıyor. Hâlbuki dünya, insanın ebediyet yolunda geçeceği âlemlerden yalnızca biri. Gâfil insan, bu devre mülk dünyada sonsuzluğu arzuladığı için, bu yolda sayısız araştırmaya, ilâca, kozmetiğe vs. servet ve ömür harcıyor. Ölümden, kıyametten kurtulmanın yollarını arıyor. Tabi ki bu yolların varacağı bütün adresler, çıkmaz sokak…

Bir Hak dostunun -eserimizde de geçen- çok güzel bir sözü var:

“Dünyadan ebedîlik isteme, kendinde yok ki sana da versin.”

Demek ki bir şeyi olmadığı yerde aramak, beyhûde yorulmaktır. Âyet-i kerîmede; “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” buyrulduğu gibi, böyle kimseler, “çalışıp çabalamışlardır, fakat boşuna.”[2] Ellerine geçen, yalnızca ağır bir hüsrandır.

Diğer taraftan; mü’miniyle, kâfiriyle bütün insanlık, ebediyet yolcusu. Fakat Hakk’a kulluğu îfâ eden mü’minler, ebedî bir saâdet yolcusu, îmân etmiş olsa da günahkâr olanlar, önce muvakkat bir cezâ, ardından ebedî bir saâdet; küfür ehliyse ebedî bir felâket yolcusu…

Dolayısıyla ebedî saâdeti dünyada aramak, sanki çöllerdeki seraplara aldanmak gibi büyük bir hüsran. Fânî varlıkların kendisini dünyada ebedî kılacağını zannetmek, büyük bir hamâkat.

Akl-ı selîmin gereği; ebedî saâdeti, onu verebilecek yegâne kudret olan Cenâb-ı Hak’tan talep etmek. Bunun için de ölüm ve ötesine hazırlanıp ölümü güzelleştirebilmek…

Bir sahâbî:

“–Hangi mü’min daha akıllıdır yâ Rasûlâllah?” diye sorduğunda, Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Ölümü çok düşünen ve ona karşı hazırlığını tamamlamakla meşgul olan kimsedir…buyurmuşlardır. (İbn-i Mâce, Zühd, 31)

Âyet-i kerîmede de:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18) buyruluyor.

Efendim, daha önce “Son Nefes” isimli bir kitabınız neşredildi. Konu benziyor ama, muhtevâda ne tür farklılıklar bulunuyor?

“Son Nefes”, sadece bir merhaleydi. Bitmeyen bir yolculuğun bir merhalesiydi. “Ebediyet Yolculuğu” ise âyetler ve hadîs-i şerîfler ışığında, ebedî hayattan manzaralar sergiliyor. Mücrimler için, dehşet verici manzaralar; sâlihler ve sâdıklar için huzur verici manzaralar…

“Son Nefes” adlı eserimiz, mâlum olduğu üzere Altınoluk Dergimiz’de aylık neşredilmiş yazılarımızın, belli aralıklarla kitaplaştırılmasının bir mahsulü. Yirmi küsur yazıdan oluşan o eserde “Son Nefes” adlı üç sayılık bir yazı serimiz yer almıştı. Bu yazılarda da “ölüm”den gâfil kalmamak, ona hazırlıksız yakalanmamak, son nefesi îman selâmetiyle verebilmek, neticede ölümün ürkütücü hâlini bertaraf ederek ölümü güzelleştirebilmek için birtakım îkaz ve tavsiyelere yer vermiştik.

Hâfız-ı Şîrâzî bir şiirinde insanı;

“يك قطره خونست، هزار انديشه” (yek katre-i hônest, hezâr endişe) yani “bir damla kan, binlerce endişe” diye târif eder. Hakîkaten insanın cismânî tarafı birkaç damla kan, iç âlemi ise sayısız endişe, düşünce, hayal ve korkuların mahşeri. Bunların en mühimi de ölüm ve ötesine dâir endişeler…

Zira ölüm, zihinlere ve gönüllere çöreklenmiş bir yılan gibi, her kımıldayışında insanı tedirgin kılan bir hakîkat. Mü’miniyle-kâfiriyle herkes, ölüm ve ötesine karşı bir korku ve endişe içinde. Fakat bu endişenin muhtevâları farklı.

İnkâr edenin endişesi; “Ya ölüm bir yok oluş değilse, âhiret haberi doğruysa, Cennet-Cehennem gerçekten varsa; o zaman hâlim nice olur?!” şeklinde. Yani fıtratındaki îman meylinin tatminsizliğinden kaynaklanan bir rûhî buhran…

Mü’minin endişesi ise; “Ben bu fânî dünyada Rabbime lâyıkıyla kulluk edemezsem, esas hayat olan âhirette hâlim nice olur?..” şeklinde.

İşte biz de “Son Nefes” adlı eserimize, ölüm hakîkatine gafil kalmayıp ona lâyıkıyla hazırlığın zaruretine dâir üç yazıyla başlamıştık. Sonra da müslümanın kulluk hayatını tanzim eden; ibadet, muâmelât ve ahlâka dâir bazı esasları ele almıştık. Bütün bunlar da -neticede- son nefesi îman selâmetiyle verebilmenin bir nevî ön hazırlığı mâhiyetinde. Bu yüzden o kitaba, “Son Nefes” adını vermiştik.

“Ebediyet Yolcuğu” adlı bu nâçizâne eserimizde ise, insanoğlunun âlem-i ervahtan başlayıp ana rahmine, oradan dünyaya, dünyadan kabre, kabirden kıyâmete, Mahşer’den Sırât’a, sonra Cennet veya Cehennem’e varan büyük yolculuğu ve âhirette yaşayacağı ebedî hayatı mevzu ediliyor.

Dolayısıyla “Son Nefes” yazılarımızın vermek istediği mesaja ilâveten, “Ebediyet Yolcuğu” çok daha geniş bir muhtevâyı kıymetli okuyucularımıza takdim etmeyi hedefliyor…

Uzun bir yolculuk olduğu anlaşılıyor “Ebediyet Yolculuğu”nun. Bu yolculukta geçilecek safhalardan biraz bahsedebilir misiniz? Her yolculukta olduğu gibi zorluklar olmalı her safhasında…

Evet, uzun ve zorlu bir yolculuk. Her yolculuğun, muhakkak birtakım meşakkatleri olur. Fakat insan, hazırlığı nisbetinde de rahat eder yolculuğunda.

Ebediyet yolcuğunun safhalarını, uğranacak menzillerini, Allah ve Rasûl’ünün tebligâtından öğreniyoruz. Kur’ân ve Sünnet’te ölüm ve ötesinin hazırlığından gafil kalmayalım diye, sayısız îkaz ve irşad mevcut…

Cenâb-ı Hak, insan için takdir ettiği ebediyet yolculuğunda, pek çok menzil tayin buyurmuş. İnsanoğlunu evvelâ yokluktan varlığa çıkarmış, sayısız varlık içinde taş-toprak veya sâir mahlûkat olarak değil de eşref-i mahlûkât olan, ahsen-i takvîm üzere yaratılan bir “insan” olmakla şereflendirmiş. Sonra âlem-i ervahta/ruhlar âleminde bir muhâhede/ahitleşme gerçekleşmiş. Rabbimiz’e kulluğumuzu ikrâr etmişiz. Ardından, o âlemdeki hayatımız bitmiş, ana rahminde ayrı bir hayat bulmuşuz. Sonra ana rahmindeki hayatımız bitmiş, Rabbimiz’e kulluğumuzu tasdik hususundaki dünya imtihanımız başlamış. Son nefese kadar da devam ediyor bu imtihan…

Son nefese bu dünyada “ölüm” denilse de, bir sonraki kabir/berzah âleminde o bir “doğum” demek aslında. Orası ilk sorgu-suâlin ardından, Cennet bahçelerinden bir bahçe veya -Allah korusun- Cehennem çukurlarından bir çukur olacak. Kıyâmete kadar beklenecek bir koridor. Âdeta mahkeme-i kübrâdaki büyük duruşma öncesindeki bekleme salonu…

Ardından kıyâmet. Cenâb-ı Hak, insanoğluna bir “ecel” tayin ettiği gibi, Dünya’ya da bir “kıyâmet” vakti tayin etmiş. Kıyâmet, büyük bir infilâk.

Şiddetli bir deprem olsa, bir tüp patlasa “âdeta kıyâmet koptu” diyoruz. Yıldızların döküleceği, semânın bir tomar kağıt gibi dürüleceği, dağların savrulacağı gerçek kıyâmet ise, beşer havsalasına sığmayacak derecede büyük bir infilâk… Körpecik yavruların korkudan ak saçlı ihtiyarlara döneceği, hâmile kadınların çocuklarını düşüreceği, gözlerin yerinden fırlayacağı, insanların dehşetten âdeta sarhoş olacağı bir gün.

İşte o sert ve belâlı günde dahî, ilâhî himâye altında bulunup korku ve hüzünden emîn olacak bahtiyar kullar var. Rabbimiz onları şöyle müjdeliyor:

“Bilesiniz ki, Allâh’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar îmân edip de takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus, 62-63)

Yine kaynaklarda bildirildiğine göre; son nefeste, kabir âleminde ve kıyâmette; takvâ üzere yaşamış kullar için, bu üç merhalede melekler inecek; “…Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin!..” diye müjdeleyeceklerdir. (Bkz. Fussilet, 30; el-Ahkāf, 13)

Cenâb-ı Hak biz kullarını bu dünyada îman ve takvâ ile dostluğuna dâvet ediyor. Bu dâvete icâbetimiz nisbetinde de, kabir, kıyâmet ve âhiretin korku dolu çetin geçitlerinde; korkmayan, üzülmeyen, bilâkis gönlü sevinçle dolan bahtiyarlardan olacağımızı vaad ediyor.

Zira ölüm, kabir, kıyâmet, âhiret ahvâli; herkesin bu dünyada kazandığı mânevî keyfiyete göre tecellî edecek. Allah Teâlâ, sâlih kullarına, o çetin geçitleri hafifletecek, kolaylaştıracak. Fakat inkâr edenlere ise, müstahak oldukları şekilde çok şiddetli bir sûrette yaşatacak. Bu hususta Mevlânâ Hazretleri’nin çok güzel bir tespiti var; buyuruyor ki Hazret:

“Oğul! Herkesin ölümü kendi rengindedir. Allâh’a vuslat olduğunu düşünmeden ölümden nefret edenlere ve ölüme düşman kesilenlere ölüm, korkunç bir düşman gibi görünür. Ölüme dost olanların karşısına da dost gibi çıkar.”

“Ey ölümden korkup kaçan! İşin aslını sorarsan, sen aslında ölümden korkmuyorsun; sen kendi günah ve gafletlerinden korkuyorsun…”

Demek ki bir kul, sırf fânî dünyaya râm olup nefsânî arzularının esiri olarak yaşarsa, kabir ve âhiret, onu karanlık bir mahzen ve kâbuslarla dolu bir zindan olarak karşılar. Yok eğer kul, dünyevî ve nefsânî arzularını bertaraf ederse, Rabbinin emirlerine tam bir teslîmiyetle uymaya gayret ederse; ona da kabir ve âhiret, hayal ötesi güzelliklere vuslat olarak tecellî eder. Yine Mevlânâ Hazretleri’nin tâbiriyle- bir “şeb-i arûs/düğün gecesi” mutluluğu olarak karşısına çıkar.

Yine eserimizde tafsilâtıyla anlatılacağı üzere kıyâmette bir diriliş yaşayacağız. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadîs-i şerîflerde bunun pek çok misali zikredilerek ölümden sonra diriliş inancının gönüllere iyice yerleşmesi murâd edilmiştir. Nitekim Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bu hususta ashâb-ı kirâmı sık sık îkaz ve irşad buyurmuştur.

Meselâ bir sahâbî, ölümden sonra dirilişin nasıl olacağını soruyor. Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−Sen hiç, kavminin yaşadığı vâdiden kurak mevsimde geçmedin mi? (buyuruyor.) Sonra da her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğramadın mı?” buyuruyor.

Sahâbî “evet” deyince, Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“−İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasının delilidir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyuruyor. (Ahmed, IV, 11)

Yine, dirilişin ardından Mahşer yerine sevk edilip Mîzan’da amellerimizle yüzleşeceğiz. Cehennem üzerine kurulu Sırat’tan geçerek Cennet’e ulaşmaya çalışacağız. Herkes îman ve amelinin seviyesine göre farklı hızlarda geçecek. Îman mahrumları ise orayı aşamayacak, acı bir azâba dûçâr olacak.

Allâh’ın mü’min kullarını dâvet ettiği Dâru’s-Selâm, yani Cennet ise, gözlerin görmediği, kulakların duymadığı, insanın aklına-hayâline gelmeyecek nîmetlerle dolu, ebedî bir saâdet yurdu… Bütün bu saâdetlerin üstünde ve zirvesinde de Cenâb-ı Hakk’ın ebediyyen rızâsına kavuşma ve O’nun Cemâl’ini temâşâ bayramları var.

Cenâb-ı Hak bu bayramlara erişebilmeyi cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin…

Âmîn! Efendim, kitapta ebediyet yolculuğunun durakları anlatılırken, kıyamete, kıyâmet alâmetlerine, bu arada Deccâl’e yer veriliyor. Bunun yanında kabir hayatı gibi ölüm ötesi hayata dâir değerlendirmeler yapılıyor. Buna ilişkin bilgiler, umûmiyetle hadislerde yer alıyor. Yer yer şerhler de düşmüşsünüz. Nasıl bakmalı bu mevzulara? Okuyucularımız bilhassa âhiret şartlarına dâir verilen haberlerde yer alan, mecâzî mânâda mı, hakîkî mânâda mı olduğu tam olarak idrâk edilemeyen bazı ifadeleri nasıl değerlendirmeli?

Mühim bir hususa işaret ettiniz. Kabir, kıyâmet ve âhiret âlemleri, bizler için “gayb” sahasına giren âlemler. Dolayısıyla o âlemlere dâir âyet ve hadislerde geçen beyan ve tasvirlerin dışında bir bilgimiz yok. O ifâdelerin de nasıl anlaşılması gerektiğine dâir, eserimizde yeri geldikçe bazı îzahlar yapmış bulunuyoruz. Burada da kısaca ifade edecek olursak:

Nasıl ki âmâ bir kimsenin idrâkinde, renkleri tam mânâsıyla canlandırmak mümkün değilse, bu dünya hayatında bizlerin de, hiç görmediğimiz kabir âleminin keyfiyetini tam olarak idrâk etmemiz mümkün değildir.

Nasıl ki insan, dünyaya gelene kadar hayat şartları birbirinden farklı olan ruhlar âlemi ve ana rahmi gibi âlemlerden geçmişse, dünyada vefâtıyla birlikte yine bambaşka şartlara sahip olan kabir âlemine adım atacaktır. Âhiret de kabir âlemine göre çok farklı şartlara sahip bir âlem. Rabbimiz insanlara kabirde, kıyâmette, Cennet ve Cehennem’de dünyadakinden farklı husûsiyetler verecek.

Mevlânâ Hazretleri’nin buna dâir çok güzel bir misâli var. Orada buyurur ki:

“Ana karnındaki çocuğa biri deseydi ki:

«–Dışarıda çok hoş bir dünya var. Şöyle şöyle geniş kırlar, bereketli bağlar-bahçeler, büyük dağlar-denizler, aydınlık bir semâ, semâda Güneş, Ay ve yıldızlar var. Yeryüzü nice güzelliklerle donatılmış, orada lezzetli yiyecekler, hayret edilecek ilâhî kudret ve azamet nakışları var.

Sen ise, daracık ve kapkaranlık bir ana rahminde sıkıntılar içindesin. Âdeta bir zindana hapsedilmiş, eziyet görüyorsun…» denilseydi, o çocuk bütün bunlara rağmen kendi hâlinden şikâyette bulunmaz, hattâ bu söylenenleri inkâr ve îtirazla karşılardı:

«–Siz çocuk mu kandırıyorsunuz?! (Derdi.)  Bu dedikleriniz olmayacak şeyler, siz beni mi aldatıyorsunuz?!» derdi…”

İşte insanın dünyadan sonra gideceği âlemlere dâir idrâki de, anne karnındaki bebeğin dünya hakkındaki idrâki gibi… Çünkü görmediği, bilmediği bambaşka âlemler…

Kabir/berzah ve âhiret hayatının mâhiyeti, ancak yaşandığı zaman tam olarak idrâk edilecek. Kur’ân ve Sünnet’teki ona dâir beyanlar, dünyevî intibâlarla düşünebilen beşer idrâkinin seviyesine göre… Berzah ve âhiret âlemlerinin aslî hakîkatini kavramak, beşer tâkatinin ötesinde. Zâten bir müslümanın vazifesi de, kabir ve âhiret hayatının mâhiyet ve keyfiyetini araştırmak değil, onlara lâyıkıyla hazırlanmaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz’e bir sahâbî soruyor:

“–Yâ Rasûlâllah! Kıyâmet ne zaman kopacak?”

Efendimiz sallâllâhu aleyhi ve sellem-;

“–Sen kıyâmet için ne hazırladın?” buyuruyor.[3] Yani sen ona hazırlanmaya bak, kıyâmetin zamanından, mekânından, keyfiyetinden sen mes’ûl değilsin, sen mes’ûl olduğun tarafını düşün, dercesine bir cevap veriyor.

Demek ki mü’minler olarak vazifemiz; kabir ve âhiret hayatının keyfiyetiyle, yani mes’ûl olmadığımız tarafıyla oyalanmak yerine; asıl mükellef olduğumuz “hazırlık” safhasıyla meşgul olmaktır.

Rabbimiz bu hazırlıktan gâfil kalmaktan cümlemizi muhâfaza buyursun…

Âmîn Efendim. Ebediyet yolculuğunda esas meselemizin, ona hazırlanmak olduğunu vurguladınız. Peki bu yolculuğa nasıl hazırlanmalıyız? Yol azığımız neler olmalı? Bundan da bahsedildi mi kitapta Efendim? Altınoluk okuyucuları için bu yol azığının bir kısmını paylaşabilir misiniz?

[Elbette. Âyet-i kerîmede:

وَتَزَوَّدُوا فَاِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوٰى وَاتَّقُونِ يَا اُولِى الْاَلْبَابِ

“…(Ey mü’minler! Âhiret için) azık edinin. Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır. Ey akıl sahipleri! Ben’den ittikā edin (emirlerime karşı gelmekten sakının).” (el-Bakara, 197) buyruluyor.

Yani âhiret azığının en hayırlısı “takvâ”dır. Takvâ ise nefsânî arzuları bertaraf edip rûhânî istîdatları inkişâf ettirmektir. Cenâb-ı Hakk’ın muhabbet ve rızâsını kaybedip gazabına dûçâr olma korkusuyla O’nun emir ve nehiylerine karşı büyük bir titizlik ve hassâsiyet göstermektir. Bu hassâsiyetle kalben merhaleler katedebilmektir. Böylece Cenâb-ı Hakk’a yakın bir kul olabilmektir.

Cenâb-ı Hak bizi Dâru’s-Selâm’a/Cennet’ine dâvet ediyor. Fakat her dâvetin bir kabul şartı vardır. Cennet dâvetinin şartı da “takvâ” ile seviye kazanmış bir kalb-i selîm, kalb-i münîb ve nefs-i mutmainne’dir. Cenâb-ı Hak ancak o zaman kulunu muhatap alıyor:

(Sâlih) kullarımın arasına katıl ve Cennet’ime gir.” (el-Fecr, 29-30) buyuruyor.

Şâh-ı Nakşibend Hazretleri’ni, vefatından sonra rüyâsında gören sâlih bir zât soruyor:

“–Efendim, ebedî kurtuluşumuz için ne yapalım?”

Nakşibend Hazretleri şu cevâbı veriyor:

“–Son nefeste neyle meşgul olmak gerekiyorsa onunla meşgul olun! Yani, son nefeste nasıl ki tamamen Hak Teâlâ’yı düşünmeniz lâzımsa, hayatınız boyunca da o şekilde uyanık olunuz!”[4]

Nitekim hadîs-i şerîfte de:

“Kişi yaşadığı hâl üzere ölür ve öldüğü hâl üzere haşrolunur.” buyrulmuştur. (Münâvî, Feyzü’l-Kadîr Şerhu’l-Câmii’s-Sağîr, V, 663)

Velhâsıl son nefese kadar uyanık bir kalple, bir teyakkuz hâlinde kulluğumuza devam etmeliyiz. Havf ve recâ arasında, yani Rabbimiz’in gazabına dûçâr olma korkusu ve O’nun rahmetine nâil olabilme ümîdinin dengelediği bir gönül kıvamıyla yaşamalıyız.

Şunu da düşünmeliyiz ki 124 bin küsur peygamber, sahâbe-i güzîn efendilerimiz, sıddîklar, şehidler, sayısız evliyâ, asfiyâ, sulehâ, hepsi berzah âleminde. Hadîs-i şerîfte:

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyruluyor. (Buhârî, Edeb, 96)

İşte sahâbe-i kirâmın bütün gayreti, Allah Rasûlü’yle bu dünyada nasîb olan beraberliği âhirette de devam ettirebilmek içindi. Bu uğurda her türlü fedakârlığı gösterdiler.

Bizler de sâlihlerle birlikte haşrolunmak istiyorsak, sâlihlerin izinden gitmek mecburiyetindeyiz.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor ki:

“Ey insanlar! «Kişi sevdiğiyle beraberdir.» hadîsini yanlış anlamayın! (Gücünüz nisbetinde) sâlihlerin amelini işlemedikçe, sâlihlerden olamazsınız. Zira yahudî ve hristiyanlar da kendilerince peygamberlerini sevdiklerini iddiâ ederler; fakat (hâl, ahlâk ve yaşayışları itibâriyle) onlarla değildirler.” (İhyâ, c. II, s. 402)

Demek ki bizler de Allah Rasûlüʼnü gerçekten seviyorsak ve kıyâmet günü Oʼnunla beraber olmak istiyorsak, bugün Oʼnun yolunda fedakârca gayret göstererek, bu sevgimizi ispat etmeliyiz. Zira muhabbetin kantarı fedakârlıktır.

Efendimiz’le âhirette beraber olmak istiyorsak, bugün O’nunla; hâl beraberliği, amel beraberliği, ahlâk beraberliği, his ve fikir beraberliği, velhâsıl istikâmet beraberliği içinde olmaya gayret etmeliyiz.

Hâlimizi sık sık gözden geçirmeliyiz:

Acaba Efendimizʼin ümmetine olan düşkünlüğünde Oʼnunla beraber miyiz?

İbadetlerdeki huşû hâlinde Oʼnunla beraber miyiz?

Muâmelâtındaki nezâket ve zarâfetinde Oʼnunla beraber miyiz?

Yani bu dünyada hasret kaldığımız Rasûlullah Efendimiz’e ukbâda kavuşabilmek için, bugün bizler de O’nun gönül dokusundan hisse almaya, ahlâkıyla ahlâklanmaya gayret etmeliyiz.

Yine unutmayalım ki Cenâb-ı Hak bizi sık sık ölüm, kıyâmet ve âhireti tefekküre dâvet ediyor. Kur’ân-ı Kerîm’in bilhassa son üç cüzünde hep kıyâmet ve âhiretten manzaralar bildiriyor. Yeryüzü ne olacak, semâvât ne olacak, insanlar ne hâle gelecek?.. İşte bizler de bu hakîkatlerin tefekküründe derinleşerek takvâda merhale almaya gayret etmeliyiz.

Velhâsıl ölüm ve ötesine dâir hakîkatlerin; gönlümüzde ve gündemimizde lâyıkıyla mâkes bulması şart. Bunun için de Peygamber Efendimiz’in sık sık tavsiye buyurduğu “tefekkür-i mevt”i günlük hayatımızın ayrılmaz bir parçası hâline getirmemiz ve dünyayı sık sık âhiret penceresinden seyretmemiz elzem. İnşâallah “Ebediyet Yolculuğu” adlı bu nâçizâne eserimizin de bu husustaki gayretlerimizin ziyadeleşmesine vesîle olmasını Rabbimiz’den niyâz ederiz.

İnşâallah Efendim. Son olarak eklemek istediğiniz bir mesaj var mı Altınoluk okuyucularımıza?

Rabbimiz, hepimize ölüm ve ötesine dâir teyakkuz hâlinde olmayı, ebediyet yolcuğumuz için gerekli olan âhiret azıklarını geç kalmadan tedârik etmeyi nasîb eylesin.

Hayat nîmetini rızâ-yı ilâhî istikâmetinde kullanabilmeyi, îman ve Kur’ân’ın feyz ve rûhâniyeti içinde bir ömür yaşayabilmeyi, müslüman olarak can verebilmeyi, rahmet ve gufran tecellîlerine mazhar olarak huzûr-i ilâhîye varabilmeyi, Cennet ve Cemâlullah ile müşerref olabilmeyi, Rabbimiz cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin…

Âmîn Efendim, çok teşekkür ederiz.

Estağfirullah, biz teşekkür ederiz.


Dipnotlar:

[1] Bkz. el-Ahzâb, 65; el-Beyyine, 8; el-Mâide, 119; en-Nisâ, 57; et-Talâk, 11, et-Teğâbün, 9; et-Tevbe, 22…

[2] Bkz. el-Ğâşiye, 3.

[3] Bkz. Müslim, Birr, 163.

[4] Reşahât, s. 130.