DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
sohbet_171103
GELİŞİMİZ NİYE, GİDİŞİMİZ NİYE?
Cenâb-ı Hak selâmete ermemizi bildiriyor. Nasıl selâmete?..
“Dünyaya niçin geldik? Kimin mülkünde yaşıyoruz? Nereye gideceğiz? Geliş niye, gidiş niye?..”
Bunun bir idrâki içinde bir mü’min olacak, ona göre hayatını tanzim edecek.
Cenâb-ı Hak bize lûtfuyla, keremiyle, ihsânıyla, ikramıyla, insan olarak, bir de müslüman olarak dünyaya getirdi. Bizim burada bir dahlimiz olmadı, bir bedel ödeyerek olmadı. Fakat dünyadan bir bedelli olarak çıkacağız.
Diğer taraftan, 124.000 küsur peygamberin en yücesine ümmet kıldı. Ve biz 124.000 peygamberden kendimiz seçmedik hangi peygambere (ümmet olacağımızı)… Cenâb-ı Hak lûtfuyla, keremiyle en yüce peygambere ümmet kıldı.
İnsan dünyaya gelmeden bu kâinat hazırlandı. Bir mekteb-i âlem. Zerreden kürreye her şey Cenâb-ı Hakk’ın azametinin bir delili.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bir ikram hâlinde bize. En büyük Peygamber’i ikram etti. O’nun “raûf ve rahîm” olduğunu, o Peygamber’in bildiriyor. Çok merhametli ve çok şefkatli olduğunu bildiriyor.
Cenâb-ı Hak kendisi için en çok Kur’ân-ı Kerîm’de esmâ-i ilâhiyye olarak “Rahman ve Rahîm” esmâsını bildiriyor. Demek ki bir mü’min de bir rahmet insanı olacak, bereket tevzî edecek, rahmet tevzî edecek.
Cenâb-ı Hak “insanı mükerrem kıldık” buyuruyor. “Benî Âdem’i mükerrem olarak yarattık” diyor. (Bkz. el-İsrâ, 70) İnsan, mükerrem olacak, muhteşem olan Cennet’e lâyık hâle gelecek.
Birinci şartı da:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
(“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80])
Allah Rasûlü’ne itaat eden, Allâh’a itaat etmiş oluyor. İki itaat birleşiyor.
Yine ashâb-ı kirâm buyuruyor ki:
“Bizi en çok sevindiren hadîs-i şerîf, binlerce hadîs-i şerîfin içinde:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ hadîs-i şerîfi.
«Kişi sevdiğiyle beraberdir.»” (Bkz. Müslim, Birr, 163)
Onun için ashâb-ı kirâm Efendimiz’in hâliyle hâllendi. Efendimiz’e doyamadı. Ve bizi en çok sevindiren, bu hadîs-i şerîf oldu. Bütün ashâb-ı kirâmın gâyesi, kıyâmette de, o zor günde Efendimiz’in civârında olabilmek.
Demek ki bir mü’min, Allah Rasûlü’nün gönül dokusundan, yüksek karakter ve emsalsiz örnek şahsiyetinden istifâde ettiği ölçüde bir rahmet insanı olacak, bereket insanı olacak. Bu en büyük nîmet.
Bunun için kendimize sormalıyız:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönlünde ne vardı? Yani kendi gönlümüzle kıyas yapmak için…
İbadetleri huşû ile edâ vardı. Namaz, oruç, zekât, sadaka… Rasûlullah Efendimiz’e ayrı bir lezzet veriyordu her biri.
Başka ne vardı? Ümmetinin takvâ sahibi olması arzusu vardı.
Takvâ nedir? Nefsânî arzuları bertaraf etme, rûhânî istidatları inkişâf ettirme, kendisinin ilâhî kameranın altında olduğunu idrak hâlinde olabilmesi. Bu şekilde kalpte bir şuur hâline gelebilmesi. Yani ashâbının bütün, takvâ sahibi olmasını arzu ediyordu. Daima onun (gayreti) içindeydi. Zira takvâ, âhiret için en mühim bir azık olmuş oluyor. Kulun bir kurtuluş reçetesi olmuş oluyor.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede de:
“…(Âhiret için) azık edinin…” (el-Bakara, 197) buyuruyor. Yani amel-i sâlihlerde bulunun bolca. “…Bilin ki azığın en hayırlısı takvâdır…” (el-Bakara, 197) Amel-i sâlih sahibi olmanızdır. Cenâb-ı Hak “اَكْثَرُ عَمَلًا” (çok amel)dan ziyade “اَحْسَنُ عَمَلًا” (güzel amel) buyuruyor.
“…Hayırlı olan, takvâ elbisesidir…” (el-A‘râf, 26) buyuruyor.
Allah Rasûlü’nün gönlünde ne vardı?
Allâh’ın verdiği bu İslâm nîmetini tevzî etmek vardı. İnsanların hidâyete kavuşması vardı.
Başka ne vardı Allah Rasûlü’nün gönlünde?
Mazlumlar vardı, çâresizler vardı, kimsesizler vardı. Onlar zimmetliydi, onlar kendisine…
Rivayet ediliyor; Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya soruluyor:
“–Ey mü’minlerin annesi! Allah Rasûlü’nün ahlâkı nasıldı?”
O da buyuruyor ki:
“–Allah Rasûlü’nün ahlâkı Kur’ân’dı.”
İlâveten Âişe Vâlidemiz:
“–Siz diyor, Mü’minûn Sûresi’ni okumuyor musunuz?” buyuruyor.
Okumaya başladı. Onuncu âyete geldiği zaman, onuncu âyete kadar:
“İşte Allah Rasûlü’nün ahlâkı buydu.” dedi. (Hâkim, el-Müstedrek, II, 426/3481; Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, I, 115/307; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, I, 309)
İnsanın iki yapısı vardır kardeşler:
Bir; türâbî yapısı. Yani bir beden yapısı var. Bu beden yapısı toprağa mensup. İnsanın gelişi topraktan, gıdası topraktan, vefatından sonra bu beden tekrar toprağa dönüyor. Velhâsıl topraktan toprağa bir akış hâlinde.
Bütün canlılar gibi insan da topraktan yaratıldı. Toprağın tahavvülü neticesinde gelen gıdalarla beslenir. Ve âkıbet, son nefeste yine toprağa döner.
Bütün dünyevî, bedene âit lezzetler, son nefesle nihayet bulacak, ancak Allah Rasûlü’nün muhabbeti, kabir ve kıyamette kul için huzur ve saadet vesîlesi olacak.
Demek ki ashâb-ı kirâmın Allah Rasûlü’ne muhabbeti… Muhabbet, tatbikâtı getirir. Demek ki bütün dünyevî zevkler son nefeste bitecek, Allah Rasûlü’nün muhabbetiyle devam edilecek. Nereye? Sonsuza… Cenâb-ı Hak’la dost olmaya.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
O Allah dostları için de; “…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62)
Çok zor geçitlerimiz var önümüzde. Bir “son nefes” geçidi var, o meçhul herkes için. Peygamberler ve peygamberlerin işaret ettiklerinin dışında meçhul. Onun için Cenâb-ı Hak:
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) diyor. Sakın ha, başka türlü can vermeyin, buyuruyor. O da bir sefere mahsus.
Yine Fâtır Sûresi’nde, Cehennemlikler diyecek ki, Cenâb-ı Hak bir sahne bildiriyor âyet-i kerîmede:
“–Yâ Rabbi! Bizi buradan çıkar diyecek. Bu Cehennem’den çıkar! Biz çok pişman olduk! Biz o kötü hâllerimizi iyiye çevirelim, bizi buradan çıkar!” diyecekler.
Cenâb-ı Hak iki tane soru soracak orada:
“–Size dünyada düşünecek kadar bir zaman vermedik mi?”
Geliş niye, gidiş niye, kimin mülkündesin?
İkincisi:
“–Bir peygamber gelmedi mi?” Bir irşatçı gelmedi mi?
“–Evet yâ Rabbi, oldu diyecek. Fakat biz gaflete düştük.”
