Hak Dostlarından Hikmetler
2018 – Mart, Sayı: 385, Sayfa: 032
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Bak evlâdım! Haram yemek, kalbi öldürür. Lokma vardır, kalbini nurlandırır; lokma vardır onu karanlığa boğar. Yine lokma vardır, seni dünya ile meşgul eder; lokma vardır ukbâ ile meşgul eder. Lokma vardır, seni her iki dünyanın da zâhidi yapar, seni dünya ve âhiretin Hâlıkı’na yöneltir.”
[Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın çok aç olduğu bir gün, kendisine bir yiyecek ikram edilir. O da açlığının şiddetinden, o gıdanın nereden geldiğini sormadan bir lokma alıverir. Fakat o lokmanın haram veya şüpheli bir yoldan kazanılmış olduğunu öğrenince, derhâl parmağını boğazına götürüp (bütün eziyetine rağmen) yediklerinin hepsini çıkarır. O yiyeceği getiren kimseye de;
“–Yazıklar olsun sana! Neredeyse beni helâk ediyordun!” der.
Kendisine:
“–Bir lokma için bu kadar eziyete değer miydi?” diyenlere de şu cevâbı verir:
“–Canımın çıkacağını bilseydim, yine de o lokmayı çıkarırdım. Zira Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«Haramla beslenen vücudun müstahak olduğu yer, Cehennem’dir!» buyurdular.”[1]
Görüldüğü üzere bizler için örnek nesil olan ashâb-ı kirâm efendilerimiz, hatâen yedikleri bir gıdayı dahî -haram veya şüpheli olduğunu öğrendiklerinde- derhâl kendilerinden uzaklaştırmak istiyorlardı. Çünkü onlar çok iyi biliyorlardı ki haram lokma, rûhî inkişâfa, kalbî terakkîye, maddî-mânevî fütûhâta engel teşkil eder; gaflet ve günahların sermayesi olur.
Şu bir hakîkattir ki insan rûhuna en çok tesir eden iki müessir vardır. Birincisi, ülfet ettiği kimselerin mânevî durumu, ikincisi de yediği lokmaların helâliyet derecesidir.
Lokma; haram veya şüpheli ise mânevî hayata zehir saçar. Kalbe kasvet, ibadetlere karşı üşengeçlik ve Allah yolundaki hizmetlere karşı tembellik verir.
Buna mukâbil, yenilen lokmalar helâl ise o da gönül feyzini ziyâdeleştirip rûhâniyeti takviye eder. Sâlih amellere rağbeti artırır, bedenle birlikte rûha gıdâ, sadra şifâ olur.
Mevlânâ Hazretleri, helâl ve haram lokmaların kişinin iç dünyasına tesirini şöyle ifade eder:
“Bu seher benden ilham kesildi. Anladım ki vücuduma şüpheli birkaç lokma girdi. Bilgi de hikmet de helâl lokmadan doğar. Aşk da merhamet de helâl lokmanın mahsûlüdür. Nûr ve kemâli artıran lokma, helâl kazançtan elde edilen lokmadır. Eğer bir lokmadan gaflet meydana gelirse, bil ki o lokma şüpheli veya haramdır.”
Büyük mürşid-i kâmillerden Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri, helâle riâyet hususuna son derece ihtimam gösterirdi. Şüpheli şeylerden kaçınmakta da büyük bir hassâsiyet sergilerdi. Sohbetlerinde sık sık;
“İbadet on kısımdır; dokuzu helâl rızık taleb etmek, biri ise diğer amellerdir.”[2] hadîsini okur ve muhtevâsıyla amel etmeyi emir buyururdu.[3]
Nakşibend Hazretleri, yiyeceğini bizzat kendi ziraatinden elde ederdi. Her sene bir miktar arpa, biraz börülce ve zerdali yetiştirirdi. Ziraat yaparken kullanılan hayvanların, tarlanın, tohumun ve suyun helâl olması hususunda çok ihtiyatlı davranırdı. Bu sebeple pek çok âlim, teberrüken (ve şifâ niyetiyle) onun helâl yemeğinden yiyebilmek için sohbetlerine iştirâk ederdi.[4]
Bir defasında mânevî hâllerinin kaybolduğundan yakınan bir talebesine:
“–Yediğin lokmaların helâlden olup olmadığını iyi araştır!” buyurmuştu. Talebe gidip araştırdığında, yemeği pişirdiği ocakta helâl olup olmadığı şüpheli bir parça odun yaktığını anladı ve hemen tevbe etti.[5]
Şu hâdise de gıdânın mânevî keyfiyetine ârifler nazarında ne kadar ehemmiyet verildiğini göstermesi bakımından pek ibretlidir:
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri bir gün, Gadîvet denilen bir bölgeye gitmişlerdi. Bir derviş önlerine yemek getirdi. Hâce Hazretleri;
“–Bizim bu yemeği yememiz münâsip değildir. Çünkü o, öfke ile pişirilmiştir. Unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş!” buyurdu.[6]
Demek ki yenilen lokmaların helâl olup-olmamasının da ötesinde, hangi hâlet-i rûhiye ile hazırlandığının dahî, insanın mâneviyâtına tesiri bulunmaktadır.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, her hususta olduğu gibi helâl gıdâ hassâsiyeti hususunda da, bizler için emsalsiz bir örnek şahsiyettir.
