DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
MÎRAC KANDİLİ SOHBETİ
Muhterem Kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hakk’a sonsuz şükürler olsun, bizi meccânen, bir bedel ödemeden en büyük Peygamber’e ümmet kıldı. Ve O Peygamber, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet).
Her peygamber bir kavme gelmiştir. Yalnız Rasûlullah Efendimiz “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet). Bütün, kıyâmete kadar gelen bütün mahlûkâta rahmet olarak Cenâb-ı Hak gönderdi.
Cenâb-ı Hakk’ın Habîbi. Salât ettiği Mahbûbu. Ömrüne yemin ettiği dostu ve en kıymetlisi.
Cenâb-ı Hak hiçbir peygamber üzerine, kıyâmet günü, onun hayatı üzerine yemin etmiyor. Yalnız Rasûlullah Efendimiz’in hayatı üzerine “لَعَمْرُكَ” buyuruyor, “O’nun hayatı üzerine yemin olsun…” buyuruyor. (el-Hicr, 72)
Yine Cenâb-ı Hak bize çok âyette Peygamber Efendimiz’i tanıtıyor. Bir âyet, Ahzâb Sûresi’nde:
“Ey Peygamber! Biz Sen’i hakîkaten bir şâhit (dînin temsilcisi), bir müjdeleyici (hidâyete getirici bir Cennet müjdeleyicisi), bir uyarıcı (bir îkazcı) olarak gönderdik.” (el-Ahzâb, 45) buyuruyor.
Yani hayatımız, Rasûlullah Efendimiz’in hayatıyla mîzân edilecek.
“Allâh’ın (inâyetiyle) izniyle bir davetçi ve nur saçan bir kandil olarak (gönderdik). Allah’tan büyük bir lûtfa ereceklerini mü’minlere de müjdele!” (el-Ahzâb, 46-47)
Yani böyle büyük bir Peygamber’e… O’na itaat, Kur’ân-ı Kerîm’de 33 yerde geçiyor. Allâh’a itaat, Allah Rasûlü’ne itaat…
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
(“Kim Rasûlüʼne itaat ederse Allâhʼa itaat etmiş olur.” [en-Nisâ, 80])
“Onları müjdele…” (el-Ahzâb, 47) buyruluyor.
Yine Cenâb-ı Hak:
“Allah ve melekleri Peygamber’e çokça salât ederler, ey mü’minler siz de O’na salevat getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin.” (el-Ahzâb, 56) buyruluyor.
Yani Allah salât ediyor, O’nu “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) gönderdi.
Melekler duâ ediyor. Biz de O’na salevat getiren, yani O’nun izinde istikâmetlenelim.
“Tam bir teslimiyetle selâm verin.” O şekilde bir saâdet bulalım.
Cenâb-ı Hak en çok “Rahman ve Rahîm” merhamet ve rahmeti sonsuz.
Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- “raûf ve rahîm” çok merhametli, çok şefkatli. Cenâb-ı Hak O’nun rahmet ve şefkatini bildiriyor Tevbe Sûresi’nde:
“Andolsun size (kendilerinden) içinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. (Bir annenin, babanın şefkatinden çok daha öteye.) Size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
Yine Efendimiz buyuruyor:
“Ben İsrâfil Sûr’unu üfürünceye kadar «ümmetî, ümmetî» diyeceğim.” buyuruyor. (Bkz. Ali el-Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, XIV, 414)
Hulûlüyle müşerref olacağımız Mîrac Kandili de Efendimiz’in sonsuz bir yolculuğu… Yine Ramazân-ı Şerîf’te Kadir Gecesi var, o da bin aydan daha hayırlı…
Yani Cenâb-ı Hak ne kadar bir merhametli, ne kadar… Efendimiz’i ne kadar çok seviyor ki, Efendimiz’in ümmetine bir gecenin fazîleti, bin aydan daha fazla bir fazîlet Cenâb-ı Hak veriyor.
Yani burada Efendimiz’i ne kadar seviyor!.. Efendimiz sebebiyle ümmet-i Muhammed’e merhameti ne kadar!..
Bu iki gece var; biri Mîrac Gecesi, bir de Kadir Gecesi. Bu diğer peygamberlerde yok. Yalnız Efendimiz’de var, ümmet-i Muhammed’de var. Bunlar, Mîrac Kandili ve Kadir Gecesi, ilâhî ayrı bir lûtuf geceleri olmuş oluyor.
Bu, Mîrac Kandili; Rabbimiz Efendimiz’e yaptığı bu özel daveti Kur’ân-ı Kerîm’de zikretmekte ve kendi katında Allah Rasûlü’nün nasıl yüce bir kıymet ve değere sahip olduğunu bizlere bildirmiş olmaktadır.
Âyet; “سُبْحَانَ الَّذِى اَسْرٰى ” diye başlıyor, İsrâ Sûresi’nin birinci âyeti.
“Bir gece kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini mübârek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allâh noksan sıfatlardan münezzehtir. O gerçekten işitendir, görendir.” (el-İsrâ, 1)
Hangi hâdiseden sonra Mîrac meydana geldi?
Mekke’de müslümanlar çok ağır zulme dûçâr oldu. Akâid güçlendi, îman güçlendi. Yedinci yılından itibaren peygamber âilesi ve müslümanlara karşı müşriklerce boykot ilân edildi. 3 sene sürdü. Açlığa mahkûm ettiler. Giriş-çıkış yasaklandı. Çocukların avaz sesleri açlıktan, diğer mahallelerden geliyordu. Müslümanlara insafsızca alay, hakaret ve zulmediliyordu. Îmanlar ağır bir imtihandan geçiriliyordu. Sabırlar zorlanıyordu. Müslümanlar mukâvemet gösteriyordu. Îmandan bir taviz verilmiyordu. Akâid bu şekilde, îman bir güç kazanıyordu.
Müşrikleri bu zulme iten tek sebep; “عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ” (“Büyük haberden.” [en-Nebe, 2]) Bir âhiret haberinin gelmesiydi.
O zamana kadar müşrikler rahattı. Âhiret haberi gelince; “ya varsa?” diye aralarında bir korku başladı.
Bir de, diğer bir, sınıf farkı vardı. Bir üst sınıf vardı. Öbür taraf, ezilen sınıfı, köleler, fakirler, garipler ve yetimlerdi.
Hattâ ekâbir îtiraz etti. Başta Ebû Süfyan’ın karısı Hind;
“Böyle din mi olur dedi, ben bir köleyle bir mi olacağım, bu köle talihine küssün!..” diyordu.
Bu şekilde İslâm’ın zuhûrunu, İslâm’ın yayılmasını istemiyorlardı.