“–Azâbı tadın!” buyuracak Cenâb-ı Hak. (Bkz. Fâtır, 37)
Yani kardeşler, bu dünya hayatı çok kıymetli bir hayat. Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilmek, O’na güzel bir kul olabilmek.
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlar korkmayacaklardır…” (Yûnus, 62)
Bir “son nefes” var. En zor ân. Rûhun bedeni terk edişi.
Bir “kabir hayatı” var. Bir gurbet hayatına gidiyoruz. Bütün antenler kopuyor dünyadan. Ne kadar bu kabir hayatı, bilmiyoruz. Bu dünyada biraz daha uzun yaşasak diyoruz. Kabir hayatı tâ kıyamete kadar. Ne kadar sürecek, onu da bilmiyoruz.
Dünyadaki ahvâlimizle, kabir hayatımız istikâmetlenecek. Ondan sonra tekrar yeni bir doğum var. O da kıyamete bir doğum var.
صَيْحَةً وَاحِدَةً “büyük bir gürültü” (Yâsîn, 29), çığlıkla bir kıyametin bir başlaması.
Yevmü’l-hurûc; çıkış gününün başlaması, mezarlardan kalkış.
Yevmü’l-hulûd, bitmeyen bir gün başlayacak.
Velhâsıl Efendimiz buyuruyor:
“Bütün lezzetleri yok eden ölümü çok çok anınız.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 4)
Demek ki insanın bu bedenî yapısı, bu yapı emanet. Orada benim şeklim, biçimim nasıl olacak? Senin dünyadaki kalbî yapına göre o zaman, âhirette senin şeklin olacak.
Cenâb-ı Hak buyuruyor âyette:
“Kimi insanlar vardır, mutludur, sevinçlidir, mesuttur. Kimi insanlar vardır, çirkindir, iğrençtir, pörsüktür.” (Bkz. el-Kıyâme, 22-24; Abese, 38-41)
Demek ki buradaki kalbî hayatımız, orada şekillenecek.
İkinci yapımız; rûhânî yapı. Bu yapıya ölüm yok. Beden yapısına ölüm var, rûhânî yapıya ölüm yok. Çünkü bedenî yapı, dünya için. Namaz, ibadet, oruç, vs. ahlâk, muâmelât, bu bedenle oluyor, bedensiz olmaz. Onun için Cenâb-ı Hak bedeni verdi bize. Fakat bedenin fonksiyonu bitince beden alınacak. Ondan sonra yine yeni dirilişle kıyamet günü yeni baştan bir bedene, kalbimiz gibi bir dünyevî orada bir yapımız olacak.
İkincisi, işte bu rûhânî yapı devam edecek. İnsan gönül itibariyle semâvî, yani yücelere mensup. Bu vasıfla Cenâb-ı Hak’la dost olacak, ebediyet yolculuğuna çıkacak. Kalp tekâmül edecek. Hantal bir kalp olmayacak, nâdân bir kalp olmayacak. “اَحْسَنِ تَقْوِيمٍ” (buyuruyor) Cenâb-ı Hak… “En güzel bir yaratılış” hâline gelecek. (Bkz. et-Tîn, 4)
Fakat nefsânî hayata mağlup olursa, o zaman “بَلْ هُمْ اَضَلُّ” “aşağıların aşağısı” buyruluyor. (Bkz. el-A‘râf, 179; el-Furkân, 44)
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
كُنْتُمْ خَيْرَ اُمَّةٍ اُخْرِجَتْ لِلنَّاسِ تَاْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَتَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِ
(“Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz…” [Âl-i İmrân, 110])
İnsanlar arasından çıkarılmış bizim en hayırlı bir ümmet olduğumuz… Yani en hayırlı bir ümmet olmamız için Cenâb-ı Hak istîdatlar veriyor. Kendimizi, en hayırlı ümmet (olmak için) kendimizi inkişâf ettireceğiz.
Nefs… Bu tarafı bertaraf edeceğiz. Kalp tezkiye olacak. Ve o tezkiye olmuş kalp ile de irşâd edeceğiz.