Hak Dostlarından Hikmetler
2018 – Mayıs, Sayı: 387, Sayfa: 032
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Ramazan ayına tâzîm, onda takvâ sahibi olmakla ve şerîatin bütün esaslarına riâyet etmekle beraber, Ramazan orucunu da sırf Allah rızâsı için tutmakla mümkün olur.”
[Âyet-i kerîmede;
“…Her kim Allâh’ın şiarlarına (nişânelerine) tâzim (saygı) gösterirse, şüphesiz ki bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32) buyrulmaktadır.
Allâh’ın şiarları, İslâm’ın toplumda görünen yüzüdür. Bir toplumun İslâm toplumu olduğunun en büyük nişâneleridir. Dolayısıyla bu mukaddes nişânelere sahip çıkmak ve onlara gereken tâzim, hürmet ve îtinâyı göstermek, her mü’minin vazifesidir.
Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin âdeta tuğyan ettiği Ramazân-ı Şerîf de İslâm’ın en mühim nişânelerinden biridir. Bu yönüyle de müstesnâ bir değeri hâizdir.
Nitekim selef-i sâlihîn, Ramazân-ı Şerîf’e büyük ehemmiyet vermiş, ona altı ay kala hazırlanmaya başlayıp o mânevî bereket mevsimine yeniden kavuşabilmenin niyâzı içinde olmuşlardır.
On bir ayın sultânı Ramazân-ı Şerîf’in taşıdığı yüce değerin en mühim sebebini, Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle îzah buyurmaktadır:
“Ramazan ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve doğruyu eğriden ayırmanın açık delilleri olarak Kur’ân’ın indirildiği aydır…” (el-Bakara, 185)
Hayat rehberimiz olan Kur’ân-ı Kerîm, Ramazân-ı Şerîf’te Levh-i Mahfuz’dan Dünya semâsında Beytü’l-İzzet denilen makama indirilmiş ve ilk olarak Kadir gecesinde Peygamber Efendimiz’e vahyedilmeye başlanmıştır. Yani Ramazan ayı ve Kadir gecesinin üstünlüğü, Kur’ân’ın kendisinde nâzil olmasındandır. Zira Kur’ân, azîzdir, kerîmdir; indiği her yere kıymet, bereket ve izzet bahşeder. Bu hakîkate binâen denilmiştir ki:
- Kur’ân-ı Kerîm’i Cebrâîl -aleyhisselâm- indirdi. O, meleklerin en fazîletlisi oldu.
- Kur’ân-ı Kerîm, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e indi. O, bütün peygamberlerin seyyidi oldu.
- Kur’ân-ı Kerîm, Ümmet-i Muhammed’e geldi. O ümmet, ümmetlerin en hayırlısı, rahmet ümmeti oldu.
- Kur’ân-ı Kerîm, Ramazan ayında indi. O ay, ayların en hayırlısı oldu. Af ve mağfiret iklîmi oldu.
- Kur’ân-ı Kerîm, Kadir Gecesi’nde indi. O gece, bütün gecelerin en hayırlısı oldu. Fazîlette bin ayın ötesine geçti.
Dolayısıyla;
- Kur’ân-ı Kerîm, bir kulun kalbine iner ve oradan da hayatına aksederse, onu -Allah indinde- insanların en hayırlılarından kılar.
Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in şu hadîs-i şerîfini de bu hakîkatler ışığında anlamak îcâb eder:
“Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir.” (Buhârî, Fedâilü’l-Kur’ân, 21)
Bizler de bilhassa bu mübârek aylarda Kur’ân-ı Kerîm’i daha çok okumalı, mânâsını derin derin tefekkür etmeli, ilâhî emirleri kalp ve beden âhengiyle yaşayıp yaşatmalı, âdeta canlı bir Kur’ân olabilmenin gayreti içinde bulunmalıyız.