Sonra Hatice Vâlidemiz vefat etti, bu hâdiselerden sonra. Efendimiz’in en büyük destekçisiydi, dostuydu, hayat arkadaşıydı, dert ortağıydı. O seneye vefat ettiği, “hüzün senesi” dendi. Yalnız bu 23 senelik nebevî hayatta, Hatice Vâlidemiz’in vefat ettiği seneye “hüzün senesi” denildi.
Efendimiz çok çilelerden geçti. Yedi yavrusundan altısını hayatında kaybetti, hüzün senesi denmedi. Demek ki bir Hatice Vâlidemiz ne kadar bir fazîletli bir hanımmış ki, Rasûlullah Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kalbinde öyle bir yer etti ki, o seneye “hüzün senesi” dendi.
Efendimiz Tâif’te taşlandı. Taş kalpli insanlar tarafından taşlandı. Tâif dönüşünde de O taşlandı, Tâif dönüşünde de, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etti; “Yâ Rabbi Sen’den râzıyım dedi. Ben bu çilelerden râzıyım.” dedi.
“Allâh’ım dedi, kuvvetimin zaafa uğradığını, çaresizliğimi, halk nazarında hor ve hakir görülmemi Sana arz ediyorum ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam İlâhî! Sen kavmime hidâyet ver. (Beni taşlayanlara hidâyet ver.) Onlar bilmiyorlar. İlâhî! Sen râzı oluncaya kadar işte affımı diliyorum.” (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)
Demek böyle çileler… Fakat Efendimiz ağır bir imtihan ile “رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (“…Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak.” [el-Fecr, 28]) Cenâb-ı Hak’tan râzı.
“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyuruyor. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
Hendek Gazvesi’nde Abdullah bin Muğaffel diye; bir kişi geldi ashâb-ı kiramdan;
“‒Ey Allâh’ın Rasûlü! Ben dedi, Sen’i çok seviyorum.” dedi.
Rasûlullah Efendimiz:
“‒Ne söylediğine dikkat et.” dedi. O:
“‒Vallâhi ben Sen’i çok seviyorum.” Üç kere tekrarladı. Efendimiz buyurdu ki:
“‒Eğer beni seviyorsan fakirlik için kendine bir zırh hazırla! (Yani başına iptilâlar gelir.) Çünkü beni sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha süratli gelir.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Zühd, 36)
Demek ki burada müslümanlara bir şey… Demek ki Efendimiz’e ne kadar yakınlık, ne kadar sevgi oluyorsa, başımıza gelen, olan hâdiselere -Efendimiz’in seviyesiyle test edeceğiz- “üf, of” demeyeceğiz, “niçin” demeyeceğiz.
Mevlânâ da diyor ki bu hususta:
“Senin iç dünyan bir misafirhâne gibidir. Sevinçler de kederler de gelip geçicidir. Ne sevinçlere aldan, ne de gamları dert edin kendine. Gamlar sürûruna mânî olursa üzülme! Çünkü gamlar, sabredersen senin için sevinç ve neşe hazırlamaktadır.”
Demek ki, burada şunu görüyoruz ki, cefâlardan sonra safâlar geliyor. Iztıraplardan sonra saâdet geliyor. Cenâb-ı Hak:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6]) buyuruyor.
Her zorluktan sonra bir ferahlık geliyor. Dünya hayatı da bu!.. Devamlı med-cezirler var, iniş-çıkışlar var. İlâhî bir imtihanın içindeyiz.
Mîrac da bize gösteriyor ki o Mekke devrinin bütün sıkıntılarından sonra Efendimiz’e büyük bir mükâfat geldi. Hiçbir peygamberin ulaşamadığı bir mükâfat geldi. Buna baktığımız zaman mâzîsine, Efendimiz’den, hayatından; taşlandı, aç kaldı, üzerine deve işkembesi atıldı, hiçbir zaman en ufak bir şikâyet yoktu. Dâimâ; “Yâ Rabbi Sen’den râzıyım!..”
Demek ki buradan en mühim alacağımız derslerin başında, hayatımızda “üf, of” demeyeceğiz. Gelen hâdiselere îtiraz etmeyeceğiz. Bu bizim için -inşâallah- âhiret mükâfatıdır diyeceğiz. Veyahut da günahlarımızın dökülmesine bir sebeptir, o şekilde müzâkere edeceğiz.
Efendimiz’de ne vardı? Dâimâ hamd vardı.
Hamd nedir? İlâhî azameti tefekkür etmek.
Efendimiz’de ne vardı? Şükür vardı.
Şükür nedir? Allâh’ın nîmetlerinin idrâki içinde olmak. En büyük şükür, İslâm olmak, müslüman olmak. Verdiği nîmetleri tefekkür etmek.
Ne vardı Efendimiz’de? Zikir vardı.
Zikir nedir? Nankörlüğe karşı bir siper-i sâika. Dâimâ, her hâlde, “اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَال” (Her hâlükârda Allâh’a hamd olsun!) Her hâlde Cenâb-ı Hakk’a şükür hâlinde olabilmek.
“رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً” (“…Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak.” [el-Fecr, 28]) Kul, Allah’tan râzı olacak, Cenâb-ı Hak da o râzılığın mukâbilinde kuldan râzı olacak:
“(Sâlih) kullarıma katıl ve Cennet’ime gir.” (el-Fecr, 29-30) buyuruyor.
En büyük lûtuf Efendimiz’e; Mîrac…
Müslümanların da bir ibret alması, ders alması bu Mîrac’dan.
Mîrac, hicretten, Medîne’ye hicretten bir buçuk yıl evvel vukû bulmuştur. Dâimâ meşakkatler ve ıztırapların sonunda ilâhî lûtuflar gelmektedir.
Mîrac -toparlarsak- çile, elem ve ıztırap yüklü bir Tâif seferinden sonra lûtfedilmesi, meşakkatlerin ardında bir sevincin bulunduğu müjdesini vermektedir. İşte hayatımız da öyle…
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])
Hicret, büyük bir zorluktu. Nihâyetinde Cenâb-ı Hak muhâcirlere ebedî bir şeref bahşetti. Bizlere de “…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” (et-Tevbe, 100) Mekkelilere, Medînelilere, onların, hayatımızı onların hayatıyla telif etmemiz. Bizim de onlar gibi olmamızı Cenâb-ı Hak arzu ediyor. “…Onlara tâbî olan ihsan sahipleri…” (et-Tevbe, 100) buyuruyor.
Yani hayat, düz bir çizgi hâlinde devam etmiyor. Zaman zaman inişler-çıkışlar oluyor. Esas olan, kalbî, bu inişler-çıkışlar karşısında muvâzeneyi bozmamak. Çıkışlar karşısında taşmamak, şımarmamak. İnişler karşısında yüksünmemek.
Mîrâcın esas gerekçesi nedir? Esas gerekçesi, Cenâb-ı Hakk’ın Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bazı kudret âyetlerini göstermesidir.