Bir gün, sahibine değil de sahibinin hanımına söylenerek; “Nasıl olsa satmaya râzı olur.” düşüncesiyle kesilen bir koyunun eti, Peygamber Efendimiz ve arkadaşlarına ikram edilmişti. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yemekteki gönül rızâsı eksikliğini hissederek, lokmayı ağzında evirip çevirdi, bir türlü yutamadı. Meselenin aslını soruşturup öğrendiğinde o etten yemediği gibi, sahibine de o eti gayr-i müslim esirlere yedirmesini emretti. (Ebû Dâvûd, Büyû, 3/3332; Ahmed, V, 293)
Allah Rasûlü’nün izinden giden istikâmet ehli sâlih mü’minlerin gıdâlar hususundaki bu nevî hassâsiyetleri, onları çarşı-pazardan aldıkları yiyecekleri, evlerine içini göstermeyen torbalarla taşımaya sevk etmiştir. Zira yenilecek bir gıdâ üzerinde, muhtaçların iç çekişlerinin, gariplerin mahzun nazarlarının menfî tesirleri bulunmamalıdır.
Günümüzde ise lokantalarda satılan yiyeceklerin sokak ve caddelerden geçenlere vitrinlerde teşhir edildiğini görüyoruz. Bu çok mahzurlu bir durumdur. Zira orada birçok mahrumun gözleri takılı kalmakta, bu da kul hakkına sebebiyet vermektedir.
İslâm ahlâkının hâkim olduğu mâzimizde bu hususa çok dikkat edilirdi. Camekânların önüne bir perde çekilirdi ki, o yiyecekleri alacak imkânı olmayan fukarânın gözleri takılmasın, yiyenlere ve satanlara bir vebâl olmasın…
Nitekim komşu haklarının neler olduğundan bahsedilen bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
“…Çorbandan az da olsa komşuna da göndermek sûretiyle tencerenin kokusuyla onu rahatsız etme! Bir meyve satın aldığında ona da hediye et. Eğer bunu yapamazsan meyveyi evine (komşuna göstermeden) gizlice getir. Onu çocuğun da dışarı götürüp, komşunun çocuğunu özendirmesin.” (Beyhakî, Şuab, VII, 83; Kurtubî, V, 120-123)
Yani bir gıdâ şayet ikram edilemeyecekse, hiç olmazsa onun kokusuyla ve görüntüsüyle başkalarına eziyet etmemek gerekir.
Bugün ise umûma açık park yerlerinde bile ızgaralar yapılarak et ve kebap kokuları etrafa yayılmaktadır. Merhamet, diğergâmlık, edep, hayâ gibi kalbî hassâsiyetler dumura uğrayıp yerini bencillik ve hodgâmlığa terk ettiği içindir ki, göz hakkı, kul hakkı düşünülmemektedir.
Eskiden pek çok evde fırın yoktu. Hazırlanan börek-çörekler pişirilmek üzere çarşı fırınına, üstü sofra beziyle örtülmüş tepsilerle gönderilirdi. Götüren çocuklara da büyükleri;
“–Evlâdım, biraz kes, fırıncıya da ver. Bir göz hakkı, bir kul hakkı kalmasın!..” diye tembih ederlerdi.
Bugün ise maalesef yaygın bir hastalık var: Bir lokantaya yahut ziyafete giden, yediği yemeğin resmini çekip cep telefonundan paylaşıveriyor. Evine yeni bir eşya alan da, aynı şekilde onu herkes görsün istercesine âdeta reklâm ediyor. Bu tür paylaşmaların yapıldığı cep telefonları, büyüklerin yeni oyuncağı oldu. Mahrem kalması gereken husûsî fotoğraflar dahî ortalığa dökülüveriyor.
Böylece; edep, hayâ, mahremiyet telâkkîsi zedeleniyor. Hâlbuki; “Hayâ îmandandır.”[7] Mü’mine yakışmayan böyle bir gösteriş düşkünlüğü ve teşhircilik; en başta edep, hayâ ve görgü noksanlığıdır, kabalıktır. Kimseye hiçbir zararı olmadığı zannedilse bile, en azından mâlâyânî ile iştigaldir. Bu ise İslâm ahlâkına aykırıdır. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minlerin vasıflarını zikrettiği âyet-i kerîmelerin birinde;
“Onlar ki, boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Mü’minûn, 3) buyuruyor.
Hadîs-i şerîfte de:
“Kişinin kendisini ilgilendirmeyen şeyleri terk etmesi, müslümanlığının güzel olmasındandır.” buyruluyor. (Tirmizî, Zühd, 11)
Ayrıca böyle fotoğraf paylaşmaları, kişiyi bir yandan gurur ve kibre sevk ederek günaha düşürürken, muhataplarının da nazar ve hasedini celbetme tehlikesi taşıyor. Hâlbuki hadîs-i şerîfte;
“İhtiyaçlarınızı elde etmede gizlilikten istifâde edin. Çünkü her nîmet sahibine hased edilir.” buyruluyor. (Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, I, 34)
Velhâsıl; yediğimiz, giydiğimiz, kullandığımız bütün nîmetlere, onlardan mahrum olanların gözlerinin takılı kalmasına mahal vermekten mümkün mertebe sakınmamız îcâb eder.
Helâle riâyet hususunda şuna da çok dikkat etmek lâzımdır ki; eğer bir memur yahut işçi, vazifesini bihakkın yerine getirmiyorsa, mesâi saatlerine riâyet etmiyorsa, aldığı maaşa kısmen haram karıştırmış olur. Bir câmi imamı şayet cemaatiyle yeterince meşgul olmuyorsa, onlara gerekli îkaz ve irşadlarda bulunmuyorsa; bir muallim talebeleriyle gereği gibi alâkadar olmuyorsa, onlar da aldıkları maaşlara, kendi elleriyle haram karıştırmış olurlar. Kişinin malı üzerinde kul hakkı, mîras hakkı, zekât borcu sebebiyle fakir-fukarânın hakkı varsa, bütün bunlar da onun mâneviyâtına menfî tesir eder.
Bunun içindir ki Hak dostlarından Süfyân-ı Sevrî Hazretleri;
“Kişinin dindarlığı, ekmeğinin helâlliği nisbetindedir.” buyurmuştur. Yine bir gün kendisine:
“–Efendim! Namazı birinci safta kılmanın fazîletinden bahseder misiniz?” diyen bir şahsa;
“–Kardeşim! Sen ekmeğini nereden kazanıyorsun, evvelâ ona bak! Kazancın helâl olduktan sonra, hangi safta dilersen namazını orada kıl; bu hususta sana güçlük yoktur.” cevâbını vermiştir.
Zira her lokma, içinde mâzisinin mânevî dosyalarını taşır. O lokma helâlden mi, haramdan mı kazanıldı? Üzerinde bir göz hakkı, mîras hakkı, zekât borcu gibi bir hastalık var mı? O lokmayı hazırlayanın kalbî durumu ne vaziyette?.. Bütün bu kayıtların müsbet veya menfî tesirleri, o lokmayı yiyene de sirâyet eder. Müsbet ise gönle feyz ve rûhâniyet olarak, menfî ise gaflet ve kasvet olarak akseder.