Velhâsıl namaz-oruç gibi ferdî ibadetlere teksif olmakla, zekât-infak gibi ictimâî ibadetlere göstereceğimiz gayretle, Kur’ân-ı Kerîm ile kuracağımız ünsiyetle Ramazân-ı Şerîf’e göstereceğimiz îtinâ; Cenâb-ı Hakk’ın bu müstesnâ lûtfuna karşı bir şükür borcumuzdur.
Ramazân-ı Şerîf gibi büyük bir ilâhî lûtfa bîgâne kalmak ise, ilâhî gazabı celbeden dehşetli bir gaflet ve nankörlüktür. Nitekim bir hadîs-i şerîfte buyrulduğu üzere, Cebrâîl -aleyhisselâm- Ramazân’a erişip de günahları affedilmeyen kimsenin rahmetten uzak olmasını dilemiş, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de buna “âmîn” demiştir.[1]
Yani Ramazân-ı Şerîf’e hürmet, büyük bir saâdet vesîlesi iken; Allâh’ın bu muazzam ikramına gâfil kalmak ise ebedî bir hüsran sebebidir.
Bu itibarla Ramazân-ı Şerîf’te bilhassa ibadet hayatımıza daha çok îtinâ göstermeliyiz. Peygamber Efendimiz’in ibadet hayatını kendimize örnek almalıyız. Zira Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; “Namazı benden gördüğünüz gibi kılın…”[2] buyurmuştur. Bir başka hadîs-i şerîfinde ise; “Namaza durduğunda sanki son namazın gibi kıl!..”[3] tâlimâtını vermiştir. Yani namazlarımızı gelişigüzel kılıp geçmemeli, tâdil-i erkân üzere ve huşû içinde kılmalıyız.
Ayrıca, namaza göstereceğimiz bu hassâsiyeti, bütün bir ibadet hayatımıza da tatbik etmenin gayreti içinde olmalıyız. Yani her namazı sanki son namazımız, her orucu son orucumuz, her Ramazan’ı son Ramazan’ımız olabileceği şuuruyla değerlendirmeliyiz. İbadetlerimizi ömrümüzün son ibadetiymiş gibi, ölmeden önceki “son fırsat” şuuruyla edâ etmeliyiz. Geçen Ramazan’da aramızda bulunan nice eş-dostun bu Ramazan’a ulaşamadıklarını, bizim de bu nîmete tekrar ulaşıp ulaşamayacağımızın meçhul olduğunu sık sık tefekkür etmeliyiz.]
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Ey oğul! Oruç tut. Akşamleyin iftar ederken, iftarlık yiyeceğine fakirleri de ortak et; onlara da yedir, içir. Tek başına yiyip içme! Zira tek başına yiyip içerek başkalarına ikramda bulunmayan kişinin, fakir olup dilenciliğe düşmesinden korkulur…”
[Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“Kim bu ayda bir oruçluya iftar verirse, bu onun günahlarının bağışlanmasına, Cehennem azâbından kurtulmasına ve kendi mükâfatından hiçbir şey eksilmeden bir oruç tutma sevâbına daha nâil olmasına vesîle olur.”
Bunu işiten sahâbîler:
“–Ey Allâh’ın Elçisi! Hepimiz bir oruçluyu doyuracak kadar yiyeceğe sahip değiliz.” dediler. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bunun üzerine:
“–Kim bir oruçluyu bir hurma ile veya içecek su ile veya tadımlık bir süt ile iftar ettirirse, Allah ona bu sevâbı verir.” buyurdu. (Ali el-Müttakî, VIII, 477/23714)
Günümüzde verilen bazı iftar ikramları ise, maalesef bu maksadın dışına taşan birtakım manzaralara sahne olmaktadır. Lüks lokantalarda, -hattâ daha ötesi- diğer zamanlarda içkili olan mekânlarda, israf ve güç gösterisine dönüşen ziyafetler verilmektedir. Fakir-fukarânın değil, sadece kendi seviyesinde olanların davet edildiği bu nevî sofraların, hadîs-i şerîflerde fazîletinden bahsedilen iftarlara ne kadar benzediği ise meçhuldür!..
Bir iftar verirken eş-dostun yanında, duâsı alınacak sâlih kimseleri, fakirleri ve garipleri davet etmeyi de ihmâl etmemek gerekir. Şeyh Sâdî’nin buyurduğu; “Hak dostları, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.” düstûrunca; asıl hüner, garip ve kimsesizlere ulaşabilmek, onlara hânesini, sofrasını ve gönlünü açabilmektir.
Böyle rahmet dergâhı gönüllere sahip olan ecdâdımız, bizlere müstesnâ bir fazîletler medeniyeti mîras bırakmışlardır. Nitekim şu kıssa, bu hakîkatin bir misâlidir:
Sultan 3. Mustafa bir Ramazan ayında Şeyhülislâm Mehmed Emin Efendiʼnin konağına iftara gider. Konuşma esnâsında:
“–Efendi, arada bir size gelmek isterim ama, konağınız pek uzak yerde.” der.
Mehmed Emin Efendi de:
“–Sâyenizde yakın yerlerde bir ev tedârik etmem mümkündür, lâkin gördüğünüz şu civardaki hânelerin hiçbirinde mutfak yoktur.” karşılığını verir.
Bu söz Pâdişâh’ın tuhafına gider:
“–Ne acâyip şey, bu evlerde yemek pişirmezler mi?” diye sorar. Şeyhülislâm Efendi ise:
“–Cümlesinin sabah ve akşam yemekleri fakirhâneden gider. Onun için buradan ayrılmak istemem.” cevâbını verir.[4]]
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Ey ahâlî! Siz tıka-basa yiyor, doyuyorsunuz. Hâlbuki yanı başınızda aç komşularınız var… Birinizin önünde birçok yiyecek var, elinde imkânları var; malı-mülkü, serveti var; hem kendisine, hem de ailesine yetip de artacak kadar… Kapısında veya yanı başında ise muhtaçlar var. Buna rağmen o, bu ihtiyaç sahiplerini eli boş olarak geri çevirir. Hâlleriyle hiç alâkadar olmaz bile…
Fakat sen, ey böyle hareket eden kişi! Yakında haberini görürsün! Yakında sen de, eli boş geri gönderdiğin veya hâlleriyle hiç ilgilenmediğin o muhtaçlar gibi olursun. Sen nasıl ki vermeye gücün yettiği hâlde vermedi ve eli boş geri çevirdiysen, aynen sen de öyle geri çevrilirsin!..”
[Çok imkâna sahip olmak, çok tüketmeyi haklı kılmaz. Zira bu dünyada yararlandığımız her nîmetin, âhirette inceden inceye hesabını vereceğiz. Mü’min, şahsı için kifâyet miktarıyla yetinmesini bilip ihtiyaç fazlasını Allah için sarf etmekle mükelleftir.
Meselâ oruç tutup gün boyu aç kalmak bile, iftar ve sahurda “çok yemeyi hak etmek” mânâsına gelmez. Bu sebeple iftar ve sahurlarda oburca yiyerek nefse yenik düşmekten sakınmak gerekir.
Mü’minler olarak her zaman Sünnet’e riâyeti düstûr edinmeli, midemizi tıka basa doldurmaktan kaçınmalıyız. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in buyurduğu gibi; mutlakâ çok yememiz gerekiyorsa, midemizin üçte birini yiyeceğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefese ayırmalıyız.[5]
Etrafındaki, hattâ yeryüzünün herhangi bir köşesindeki aç din kardeşlerini düşünmeden oburca yiyip tüketmek, bir müslümanın ahlâkı olamaz. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minleri birbirine kardeş kılmıştır. Rahmet Peygamberi Efendimiz de, müslümanların birbirini yıkayan iki el gibi olmasını, din kardeşini kendisine zimmetli bilmesini tâlim ve telkin buyurmuştur. Yine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm kardeşliğinin toplumlarda o derece hâkim olmasını istemiştir ki;
“Komşusu açken tok yatan kimse (kâmil) müʼmin değildir.” buyurmuştur. (Hâkim, II, 15)
Dolayısıyla bir mü’minin hodgâm, egoist, bencil olması düşünülemez. Mü’min, kendisini toplumun gidişâtından mes’ûl gören, diğergâm ve fedakâr insandır. Yanı başındaki muzdaribin ıztırâbını gidermeden huzur bulamayan, yüce gönüllü insandır.
Zira mü’min bilir ki; “Merhamet etmeyene merhamet edilmez.”[6] Elinde imkân varken cimrilik edip muhtaca sırt çevirene, en muhtaç olduğu zamanda sırt çevrilir. Kulun en ufak bir hayra dahî en fazla muhtaç olacağı zaman, şüphesiz ki Mahşer günüdür. O gün ilâhî rahmet ve mağfirete mazhar olabilmek için, bugün Allâh’ın kullarına şefkat ve merhamet göstermeliyiz. Nitekim hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmuştur:
“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Yeryüzündekilere şefkat ve merhamet gösteriniz ki, gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16/1924)
Yarın Mahşer dilencisi veya âhiret müflisi olmamak için, bugün hiçbir dünyevî karşılık beklemeden, sırf Allah rızâsını umarak muhtaçlara ikram ve ihsanda bulunmayı ganimet bilmeliyiz.
Nitekim Şeyh Sâdî der ki:
“Kapına bir garip gelirse, sakın eli boş gönderme. -Allah göstermesin- belki bir gün sen de garip olur, kapıları dolaşırsın!..
Mâdemki bugün bir şey istemek için kimsenin kapısına gitmiyorsun, bunun şükrânesi olarak, kapına gelen muhtaca ikram et!”
Günümüzde bilhassa Suriyeli mazlumlar, bizlere bu hakîkatleri düşündürmelidir. Bu mübârek günlerde o mazlum kardeşlerimizi daha çok hatırlamalı, elimizden gelen yardımı cân u gönülden ikram etmeliyiz. Hiç imkânı olmayan bile, en azından hâl-hatır sormalı, güler yüz göstermeli, tesellî edici sözler söylemelidir. Zira Cenâb-ı Hak;
“Eğer Rabbinden umduğun bir rahmet için onların yüzlerine bakamıyorsan, hiç olmazsa kendilerine gönül alıcı (tesellî edici, tatlı) bir söz söyle.” (el-İsrâ, 28) buyuruyor.
Bu mübârek günlerde o mazlumlarla kardeşliğimizi, dostluğumuzu, yakınlık ve alâkamızı artırmaya gayret edelim. Onlar için kalbî, kavlî ve fiilî duâlarda bulunalım. Çünkü Efendimiz’in ümmetini düşünüp onlar için bu şekilde duâ etmemiz, Efendimiz’in de bizden hoşnut olmasına vesîledir.
Nitekim bir hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:
“Allah katında, kulun şöyle demesinden daha sevimli bir duâ yoktur:
اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ رَحْمَةً عَامَّةً
«Allâh’ım! Ümmet-i Muhammed’e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!»” (Ali el-Müttakî, no: 3212, 3702)
Hak dostlarından Mâruf-i Kerhî Hazretleri de şöyle buyurur:
“Kim her gün on defa:
اَللّٰهُمَّ أَصْلِحْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ
اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ أُمَّةِ مُحَمَّدٍ
اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ
«Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in hâlini ıslâh eyle!
Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’in sıkıntılarını gider!
Allâh’ım, ümmet-i Muhammed’e rahmet eyle!» derse, Allah dostlarından yazılır.” (Ebû Nuaym, Hilye, VIII, 366)
İşte Ramazân-ı Şerîf’in alâmet-i fârikası olan oruç ibadetinin vicdanlardaki en mühim tesiri de ümmet-i Muhammed’in mazlum ve muzdariplerine karşı bu “merhamet” duygusunu uyandırmak ve inkişâf ettirmektir. Zira oruç, belli bir süreliğine de olsa açlığı tattırarak toplumdaki muhtaçların, yoksulların, çaresizlerin, kimsesizlerin hâlinden anlamaya vesîle olur.
Nitekim Mısır’da şiddetli kıtlığın hüküm sürdüğü günlerde Hazret-i Yusuf -aleyhisselâm-’a:
“–Siz, devletin hazinelerine hükmeden bir idarecisiniz. Niçin kendinizi aç bırakıyorsunuz?” diye sorduklarında o aziz peygamber şu ibretli cevabı vermiştir:
“–Karnım tok olursa açların hâlini anlayamam diye korkuyorum!..”
Demek ki oruç ibadeti, sadece midenin aç bırakılmasından ibâret değildir. Makbul bir oruçta en mühim husus; vicdâna da oruç tutturabilmektir. Böylece diğergâmlık, merhamet ve cömertlik duygularını inkişâf ettirebilmektir. Oruç ne kadar vicdânımızı temizliyor, merhamet ve fedakârlığımızı ne ölçüde artırıyorsa, o kadar Allah indinde makbul olmuş demektir.
Dolayısıyla oruç ayı olan Ramazân-ı Şerîf, kardeşliğimizi daha da ileriye götürme zamanıdır. Unutmayalım ki İslâm kardeşliği, sırf rahat zamanların beraberliği değil, bilhassa zor zamanlardaki beraberliktir. Kardeşinin sevincini paylaşmak kadar, sıkıntısını paylaşmaya da gönüllü olmaktır. Cenâb-ı Hak, sırf kendi rızâsı için, bilhassa zor zamanlarda gösterilen din kardeşliğinin mükâfatını; hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyâmet gününde Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde himâye edeceği yedi sınıftan birine dâhil olmak şeklinde müjdelemektedir.[7]]
Abdülkâdir Geylânî Hazretleri buyurur:
“Ey ahâlî! Gündüz aç ve susuz durup akşamleyin haram kazançlarla yiyip-içmek size ne fayda verecek? Gündüzleyin oruç tutarsınız, geceleyin günah işlersiniz. Ey haram yiyenler! Siz, gündüzün su içmekten kendinizi alıkoyarsınız. Sözde oruç tuttuğunuz için gündüzün su içmezsiniz. Akşam olunca ise, müslümanların kanları üzerine iftar edersiniz…”
[Oruç, belli bir süreliğine bazı helâllerden bile el çektirerek, haramlardan her dâim nasıl bir titizlikle sakınmamız gerektiğinin bir tâlimidir. Oruç tutmak, dînin hoş görmediği bütün davranışlara karşı nefsin dizginlerini de sımsıkı tutmaktır. Orucumuzun Allah katında ne kadar makbul olduğunu anlamanın en kolay yolu da; haramlardan, mâlâyânîden ve gafletten ne kadar sakınabildiğimize bakmaktır.
- O hâlde biz de oruç hususunda kendimizi muhâsebe etmeliyiz:
- Tuttuğumuz oruç, bizi ne kadar takvâya erdiriyor?
- Gözümüzü harama bakmaktan koruyor mu?
- Kulağımızı yanlış sözler ve sesler dinlemekten muhafaza ediyor mu?
- Dilimizi yalan, gıybet, dedikodu ve boş sözlerden alıkoyuyor mu? “Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kişi, ya hayır söylesin ya da sussun!”[8] nebevî tâlimâtına; Mevlânâ Hazretleri’nin “boş konuşmalarla sözün maskarası olmayın” îkâzına riâyetimizi artırıyor mu?..
Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Asr-ı saâdette sıcak bir gündü. Öğle üzeri bir kimse gelerek:
“–Yâ Rasûlâllah! Şurada oruçlu iki kadın var. