DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
DÜNYADAKİ SAÂDET HARİTASI
Efendim, büyük bir lûtuf. Elhamdülillah, Cenâb-ı Hak bizi lûtfen ümmet-i Muhammed olarak dünyaya gönderdi, Kur’ân’a muhâtap eyledi. En yüce Peygamber’e ümmet olduk elhamdülillah.
Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’in ehemmiyeti bakımından;
“اَلرَّحْمٰنُ” olarak başlıyor. Bir merhamet sıfatı, esmâsıyla başlıyor.
عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ
“Kur’ân’ı Rahman öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)
خَلَقَ الْاِنْسَانَ
“İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 3)
عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
“Ona beyânı öğretti.” (er-Rahmân, 4)
Cenâb-ı Hakk’ın çok büyük bir nîmeti. Diksiyon Cenâb-ı Hakk’a ait. Kur’ân-ı Kerîm büyük bir lûtuf, büyük bir Allâh’ın büyük bir ihsânı, ikramı.
Yine Cenâb-ı Hak:
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
(“Biz, Kurʼânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminlere şifâ ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82]) buyuruyor. Şifâ ve rahmet olarak indirdik buyuruyor.
Yine Cenâb-ı Hak تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Asla zarar etmeyecek bir ticaret…” [Fâtır, 29]) buyuruyor. En hayırlı bir ticaret olduğunu…
Kur’ân-ı Kerîm’i tilâvet ederler, “hamele-i Kur’ân” olurlar muktezâsıyla… Yine “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” “…Allah anıldığında kalpleri titrer, Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman îmanları artar…” (el-Enfâl, 2) buyruluyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak çok muhtelif âyetlerde bize Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir lûtfu ve bu büyük lûtfunu idrâk etmiş olmamız…
Efendimiz buyuruyor:
“Yalnız iki kişiye gıpta edilir:
Birincisi, Allâh’ın kendisine Kur’ân verdiği kişidir. O kişi Kur’ân ile gece-gündüz meşgul olup onunla amel eder. (Yani hamele-i Kur’ân olur.)
Diğeri de kendisine mal verdiği kişilerdir ki o da gece-gündüz bu malı, (malını, Allâh’ın verdiği nîmetleri) Allah yolunda infak eder.” (Müslim, Müsâfirîn, 266, 267)
Ashâb-ı suffe, yani Kur’ân talebeleri, Efendimiz’in en çok meşgul olduğu ashâb-ı kiramdan bir grup idi. Peygamber Efendimiz âdeta bu Kur’ân talebeleri ashâb-ı suffe, Efendimiz’in bir gözbebeği idi.
Kur’ân-ı Kerîm dünyada saâdet haritası, ebediyet kılavuzu, kelâmda mûcize.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in kıraati nasıldı?
Açık bir şekilde, harf harf, tertil üzerine, yani teennî ve tedebbür ile, aynı zamanda tecvid kâidelerine uygun olarak yapılan bir tilâvet idi.
Efendimiz’in hayatına baktığımızda O’nun her vesîleyle Kur’ân-ı Kerîm okuduğunu görürüz. İnsanlara İslâm’ı anlatırken ve ashâbına sohbet ederken Kur’ân okurdu. Bir meseleyi îzah ederken, o meseleyle ilgili âyetleri okurdu. Gece teheccüd ve gece ibadetlerinde uzun uzun Kur’ân-ı Kerîm tilâvet ederdi. Sefer esnâsında Kur’ân-ı Kerîm okurdu.
Nitekim hicrette Sürâka, Efendimiz’i katletmek için peşine takıldı, hidâyet buldu. “Ben dedi, Allah Rasûlü’nün dedi kıraatini dinlerdim.” dedi.
Muhterem Fâtih Hocamız’ın bir sohbetinde bir hadîs-i şerîf nakletti, onu da ben tekrar sizlere nakletmek arzu ederim:
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir defasında şöyle buyurmuşlardı:
“Şüphesiz, insanlardan Allâh’a yakın olanlar vardır.”
Ashâb-ı kirâm:
“‒Ey Allâh’ın Rasûlü onlar kimlerdir?” diye sorunca Efendimiz:
“‒Onlar Kur’ân ehli, Allah ehli, Allâh’ın has kulları (yani Allah dostları)dır.” diye cevap buyurdu. (İbn-i Mâce, Mukaddime, 16)
En kıymetli tahsil, Kur’ân ve Sünnet tahsilidir. Bir kişinin bu Kur’ân’ı tahsili ikmâl edebilmesi için geçtiği merhaleleri kıymetli hocamız şöyle îzah etmişti:
Birincisi “Kâriu’l-Kur’ân” olabilmek. Yani Kur’ân-ı Kerîm’i doğru sûrette, yani tecvid ve telâffuz bakımından düzgün okuyabilmek. Bu bir müslümana verilen bir sıfattır “kâriu’l-Kur’ân” olabilmek. Yani bu, her mü’min için bir şarttır, vaciptir.