İsrâ Sûresi’nin 1. âyet-i kerimesinde dikkat edilecek noktalar var.
Birinci nokta “isrâ” yani bir gece yürüyüşü. Çok büyük bir hâdise olduğu için âyet, tenzihle başlıyor. “سُبْحَانَ الَّذِي” olarak başlıyor. Cenâb-ı Hakk’ı noksan sıfatlardan bir tenzih etmekle. Her türlü mükemmel, sonsuz sıfatlarla muttasıf olduğunu ve idrak ötesi olduğunu. Yine sonsuz kudretin bir ifadesi; hiçbir beşere nasip olmayan bir nîmet Mîrac.
Kur’ân-ı Kerîm’de “sübhân” kelimesinden sonra gelen âyetler, büyük bir hâdisenin vukuunu bildirir. İşte burada da büyük bir hâdise bu Mîrac. İdrak ötesi bir hâdise.
İkincisi:
Mîrac’da; Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu yolculuğa çıkmadan evvel “şakk-ı sadr” oldu. Yani iç âlem yarıldı, biz keyfiyetini bilemiyoruz, nasıl bir operasyon, maddî-mânevî, o taraf bizim idrakimizin dışında. Efendimiz:
“Kâbe’nin Hicr mevkiindeyken, göğsüm yarıldı, ilim ve hikmetle dolduruldu.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Bed’ü’l-Halk 6, Enbiyâ 22-43; Müslim, Îman 264)
Çünkü orada sonsuz bir ilme nâil olacak Efendimiz. Bu da gösteriyor ki mânevî yükselişler, kalbî sâfiyetle mümkündür. Kalp mücellâ bir ayna gibi, parlak bir ayna gibi olacak. Böyle bir kalp içinde nûr-i ilâhîden başka bir şeye yer olmayacak.
Kalp, nefsânî arzulardan ve kesâfetten kurtulacak, esrâr-ı ilâhiyye tecellîleri gönlü sarmaya başlayacak. Ve kalb-i selîm olacak.
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Kalb-i münîb olacak.
Nefs-i mutmainne olacak.
Gönüllerin, âlemin sır ve esrârını kavrayabilmesi için kalbin bir muâmeleden, yani tezkiye ve tasfiyeden geçmesi zarûrî. Onun için peygamberlerin ikinci vazifesi, “وَيُزَكِّيهِمْ” ümmetleri tezkiye etmesi. Gönül âlemlerini temizleyip berraklaştırması ki, o gönül âlemlerinde ilâhî tecellîler olacak.
Üçüncüsü, bir “esrâ” bir gece yürüyüşü. Ekseriyetle müsbet ve menfî büyük vukuatlar gece olur. Geceler hem mâsiyetlere/günahlara, diğer taraftan da Cenâb-ı Hakk’a yaklaşmaya vesîledir.
Cenâb-ı Hak gecelerde kulunu namaz, tâat ve tefekküre davet etmektedir. Yine geceler bir derstir. Bir ölüm tatbikâtıdır. Uykuya dalıyorsun, bir ölüm tatbikâtına giriyorsun. Ba’sü ba’del-mevt / ölümden sonra diriliş; sabahleyin kalkıyorsun, seherde kalkıyorsun.
Cenâb-ı Hak, bu seherler nasıl bir seher olacak:
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالأَسْحَار
(“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17])
Seherlerde Cenâb-ı Hak affedecek. Cenâb-ı Hak davet ediyor. İstiğfâra davet ediyor. Kul için bir kurtuluş olacak. Fakat kul borçları, kul hakları, bunlar hâriç! Ödenecek bunlar, yahut kıyâmete kalacak.
Yine bilenler kimler?
Yine bir gece geliyor hemen ilk birinci maddede;
سَاجِدًا وَقَائِمًا
(“…(Geceleyin) secde ederek ve kıyamda durarak…” [ez-Zümer, 9]) buyruluyor. Geceleri tâat hâlinde bulunanlar.
Yani ilâhî rahmetin üzerinde tecellî ettiği sâlih kullardan olmak, bu seherlerde. Çünkü gündüze o şekilde gireceksin ki gündüz kendini koruyabilesin Allah’tan uzaklaştıran her şeyden.
Diğer, Furkan Sûresi’nde;
سُجَّدًا وَقِيَامًا
(“…Secde ederek ve kıyamda durarak…” [el-Furkân, 64]) buyruluyor. İlâhî rahmetin üzerinde tecellî ettiği sâlih bir kul olacaksın.
Cenâb-ı Hak kulunu müstesnâ bir şekilde yürüterek ona Allâh’ın sonsuz kudret ve saltanatını gözler önüne sermektedir.
Mîrac, an içinde sonsuz mesafeler. Rasûlullah Efendimiz âlem-i şuhûdun dışına çıkarıldı. Yani beşerin tahammül sınırlarının ötesine geçirildi. Yani düşünebileceğimiz, hayalimize gelen, muhayyilenin daha ötesine geçirildi.
Burada, yürüten Cenâb-ı Hak. عَبْدُهُ / kulunu yürüten Cenâb-ı Hak. Demek ki fâil-i mutlak, Cenâb-ı Hak. Güç dâimâ O’na ait. “Ben” yok, “ben” yasak onun için.
Burada hiçbir muvaffakıyette kul “ben” demeyecek. Kulu yürüten Cenâb-ı Hak. Dâimâ; “Sen yâ Rabbi!” diyecek. “Sen’in lûtfun, Sen’in ihsânındır.” diyecek.
Kendimizde bir varlık hissetmeyeceğiz. Tasavvufta ilk basamak budur:
Aziz Mahmud Hüdâyî. Makam, mevkiin verdiği enâniyetten kurtulmak için ciğer sattırıldı.
Yunus Emre’ye, eşikte, başı eşiğe koyduruldu.
Abdülkadir Geylânî Hazretleri Bağdat harabelerine çekildi.
İmam Gazâlî, hâkezâ.
Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri, tuvaletler, helâlar temizletildi, ki ilimde zirveyken.
Velhâsıl bir mü’min de, yürüten Allah, ihsân eden Allah, fâil-i mutlak Allah -celle celâlühû-, kul dâimâ; “Sen yâ Rabbi, Sen yâ Rabbi…” diyecek.
Efendimiz Mekke Fethi’ne girerken, şükran secdesi hâlindeydi.
لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ
“…Esas hayat, âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1) diyordu ki, bu zaferden etrafındakilerde bir benlik, bir enâniyet, bir şımarma, bir taşma gelmesin.
Onun için levhalar, tekkelerde, dergâhlarda bir levha vardı. Orada bir “hiç” yazardı. O ilk tâlimattı tekkeye girerken, bir hiç olduğunu, bütün lûtfun Cenâb-ı Hak’tan geldiğinin idrâki içinde olacaksın. Ve “ben” demeyeceksin. “Abd-i âciz” diyeceksin kendine. “Allâh’ın âciz bir kuluyum!” diyeceksin.
Fatih Sultan Mehmed Han İstanbul’u fethetti. Ayasofya’nın bedelini verdi. Ayasofya’ya vakıf tâlimatnâmesini yazdırdı. Altına; “es-Sultân ibni’s-sultân Muhammed Hân, Ebu’l-Feth” diye yazmadı. “Abd-i âciz” diye yazdı. Hepsi Cenâb-ı Hakk’ın lûtfu…
En büyük tehlike, “ben” enâniyet. Kökü Cehennem’de olan bir hâdise.
Bir Hak dostu buyuruyor:
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”
Yani nefsânî arzularını bertaraf edersen, bertaraf ettiğin kadar, Cenâb-ı Hak’la beraberliği temin edersin. “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan.”
Beşincisi:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksâ’ya götürülmesi, tarih boyunca çok peygamberlerin gönderildiği, bu iki dînî merkez arasındaki sağlam bağı daha da kuvvetli bir şekilde göstermektedir. Ayrıca bu hâdise, İslâm’ın bütün semâvî dinleri şümûlüne alan Hak katında tek dîn olduğunu da ifade etmektedir.
Efendimiz Mescid-i Aksâ’da bütün enbiyaya/peygamberlere imamlık etti. Mekke-i Mükerreme, Âdem -aleyhisselâm-’dan Peygamber Efendimiz’e kalan tevhid merkezi. Kudüs ise, Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-’dan Hazret-i Îsâ’ya kadar tevhid merkezi. Demek ki bu iki tevhid merkezi arasında bir yürüyüş olmuş oluyor.
Diğer bir hususiyet Mîrac’da: Zaman ve mekân ortadan kaldırılıyor, iyice asgarîye düşürülüyor. Yok kadar bir zamanda sonsuz mesafeler, sonsuz manzaralar, oradan bir geriye dönüş olmuş oluyor.
Zerreden küreye kâinat, ilâhî bir vitrin. Rasûlullah Efendimiz’e, ilâhî vitrinler, ilâhî azamet tecellîleri sergileniyor. Cennet gösteriliyor ve Cehennem gösteriliyor.
Rûhu’l-Beyân tefsirinde; Efendimiz Cennet’i görüyor. Arkadan Cehennem’i görecek. Rûhu’l-Beyân’daki bir rivâyette, Cehennem meleği Mâlik diyor ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Cehennem’e bakma diyor. Bakma diyor, dayanamazsın diyor Cehennem’e diyor, görmekle.” diyor.
Efendimiz ısrar edince, bir zerre kadar bir delik açılıyor. Oradan Efendimiz’e Cehennem gösteriliyor.
Tabi ileride -inşâallah- onu, neler gösteriliyor, vakit kalırsa onları hadîs-i şerîfte, anlatmaya gayret edeceğim -inşâallah-.
Bir mükâleme oldu orada Cenâb-ı Hak’la Rasûlullah Efendimiz arasında.
“–Konuş Ben’imle ey Rasûlüm!” ifadesinden sonra, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:
اَلتَّحِيَّاتُ لِلّٰهِ وَالصَّلَوَاتُ وَالطَّيِّبَاتُ
buyurdu Cenâb-ı Hakk’a. Yani;
“Her türlü tâzim, ihtiram, hamd, senâ, salevat gibi kavlî ve bunlarla beraber, namaz, oruç, zekât gibi mâlî ibadetlerin hepsi, yâ Rabbi Sana âittir.” dedi.
Cenâb-ı Hak da Rasûlullah Efendimiz’e:
اَلسَّلاَمُ عَلَيْكَ أَيُّهَا النَّبِيُّ وَرَحْمَةُ اللّٰهِ وَبَرَكَاتُهُ
buyurdu. Yani;
“Ey Nebî! Dünya ve âhirette selâm ve Allâh’ın rahmeti, bereketi Sen’in üzerine olsun!”
Yani Efendimiz’e bir iltifat etti Cenâb-ı Hak. Onun üzerine Efendimiz de:
اَلسَّلاَمُ عَلَيْنَا وَعَلَى عِبَادِ اللّٰهِ الصَّالِحِينَ
“Selâm üzerimize ve sâlih kullar üzerine olsun.”
Demek ki her et-Tahiyyât okuyuşta, sâlih kullar üzerine duâ ediyoruz. Demek ki sâlih bir kul olmak, tabi kolay değil, nefsî problemleri hâlletme. Fakat sâlih kullar olmaya erişenler için de her Tahiyyat’ta onlara bir ecir gidiyor, bir duâ gidiyor.
Bu da Efendimiz’in engin bir şefkat ve merhametinin muktezâsı. Hemen Efendimiz sâlih kullarını katıyor duâsına.
Cebrâil de:
أَشْهَدُ أَنْ لَا اِلٰهَ اِلاَّ اللّٰهَ وَأَشْهَدُ أَنَّ مُحَمَّدًا عَبْدُهُ وَرَسُولُهُ
diyor. Bu şekilde bir et-Tahiyyat tamamlanmış oluyor.
Namaz kılarken birisine selâm versen, namazın bozulur. Fakat biz Tahiyyat’ta Efendimiz’e selâm veriyoruz. Demek ki bu da gösteriyor ki Efendimiz’in Cenâb-ı Hak katındaki mevkî ve makâmını gösteriyor. Yani Cenâb-ı Hak bize dâimâ Efendimiz’i hatırlatıyor.
Mâlum, “Âmene’r-Rasûlü” var. Bu da Mîrac’da indirildi, Bakara’nın son iki âyeti. Burada mânâ olarak da:
“Peygamber, Rabbi tarafından kendisine indirilene îmân etti. Mü’minler de (îmân ettiler). Her biri Allâh’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine îmân ettiler. Allâh’ın peygamberlerinden hiçbiri arasında ayrım yapmayız (peygamberlik bakımından). «سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا» işittik ve itaat ettik derler. Ey Rabbimiz! Affına sığındık, dönüş Sanadır dediler.” (el-Bakara, 285)
Birinci kısmı, âyetin. Demek ki burada mü’minden ne isteniyor:
“سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا” Allâh’ın her emrine “işittik, itaat ettik” hemen tatbikat.
Ondan sonra, ikinci fasıl:
Orada da 286. âyet, bir duâ faslı. Allah, -duâ faslı gelecek arkadan-:
“Allah her şahsı ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar…” (el-Bakara, 286)
مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ (Tâkat getirilemeyen iş.) Cenâb-ı Hak tâkat üstünü istemiyor, fakat tâkati istiyor. Cenâb-ı Hak… Zekâtın şeyini biliyoruz, miktarını; kırkta birdir diyoruz. Fakat Cenâb-ı Hak sana ne kadar istîdat verdi, ne kadar tâkat verdi, onu istiyor Cenâb-ı Hak. Meselâ 25 kilo kaldıracak bir tâkat vermişse, 20 kilo kaldırmışsan o 5 kilodan mes’ûlsün.