Şu da çok hazin bir durumdur ki günümüzün bilhassa büyükşehirlerinde maalesef pek çok evde âdeta mutfak kalmadı. Sokaklar ve caddeler mutfak oldu. Eskiden evlerde, abdestli, besmeleli, salevatlı, zikrin feyz ve rûhâniyetiyle, bir ibadet vecdiyle pişirilen yemeklerin yerine; bugünün hız ve haz odaklı modern hayatında, maalesef ne tür malzemelerle ve hangi hâlet-i rûhiye içinde pişirildiği belli olmayan gıdaları kuryelerle evlere getirtme âdeti revaç buldu. Yiyen, ne yediğinin mânevî keyfiyetinden haberdar, ne de o yemeği hazırlayanın hâlinden… Bu yemekleri pişirenler abdestli midir, ehl-i salât mıdır, besmele çekmiş midir, düşünülmüyor, hattâ umursanmıyor…
İşte toplumda bereketin kalkması, duâların müstecâb olmaması, ibadetlerde huşû hâlinin kaybolması, maddî-mânevî sancıların artması, duygusuzluk, bencillik, hantallık ve huzursuzluğun çoğalması gibi sıkıntıların bir sebebini de burada aramak gerekir.]
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Sen ey zengin kişi! Allâh’ı unutup hep maddî servetinle iştigâle dalma! Zira muhtemeldir ki yarın gelir, fakat sen fakir düşmüş olursun.”
[Mülk, Allâh’ındır. Onu -bir imtihan olarak- dilediğine bol verir, dilediğinden de kısar. Fakirlik gibi zenginlik de birer ilâhî imtihandır.
Varlık, Cenâb-ı Hakk’ın bir emanetidir. Ne zaman verip ne zaman alacağı meçhuldür. Dolayısıyla onu hep elde kalacakmış zannetmek, emânet edene değil de emânete güvenip dayanmak, büyük bir gaflettir.
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede;
“…Eğer şükrederseniz elbette size (nîmetimi) artırırım…” (İbrahim, 7) buyurarak, nîmetlerin devamının ve bereketinin şükre bağlı olduğunu bildirmektedir.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da şöyle buyurmuştur:
“Eline nîmet geçtiği zaman çok şükret! Sakın az şükürle Allâh’ın nîmetlerini elinden kaçırma!”
Şu hâdise, nîmetleri elden kaçırmamanın yolunu ne güzel îzah etmektedir:
Allah Teâlâ peygamberlerinden birine vahyederek:
“‒Ben, filân kulumun, (bir imtihan olarak) ömrünün yarısını fakirlik, yarısını da zenginlikle geçirmesine hükmettim. Hangisini evvel isterse onu vereceğim. Kendisine sor, arzusunu beyân etsin.” buyurdu.
O peygamber, bu adamı çağırdı ve gelen vahyi haber verdi. Adam, sâliha bir hanım olan zevcesiyle istişâre etmek istediğini söyledi. İstişâresi üzerine de hanımı:
“–Zenginliğin evvel olmasını tercih et!” dedi.
Adam:
“‒Zenginlikten sonra fakirlik zordur. Fakirlikten sonra zenginlik ise pek tatlıdır.” dediyse de hanımı:
“–Bu hususta benim dediğime bak!” karşılığını verdi.
Adam, o peygambere gidip, evvelâ zenginliği tercih ettiğini bildirdi. Allah Teâlâ ona bütün zenginlik kapılarını açtı, büyük bir bolluk ve bereket ihsân eyledi.
O firâsetli hanım, kocasına dedi ki:
“–Eğer bu nîmetin, ömrünün sonuna kadar devam etmesini istiyorsan, Allâh’ın kullarına karşı cömert ol. Kendine bir elbise aldığın zaman, muhakkak bir fakire de elbise al; kendin ne yiyip içersen fukarâya da onlardan ikram et…”
Adamın ömrünün ilk yarısı böyle bolluk içinde ve şükür ile geçince, Allah Teâlâ o peygamberine vahyederek:
“–Ben o kuluma (bir imtihan olarak) ömrünün yarısını zenginlikle, yarısını da yoksullukla geçirmesini teklif etmiştim. Fakat o kulum, bütün nîmetlerime şükretti. Şükür ise nîmetin ziyâde olmasını ve devam etmesini gerekli kılar. O sâlih kuluma, ömrünün geri kalan kısmını da zenginlikle geçirmesini takdir ettiğimi müjdele!” buyurdu.[8]
Nitekim âyet-i kerîmede şöyle buyrulmaktadır:
“De ki: Rabbim, kullarından dilediğine bol rızık verir ve (dilediğinden de) kısar. Siz hayra ne harcarsanız, Allah onun yerine başkasını verir. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” (Sebe, 39)
İşte bu ilâhî sırdan gâfil olanın nefsi cimri olur. Malının kendisini ebedî kılacağını zanneder. Malı verene sığınacağı yerde, şaşkınlıkla malına sımsıkı sarılır. İnfâkın malı bereketlendireceği yolundaki ilâhî vaade değil de, infâk ettiğinde kendisinin fakir düşeceği hususundaki şeytânî ve nefsânî vesveselere îtibâr eder. Hâlbuki cimrilik edip mala sımsıkı sarılmak, ona takdir edileni geri çeviremez. Yani Cenâb-ı Hak verdiği servet emânetini geri almayı takdir etmişse, gâfilin o cimriliği, malının elinden çıkmasına mânî olamaz.
İnsan, ömrü boyunca bolluk içinde yaşasa bile, ne hazindir ki son nefeste bütün fânî varlığı terk edecek, dünyalık olarak ancak bir kefenle toprağın sînesine girecektir. Bundan daha hazin olanı ise, bütün dünyalıklar elinden alınmasına rağmen, bir de o nîmetlerin inceden inceye hesabını vermek zorunda kalacaktır.
Dolayısıyla mü’mine yakışan, bir gün mutlakâ bırakıp gideceği dünya nîmetlerini, elinde fırsat varken Allâh’ın râzı olacağı şekilde kullanarak, hakîkî ve kalıcı saâdete sermâye kılabilmektir.
Şeyh Sâdî der ki:
“Kapına bir garip gelirse, sakın eli boş gönderme. -Allah göstermesin- belki bir gün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın!..
Mâdemki, bugün bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun, bunun şükrânesi olarak, kapına gelen muhtaca ikram et!”
Meselâ bugün yurdumuza sığınmış olan milyonlarca mültecî kardeşimiz, daha evvelden başlarına gelecek bu felâketleri bilmiyorlardı. İstikbâlin neler getireceği, yarın nelerle karşılaşacağımız bizler için de meçhuldür. Bu itibarla bugün kapımıza gelen o mazlum kardeşlerimize kol-kanat germeli, onlara gereken alâka ve ihtimâmı göstermeliyiz ki Rabbimiz ihsân ettiği nîmetleri üzerimizden almasın.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in zevcesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-, oruçlu oldukları bir gün bir yoksul gelip kendisinden yiyecek istemişti. Âişe Vâlidemiz’in evinde o an bir somundan başka bir şey yoktu. Hizmetkârına:
“–Ekmeği ona ver!” dedi.
Hizmetkâr ise:
“–Akşam iftar edeceğiniz başka bir şey yok!” dedi.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:
“–Sen ekmeği ona ver.” dedi.
Hizmetkâr, hâdisenin devamını şöyle anlatıyor:
“Hazret-i Âişe’nin emri üzerine ekmeği o fakire verdim. Akşam olunca birisi bize bir parça pişmiş koyun eti gönderdi. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- beni çağırdı ve:
«–Buyur ye, bu, senin ekmeğinden daha lezzetlidir!» dedi.” (Muvatta, Sadaka, 5)
Demek ki Cenâb-ı Hak, hayatın her safhasında kulundan fedakârlık istiyor. Kulunun îmandaki samimiyetini fedakârlıklarla test ediyor. Nitekim âyet-i kerîmede de şöyle buyuruyor:
“Sevdiğiniz şeylerden (Allah yolunda) infâk etmedikçe «birr»e (hayrın kemâline) eremezsiniz. Her ne harcarsanız, Allah onu hakkıyla bilir.” (Âl-i İmrân, 92)]
Cenâb-ı Hak, rızâsı yolunda hizmet, gayret ve fedakârlıkta bulunarak îmandaki ihlâs, sadâkat ve samimiyetini ispat edebilen sâlih kullarından olabilmeyi, cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 26; Ebû Nuaym, Hilye, I, 31; Ahmed bin Abdullah et-Taberî, er-Riyâdu’n-Nadra, II, 140-141.
[2] Deylemî, Müsnedü’l-Firdevs, III, 107/4062.
[3] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 63.
[4] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 64; Reşahât, s. 159, 184.
[5] Heyet, Evliyâlar Ansiklopedisi, III, 441.
[6] Enîsü’t-Tâlibîn, s. 64-65; Reşahât, s. 513.
[7] Buhârî, Îmân, 3.
[8] Bkz. Ramazanoğlu Mahmud Sâmî, Bakara Sûresi Tefsîri, s. 33-34.