Yani kıraatsiz bir namaz olmaz. Kıyamsız, eğer hastaysak, yorgunsak kıyamsız bir namaz olabilir, oturduğumuz yerde kılabiliriz. Fakat kıraatsiz bir namaz olmaz.
O bakımdan kıraat, Cenâb-ı Hakk’a kulluk bakımından çok ehemmiyetlidir. Hepimizin -alâ kaderi’l-imkân- “kâriu’l-Kur’ân” olması vaciptir, zaruridir.
Tecvid de yalnız Kur’ân-ı Kerîm’e mahsustur. Yani bir Arap konuşurken tecvidle konuşmaz. Yani Kur’ân-ı Kerîm’e has bir hususiyettir.
İkincisi -delikanlıların olduğu gibi- “hâfızu’l-Kur’ân” olabilmek. Yani Kur’ân-ı Kerîm’i baştan sona ezberleyen kimseye verilen bir sıfattır.
Cenâb-ı Hak buyuruyor Şûrâ Sûresi’nde:
“Allâh’ın kullarına karşı lûtfu çok büyüktür (çok lûtuf sahibidir). Dilediğini rızıklandırır. O kuvvetlidir, güçlüdür.” (eş-Şûrâ, 19)
Tabi en büyük rızık, Kur’ân-ı Kerîm ile merzuk olabilmek.
“Âlimu’l-Kur’ân” olabilmek üçüncü merhale:
Hıfz, yalnız kâfî değil, yani hıfz ile beraber mânâyı da okumak ve mânâyı da yaşayabilmek, yaşamak ve yaşatmak. Hayırlılardan olabilmek.
Tabi âyet-i kerîmede yine bu “لَنْ تَبُورَ”dan “en hayırlı bir ticaret” (Fâtır, 29) ondan aşağıdaki âyetlerde Cenâb-ı Hak “vâris kıldık” buyuruyor. Her mü’min, Kur’ân-ı Kerîm’in vârisidir. Yani Kur’ân-ı Kerîm’e çok ehemmiyet verecek. Bu mîrası çok îtinâlı kullanacak.
Birincisi; bu nîmeti zâyî edenler. “Kendilerine zulmedenler.” Bir tatbikâtı yok. Okuyor, ezberlemiş, fakat Kur’ânî ifâdeyle “Benî İsrâil âlimleri gibi, kitap yüklü merkepler gibidir” buyruluyor. (Bkz. el-Cuma, 5) -Allah korusun-.
İkincisi “muktesitler”, orta yolda gidenler. Fakat Rabbimiz, bizim “hayırda öne geçenler”den olmamızı arzu ediyor. Yani Kur’ân-ı Kerîm’i yaşayacağız ve Kur’ân-ı Kerîm’i yaşatacağız.
Üçüncüsü; “Âlimu’l-Kur’ân”:
Ve Kur’ân-ı Kerîm’in sır ve hikmet deryasından bir nasip alabilmek. Ve bu da Kur’ân ilimlerini tahsil etmeye bağlı. Kur’ân-ı Kerîm, ne kadar dünyevî ilimler varsa, tıp, astrofizik, sayabildiğimiz kadar sayalım, hepsinin Kur’ân-ı Kerîm hikmet tarafını bize bildirir.
İlim insana aittir. Fakat bunun hikmet tarafını Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’de bize bildirir. Hikmetsiz, abes bir şey yok ve her ilim, kulu Rabbe, Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırır. Tefekkür ufkunu açar. İnsanı zerreden kürreye tefekküre davet eder.
Üçüncüsü, Kur’ân-ı Kerîm bize zâhirî ve bâtınî muhteşem bir kültür telkin eder.
Kur’ân-ı Kerîm’in ihtiva ettiği ilimler:
Başta akâid ilmidir. Akâidî esaslardır. Akâid en mühimidir, akâid kayarsa -Allah korusun- îman kayar.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- 13 sene akâidi telkin etti ve sahâbeye akâidi yaşattı. Her türlü zulme karşı mukâvemet edildi. Hakaretler oldu, zulümler oldu, ambargolar konuldu. Fakat ashâb-ı kirâm o akâid gücüyle mukâvemet etti. Arkadan hicret geldi, hicrette de malını-mülkünü bırakarak, kalbini korumak için, kalbini muhafaza için hicret etti. Demek ki en mühim, bir akâiddi. Efendimiz bunu 13 sene telkin etti akâidi. Ve ashâb-ı kirâma yaşattı.
Diğer olarak ibadet ilmi, ahlâkî kâideler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Cenâb-ı Hak kırk sene ahlâkı öğretti. Bir de;
“Rabbim terbiye etti, ne güzel terbiye etti.” buyuruyor. (Süyûtî, I, 12)
Müşrikler bile O’nun ahlâkına hayrandı. Ebû Cehil bile dedi ki:
“‒Muhammed dedi, biz Sen’inle beraber büyüdük, Sen hiç yalan söylemedin.” dedi. Yani bir Allah-Rasûlullah düşmanı bile Efendimiz’in ahlâkını tasdik etti.
Ahlâk kâideleri Kur’ân-ı Kerîm’de. Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıran kötü vasıflar, onlar bildiriliyor. Toplumu düzeltmeye, toplumu ihyâ etmeye, toplumu hidâyete getirmeye yarayan hükümler. İktisâdî ve mâlî düzenlemeler ve hukuk. Hakkın-hukukun tevzii. Âileye âit hükümler. Harp-savaş hukukunu düzenleyen esaslar. İnsan hakları, kul ve köle. Onları bir insânî seviyeye çıkartmak, onları hürriyete kavuşturmak.
Diğeri cedel ilmi: Tevhid akidesine uymayan iddiâları cevaplandırma.
Diğeri, üçüncüsü, Allâh’ın nîmetlerini telkin eden ilim. Tefekküre davet ediyor.
اَفَلَا يَعْقِلُونَ (“…Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68])
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50]) buyuruyor.
Kıssadan hisseler. Allâh’ın insanlık tarihine müdâhaleleri. Kahrolan kavimler, saâdet bulan kavimler. Ve ölüm ve sonraki bildirilen ilim bildiriliyor.
En muazzam, en muhteşem kültür, Kur’ân-ı Kerîm kültürüdür. Hayatın bütün muhtevasının, bu kültürün yegâne mürşidi de -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir. İnsan hayatının bütün muhtevâsını tanzim eder, hiç boşluk bırakmaz.
Sami Efendi Hazretleri’ne bir kişi geliyor talebelerinden.
“‒Efendim diyor, yeğenlerim diyor, Amerika’da okudu, biri mimar, biri mühendis oldu.” diyor. Sami Efendi Hazretleri buyuruyor ki:
“‒Ben de diyor, Dâru’l-Fünûn’u bitirdim, hukuk fakültesini bitirdim diyor. (Bunları geç diyor.) Esas diyor ilim, Cenâb-ı Hakk’a kul olabilme ilmi.”
Kul olabilme… Kur’ân ilmi, Sünnet ilmi. Kur’ân ve Sünnet-i Seniyye ile hayatımızı istikâmetlendirebilme…
Dördüncü fasıl, “hâdimu’l-Kur’ân” olabilmek:
Zihne ve gönle nakşettiği Kur’ân ilimlerini, ondan mahrum olan sînelere ulaştırmak. Yani Kur’ân-ı Kerîm’de 11 yerde -hatırladığıma göre- emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker geçiyor. İnsan kendisini ihyâ edecek, ondan sonra emr-i bi’l-mârûf ve nehy-i ani’l-münker’de bulunacak.
Rabbimiz:
“Sizler, insanlar arasından çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, mârufu emreder ve münkerden nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110) buyuruyor.
Yani “hâdimu’l-Kur’ân” olabilmek.
“En hayırlınız Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21) Yaşayan ve yaşatan.
Şunu da unutmamak lâzım. Kendi hayatımıza yansıtabildiğimiz kadar, Kur’ân-ı Kerîm’den in’ikâs aldığımız kadar; insibağ, Kur’ân-ı Kerîm’in boyasına boyandığımız kadar tebliğ edebiliriz. Bu çok mühim. Yani bir âyet-i kerîmeyi iki farklı hocaefendi okur, ikisinin de okuyuşu, kalbinin durumuna göre tesir eder.
Beşincisi, “âmilü’l-Kur’ân” olabilmek:
Kur’ân’ı yaşamak, Kur’ân ahlâkıyla ahlâklanmak. Hayatımızda hiçbir taviz vermeden Kur’ân-ı Kerîm’i yaşayabilmek. İşte ashâb-ı kirâm.
Altıncısı, “hâmilü’l-Kur’ân” olabilmek:
Kalb-i selîme ulaşabilmek, kalb-i münîbe ulaşabilmek, nefs-i mutmainneye ulaşabilmek. Bu şekilde bir “hâmilü’l-Kur’ân” olabilmek. Yani Cenâb-ı Hakk’a dost olabilmek. Cenâb-ı Hak:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])
Onlar o zor günde, o kıyâmet gününde korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir, buyuruyor.