İşte sahâbî o tâkati ödemek için Çin’e gitti, Semerkand’a gitti, Kayrevan’a gitti, Afrika’ya girdi. Dünya’nın gidebildiği her yerine gitti sahâbî. Niye gitti? O; “مَا لَا طَاقَةَ لَنَا بِهِ (Tâkat getirilemeyen iş.)” Tâkat fazlasını istemiyor ama, tâkati istiyor Cenâb-ı Hak.
Medîne’nin hurmalıklarında oturmadı, bu tâkatin bedelini ödemek için. Bizler de aynı durumdayız.
Yine duâ faslı geliyor, yine merhamet:
“…Rabbimiz, unutursak veya hatâya düşersek bizi sorumlu tutma!..” (el-Bakara, 286) Bir ilticâ bildiriyor.
“…Ey Rabbimiz, bizden öncekilere yüklediğin gibi bizlere de ağır yük yükleme! Ey Rabbimiz, bize gücümüzün yetmediği işleri de yükleme! Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlâmızsın, kâfirler topluluğuna karşı bize yardım et!” (el-Bakara, 286) buyruluyor.
Cenâb-ı Hak yine âyette:
“…Allah sizin için kolaylık diler, fakat zorluk dilemez…” (el-Bakara, 185) buyuruyor. Allah cümlemizin yardımcısı olsun.
Yani Cenâb-ı Hak ne kadar merhametli ümmet-i Muhammed’e; eğer unutursak, hatâ yaparsak, bizi cezalandırmıyor, bir af kapısını açıyor.
Yine; “Rabbimiz bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de ağır bir yük yükleme.” Demek ki bizim şeriatimiz, en hafif bir şeriat…
Yine “Rabbimiz, kaldıramayacağımız şeylerden bize yük yükleme!” Yani güç yetiremeyeceğimiz şeylere de karşı Cenâb-ı Hakk’a bir ilticâ hâlindeyiz.
Dördüncüsü:
“Günahlarımızı affet, bizi bağışla, bize merhamet et! Sen bizim sahibimiz ve yardımcımızsın. Kâfirler grubuna karşı bize yardım et!” duâsı.
Efendimiz buyuruyor ki; -iki âyet Mîrac’da indi-:
“Bakara Sûresi’nin sonunda iki âyet vardır ki (Âmene’r-Rasûlü yani) bir gecede onu okuyana, onlar yeter. Bir gecede onu okuyana o âyetler yeter. Onu her türlü kötülüklerden korur.” (Bkz. Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân 10; Müslim, Müsâfirîn, 255)
Çok zaman, yatsı namazı bitiminde/hitâmında “Âmene’r-Rasûlü” okunur. Eğer okunamazsa, yatarken, muhakkak bir “Âmene’r-Rasûlü” okursak, Rasûlullah Efendimiz’in bu tavsiyesine uymuş oluruz.
En nihâyet Efendimiz biz Burak vâsıtasıyla, sonsuz bir yolculuk, orada Mescid-i Aksâ’da bütün peygamberlere bir namaz kıldırdı. Birinci fasıl, bu yok kadar bir zamanda geçti.
Ondan sonra bir Mîrac var. Her merhalede peygamberlerle görüştü ve bu Sidre-i Müntehâ’ya Cebrâil’le beraber yolculuk ettiler.
Cebrâil dedi ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Sen devam et dedi. Bundan sonra Sen yalnız gideceksin.” dedi.
“–Niçin Cibril?” dedi.
“–Bana dedi, buraya kadar izin verildi, bundan sonra gidersem ben yanarım.” dedi. (Râzî, XXVIII, 251)
Efendimiz’in ondan sonra Refref’le bir yolculuğu başladı.
Refref hususunda çeşitli görüşler var. Bir çeşit örtüye bürünerek bu Refref üzerinde Efendimiz devam etti.
“Cennetü’l-Me’vâ da onun yanındadır.” (en-Necm, 15) buyruluyor. Yani müttakîlerin ve şühedânın varacağı Cennet, o gösterildi.
Yine âyette:
“Sidreyi kaplayan kaplamıştı. (Gördüğü hârikulâde şeyler karşısında) gözü kaymadı ve sınırı aşmadı. Andolsun Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü (ancak).” (en-Necm, 16-18)
Mûsâ -aleyhisselâm- da küçük bir şey gördü, zerre kadar; düştü bayıldı. Kalktı; “Yâ Rabbi! Beni affet!” dedi.
Efendimiz, beşer idrâkinin üzerinde bazı hârikulâde şeylerle karşılaştı.
Bir rivâyette, Rasûlullah Efendimiz o gece Cenâb-ı Hakk’ın nûrunu gördü. Allâh’ın varlık, kudret ve azametini gösteren delilleri gördü. Daha öteye, bu dünyadaki delillerin çok daha ötesindeki ilâhî azamet tecellîlerini gördü.
Cebrâil’i gördü. Gök ile yer arasını doldurmuş hâlde gördü. Büyük kanatları açılmış, 600 kanadıyla, semâyı kaplamıştı. Hakîkî, Cenâb-ı Hak onun hakîkî şeyini gösterdi. (Bkz. Tirmizî, Tefsir 53/3283)
Yine bir, mâzîye âit şeyler gösterildi. Çünkü orada mâzî, muzârî, hâl aynı zamana geldi.
“Öyle bir yere yükseltildim ki, öyle bir makama çıktım ki, orada kader-i küllîyi yazan kalemin gıcırtılarını duydum.” buyuruyor. (Buhârî, Salât, 1)
Tabi nasıl bir gıcırtı, bizim için meçhul. Çünkü mâzî, hâl, muzârî hepsi sıfırlandı, birleşti. Yani orada kâinâtın bütün insan, nebâtat, mahlûkat, hepsinin kaderini yazan, bu ilâhî ekolojik denge, o kalemin gıcırtılarına muttalî oldum buyuruyor.
İstikbâle ait… Mâzîye âit bu, kalemin gıcırtıları. İstikbâle âit:
“Abdurrahman ibn-i Avf’ı gördüm.” buyuruyor.
O zaman Abdurrahman ibn-i Avf daha dünyada. Tâ Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- zamanında vefat ediyor. Bir istikbal gösteriliyor. Abdurrahman ibn-i Avf “aşere-i mübeşşere”dendir. Cennetle tebşir olunan sahâbîlerden, on sahâbîden biridir. Çok cömertti. Çok takvâ sahibiydi.
“Abdurrahman’ı gördüm diyor. Fakirlerin arasında emekleyerek geliyordu diyor. Beni görünce çok sevindi diyor. «Yâ Rasûlâllah! Başımdan öyle hâller, öyle hesaplar, öyle sorgular geçti ki sanki Sen’i göremeyeceğimi zannetmiştim.» dedi.” (Bkz. Muhammed Pârsâ, Faslu’l-Hıtâb, s. 403)
Muzârîye âit…
Hattâ sonra Abdurrahman ibn-i Avf, bunu duyuyor, Efendimiz’in bu müşâhedesini, Âişe Vâlidemiz’e;
“Allah Rasûlü’nden böyle bir şey duydunuz mu?” diyor. Herhâlde Efendimiz’in vefatından sonra.
“–Duydum.” diyor.
O zaman büyük bir kervanı geliyor Şam’dan. Hepsini sebil olarak dağıtıyor.
Peygamberlerle görüşmesi var ayrı ayrı.
Demek ki bir mü’minin takvâsı da Rasûlullah Efendimiz’e benzediği kadarıyla Cenâb-ı Hak indinde güzel ve muteber bir kul olabilmek.
Onun için:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Rasûlullah Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın insanda tecellî eden bir mûcizesi. Yine Cenâb-ı Hakk’ın Cebrâil vâsıtasıyla üç îkâzı var Efendimiz’e. Efendimiz vâsıtasıyla ümmete üç îkâzı var.
Efendimiz minbere çıkıyor; “âmîn, âmîn, âmîn” diyor üç sefer. Sahâbî diyor ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Bir muhatap yok diyor, bir duâ eden yok diyor, bir beddua eden yok diyor. Niye âmîn dediniz?” buyurunca, Efendimiz buyuruyor ki:
“–Cebrâil geldi bana; anne-babası yaşlanır, evlât alâkadar olmaz, onlara Cebrâil rahmetten uzak olsun dedi. Ben de âmîn dedim.”
İkincisi;
“Yâ Rasûlâllah! Sen’in kıymetini takdir edemez, Sen’i herhangi bir kişi olarak zanneder, salevat, ismin anıldığı zaman salevât-ı şerîfe getirmez, o duygu derinliğine varmaz, onun da burnu sürtülsün, rahmetten uzak olsun dedi. Ben de âmîn dedim.”
Demek ki Rasûlullah Efendimiz anıldığı zaman o salevât-ı şerîfeyle nasıl bir duygu derinliğine gireceğiz? Nasıl Rasûlullah Efendimiz Allâh’ın bize bir lûtfu, ilâhî bir inâyeti? Bir ananın-babanın merhametinden çok daha yakın. Buna bîgâne kalmamak, bir vefâ hissi içinde olmak, O’na gönülden bol bol salevât-ı şerîfe getirmek. İnsan sevdiğini anar, sevdiğini unutmaz. O da bizim Rasûlullah Efendimiz’e yakınlığımızın bir testidir.
Üçüncüsü:
“Mü’min Ramazân-ı Şerîf’e girer, onu herhangi bir ay gibi farzeder, affolmadan çıkar, o da rahmetten uzak olsun buyurdu Cebrâil, Efendimiz de âmîn dedi.” (Bkz. Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545)
Velhâsıl üç tane bize tâlimat veriliyor burada.
Yine Efendimiz’e orada:
“–Ey Rasûl’üm Sen’i neyle şereflendireyim?” buyruluyor. Efendimiz:
“–Yâ Rabbi diyor, beni diyor, Sana kul olmakla şereflendir.” (Alûsî, XV, 4)
En büyük mevki, “عَبْدُهُ وَ رَسُولُهُ” Rabbimiz’e Rasûlullah Efendimiz’in kul olmak arzu etmesi. Tabi çok büyük, zor bir merhale kul olmak. Hepimize Cenâb-ı Hak kul olmayı nasîb eylesin.
Kul olmak, emirlerin ve nehiylerin içinde yaşamak. Zâhirî farzlar, bâtınî farzlara dikkat etmek. Zâhirî haramlardan kaçındığı gibi, bâtınî haramlardan da kaçınabilmek.
İşte bu Sidre-i Müntehâ’dan sonra Refref’le bir seyahat oldu, bir örtünün içinde. İki yay miktarı, yani o kadar bir yakınlık ölçüsü, Cenâb-ı Hak’la beraber oldu, Habîb ve Mahbûb beraberliği. Bu, arada ne vardı, fazla bir rivâyet gelmedi, fazla bir hadis yok burada. Bu, ümmete mahrem. Çünkü ümmet bunu kaldıracak şeyde değil.
Sadece burada en mühim, namaz farz oldu. İlk farz olan ibadet namaz. Her ibadet Cebrâil vâsıtasıyla farz oldu, namaz ise hâriç, doğrudan doğruya farz oldu. Demek ki namazda ayrı bir sır vardır ki bu, doğrudan doğruya Efendimiz’e Cebrâil’siz olarak tebliğ edildi.
Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
“Allah Rasûlü namaza durduğu zaman diyor, bazen diyor, göğsünden, kaynayan bir tencerenin fokurtusu gibi bir ses duyardık diyor. Ezan okununca bizi tanımaz hâle gelirdi, hâlden hâle geçerdi.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 156-157/904; Ahmed, IV, 25, 26)
İmâdü’d-dîn, dînin direği namaz, kulu Mevlâ’nın vuslat deryasına götüren ibadet pınarlarının en büyüğü ve en ehemmiyetlisi. Zira namaz, şümul, muhtevâ ve rütbe bakımından bütün ibadetlerin zirvesi. İslâmî ibadetler içinde namazın rütbesi, âhiret nîmetleri içinde zirve teşkil eden ru’yetullah, yani Cenâb-ı Hakk’ı müşâhede edebilmenin bir makâmı gibi.
Yine namaz, nasıl bir namaz?
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- baldırından bir ok yedi. Çıkartamadılar.
“–Namaza durayım.” dedi. Namaza durdu. (Selâm verince):
“–Ne yaptınız?” dedi.
“–Çıkardık halîfe.” dediler.
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir mecûsî tarafından yaralandı, bayıldı, kan kaybediyordu, kaldıramadılar. Sahâbîden biri:
“–Namaz geçiyor yâ halîfe!” deyince kalktı:
“–Namazsız Müslümanlık olmaz!” buyurdu.
Efendimiz’in namazları… Farz namazlar var, o zarûrî. Onları, farz namazları müzeyyen hâle getirmek. Sünnet, nâfile; duhâ, evvâbîn, teheccüd, teravih, hâcet, şükür, hüsuf, küsuf, vudû vs… Efendimiz hep bu namazları îfâ ederdi. Biz de elden geldiği kadar, mümkün olduğu kadar, farzlarla beraber ne kadar îfâ edebilirsek, o kadar -inşâallah- “…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) sırrından bir nasîb alırız.
Cenâb-ı Hak yine âyette:
“Sabır ve namaz ile Allah’tan yardım isteyin…” (el-Bakara, 45) buyuruyor.
“…Muhakkak namaz, fahşâdan, münkerden korur…” (el-Ankebût, 45) buyuruyor.
Namaz bize bir röntgen demek ki. Benim namazım ne kadar? Ne kadar ben namazda ecre nâil oluyorum? Bana namaz ne veriyor?..
Cenâb-ı Hak “fahşâdan münkerden korur” buyuruyor. Demek ki benim kıldığım namaz, gözümü haramlardan koruyor mu? Yanlış manzaralar seyretmekten koruyor mu? Kulağımı yanlış nağmelerden koruyor mu? Dilimi yanlış lâfızlardan koruyor mu? Vicdanımı hodgâmlıktan koruyor mu? Bu bizim namazımızı gösteren bir ölçü. Namaz bir ölçü.
Eğer bunlar yoksa, o namaza Cenâb-ı Hak:
“فَوَيْلٌ لِلْمُصَلِّينَ” “Yazıklar olsun o namaz kılana…” (el-Mâûn, 4) buyuruyor. Namaz rûhun bir terbiyesi.
Cenâb-ı Hak:
“Gerçekten mü’minler felâh buldu, onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Mü’minûn, 1-2) Kalbî bir âhenk içinde kılarlar. Tabi kalbî âhenk içinde kılabilmek için, kalbin de bir merhale, bir takvâ sahibi olması lâzım.
Efendimiz’e bir zât geldi.
“–Yâ Rasûlâllah! Bana dînini öğret dedi. Ancak dedi, kısa ve öz olsun dedi. Ben fazla teferruatı yapamam.” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz şöyle buyurdu:
“Namaza kalktığın zaman, dünyaya vedâ eden bir kimse gibi namaz kıl…” (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412) Son namazın gibi…
Diğer bir şey de:
“Benim kıldığım gibi kıl.” buyurdu. (Bkz. Buhârî, Ezân, 18) Tabi bu mümkün değil de ne kadar yaklaşabilirsek.
İkinci tâlimâtı Efendimiz’in:
“…Özür dilemen gereken bir sözü söyleme…” (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)
Yani diline hâkim ol. Söylediğin zaman senden çıkar artık o. Tamir etsen de o camda olan o çatlağı, gözükür onu tamir edemezsin. Onun için;
“…Özür dilemen gereken bir sözü söyleme…” Özürle onu telâfi edemezsin, bir iz kalır orada.
Üçüncüsü:
“…İnsanların elinde bulunan şeylerden de ümidini kes.” (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412)
Muhteris olma yani. İhtirâsa kapılma. Belki senin üzerinde olan hâlin, en güzel hâldir.
Yani bedenin kıblesi Kâbe olduğu gibi, kalbin kıblesi de Cenâb-ı Hak olacak. Öyle bir namaz istiyor. Namaz, işte Mîrac’da farz oldu.
İbrahim -aleyhisselâm- da o kadar bir namaz istiyordu ki:
“Ey Rabbim (diyordu), beni ve soyumdan gelecekleri, namazı devamlı kılanlardan eyle! (Öyle huşûlu bir namaz.) Ve duâmı kabul eyle Rabbim.” (İbrahim, 40) diyordu.
“Rabbinin ismini zikredip namaz kılan, felâha erer.” (el-A‘lâ, 15) buyruluyor.
Yine Efendimiz buyuruyor:
“Kıyâmet günü kulun hesaba çekileceği ilk amel namazdır…” buyuruyor. (Tirmizî, Salât, 188/413)
Yine Sekar Cehennemi’ne girenler var. Cennet’e girenler sesleniyorlar:
“Siz niçin Cehennemliksiniz?” dedikleri zaman:
“–Biz (beş madde söylüyor) biz namaz kılanlardan değildik.” diyorlar. (Bkz. el-Müddessir, 42-43)
Onun için, aman evlâtlarımızı küçük yaşta namaza alıştıralım. Sonra, ağaç yaşken eğilir. Sonra çok zor oluyor. Namazı sevdirelim, hediye verelim, vs. verelim, namaza alıştıralım.
“Allâh’a en sevgili amel hangisidir?” gibi sorular sorulduğunda, Rasûlullah Efendimiz şu cevabı verirdi:
“Allah için çok çok secde etmeye bak. Zira kendisi için bir secde yaptığında, Allah Teâlâ seni bir derece yükseltir ve bir günahını da siler.” buyurdu. (Müslim, Salât, 225)
Efendimiz’in muhtelif, namaz üzerinde teşvikleri var. Bu da çok câlib-i dikkat:
“En kötü hırsızlık diyor Efendimiz, namaz hırsızlığıdır…” (Ahmed, V, 310; Dârimî, Salât, 78) Yani tâdil-i erkânsız kılınan, huşûsuz kılınan namazdır.
Hattâ birisi geldi, hemen namaz, yattı-kalktı.
“–قُمْ فَصَلِّ dedi; kalk, namaz kıl!” dedi.
“–Kıldım.”
“–Yok kılmadın!” dedi.
Bir daha, tekrar kıldı. Yine olmadı dedi.
“–قُمْ فَصَلِّ dedi; kalk, namaz kıl!” dedi.
Üçüncüde biraz kendini huşû ile, vererek kıldı.
“–Şimdi oldu.” dedi. (Bkz. Tirmizî, Salât, 110; Ebû Dâvud, Salât, 143-144)
Tabi bizler için en mühimi, Efendimiz bunun üzerinde çok dururdu, cemaatle namaz, cemaati terk etmemek.
Efendimiz şöyle bir bakardı, seyrederdi. Eğer bir gelmeyen varsa “nerede” derdi, sorardı. Namaz bir ictimâîleşmedir namaz. Seyahatte ise duâ ederdi onun için. Hasta ise onun ziyaretine giderdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)
Misaller çok bu namazın fazileti hususunda.
İki nehir görüyor Efendimiz Sidre-i Müntehâ’da. Dört nehir gösteriliyor, ikisi dünyaya ait, ikisi de Cennet’e âit. İkisi zâhirî, ikisi bâtınî.
“‒Bunlar nedir ey Cebrâil?” diye sordum.
Cebrâil:
“–Bu ikisi, bâtınî nehir, Cennet’in iki nehridir. Zâhir olan Nil, diğeriyse Fırat’tır.” buyuruyor.
Efendimiz’in de risâleti/peygamberliğinin yeryüzünde genişleyeceği, Nil ve Fırat çizgisindeki bereketli topraklara Müslümanlar yerleşeceği, buralarda teslis ve putperestliğin son bulacağı müjdesi veriliyor.
Yine demin bahsetmiştim. Efendimiz’e Cennet gösteriliyor, Cehennem gösteriyor. Cehennem’de Mâlik, Cehennem bekçisi:
“–Yâ Rasûlâllah! Hiç bakma Cehennem’e diyor. Çok diyor, Cehennem çok acıklı.” diyor.
Efendimiz:
“–Yok diyor, bir bakayım.” diyor.
Çok azıcık bir yerden Efendimiz’e Cehennem gösteriliyor. Tabi orada maymun şeklinde insanlar vesâir mahlûkat şekline girmiş insanlar da var. Orada muhtelif grup insanlar da gösteriliyor.
“‒Ey Cibril, bunlar kimlerdir?” diyor Efendimiz.
“–Bunlar diyor, yetimlerin mallarını haksızlıkla yiyenlerdir.” buyuruyor.
Sonra diyor Efendimiz, bir topluluk daha gördüm ki derilerinden sırım kesiliyor, bu sırımlar ağızlarına tıkılıyor:
“‒Yediğiniz gibi yiyin!” deniliyor. Bunların kim olduğunu sordum.
“‒Bunlar koğuculardır, dedikodu edenlerdir, fitnecilerdir, gıybet edenlerdir. İnsanların etlerini yerler. Sövmekle ırz ve namuslarına saldırırlar.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvûd, Edeb, 35/4878; Ahmed, III, 224)
Burada kardeşler, zâhirî haramlar var. Meselâ domuz eti zâhirî bir haramdır. Domuz etini yiyebilir miyiz, mümkün mü?! Nasıl bir iğrenç gelir. Fakat domuz yiyen, kendine âittir onun vebâli de, getirdiği gaflet vs. de… Fakat dedikodu eden -burada geçiyor, onları gördüm buyruluyor- dedikodu edenin sırf kendisine değil, etrafına da zararı var. Dedikodu dinleyenlere de zararı var. Dedikodusunu ettiği kimselerin kul hakları da üzerine geçiyor. Kıyâmete kalıyor. İşte burada Rasûlullah Efendimiz’e gösteriliyor. Onun için bilhassa, Efendimiz; “Ya hayır söyle veyahut da sus.” buyuruyor. (Bkz. Müslim, Îmân, 77)
“Yine bir topluluk gördüm buyuruyor Efendimiz. Bunlar önlerinde güzel kebaplar olduğu hâlde bırakıp leşlere gidiyorlardı buyuruyor.
«‒Bunlar kimdir?» dedim.
«‒Bunlar helâl helâli bırakıp harama giden zinâkârlardır.» buyuruyor.” (Bkz. Heysemî, I, 67, 68)
Helâl bir hayat varken, bunlar -Allah korusun- zinâya gidenler…
Yine fâiz yiyenleri bahsediyor, orada Efendimiz’e gösteriliyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Ticârât, 58)
Yine Efendimiz buyuruyor:
“Mîrac esnâsında Cennet’in kapısında durdum buyuruyor. İçeriye baktım, Cennet’in kapısından, oraya girenlerin ekseriyeti fakirlerdi. Zenginler ise (hesap vermek için) mahpus idiler. (Bekliyorlardı hapiste.) Bunlardan Cehennemlik olanların ise ateşe atılmaları emredilmişti. (İstikbalden haber veriyor.) Cehennem’in kapısında da durdum, oraya girenlerin ekserisi kadınlardı.” (Buhârî, Rikāk, 51; Müslim, Zühd, 93)
Cenâb-ı Hak kadınlara çok istîdat veriyor, hayra da şerre de. Burada “Cehennem’e girenler, eskeriyetle kadınlardır” buyruluyor.
Fakat diğer (hadislerinde), Efendimiz buyuruyor:
“Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi, onların başında da (Allah sevdirdi) sâliha hanım.” buyuruyor. (Bkz. Nesâî, Işretü’n-Nisâ, 10; Ahmed, III, 128, 199)
Demek ki Cenâb-ı Hak sâliha hanımı seviyor, sâliha hanımı Rasûlullah Efendimiz’e de sevdiriyor. Bize düşen;
رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا
(“…Rabbimiz! Bize eşler ve zürriyetler bağışla!..” [el-Furkân, 74])
Kız yavrularımızı bir sâliha olarak yetiştirmek. Yarın onlar kuracakları yuvalarda sâlih ve sâliha evlâtlar yetiştirecekler.
Burada Ebû Bekir Efendimiz’e “sıddık” lâkabı veriliyor.
“‒Bunu da mı tasdik ediyorsun, bak göklere çıkmış, gelmiş bir anda?” diyor. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz onlara öyle bir güzel cevap veriyor ki:
“‒Ben O’nun bundan daha ötesini tasdik ediyorum buyuruyor. Sabah-akşam getirdiği âyetleri tasdik ediyorum.” (Bkz. İbn-i Hişam, II, 5)
“O haberleri gönderen, kendisini oraya götürmekten âciz midir, bunu hiç düşünmüyor musunuz?” diyor.
Beyt-i Makdis’i soruyorlar. Cevap alıyorlar. Kapılarını soruyorlar. Efendimiz; “gözümün önüne getirildi diyor, kapılarını tek tek saydım” diyor. (Bkz. Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 41; Tefsîr, 17/3; Müslim, Îman, 276)
“‒Yolda gelen kervan var mıydı?” diyor. “Gelen kervanı bildirdim” diyor.
“‒Bu ne zaman?”
“‒Sabaha karşı girer herhâlde.” dedim diyor. Sabaha karşı kervan içeri girdi diyor.
Fakat yine inananlar inandı, inanmayanlar “ne büyük sihirbazdır” dediler. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 10; İbn-i Seyyid, I, 243; Heysemî, I, 75; Beyhakî, Delâil, II, 356)
Velhâsıl bu Mîrac gecesi, Kadir Gecesi’nden sonra en kıymetli bir gecedir. Bu gecenin ihyâsı çok ehemmiyetlidir. Bu gece fakir-fukarâ, garipler sevindirilecek, namaza çok ehemmiyet verilecek.
Bu, muhtelif nâfile namazlar var. Yani müstahsen görülen namazlar var. Sami Efendi Hazretleri’(nin Duâlar ve Zikirler adlı eseri)nde 12 rekât namaz buyruluyor. Yine müstahsen görülen oruç var bu günde. Fakat daha ziyâde, eğer kazâ namazımız varsa, kazâ namazı borçtur, kazâ namazına devam edelim ki, -inşâallah- tamamlayamazsak bile biz o istikâmette bulunalım, Cenâb-ı Hak -inşâallah- lûtfuna sığınırız, affeder -inşâallah-.
Velhâsıl -inşâallah- Mîrac gecesi ümmet-i Muhammed için rahmet olur, bereket olur -inşâallah-.
Cenâb-ı Hak şerirlerin şerlerinden ümmet-i Muhammed’i muhâfaza eyler. Bizi de gönül olarak, hâl olarak Rasûlullah Efendimiz’e yaklaştırır -inşâallah-…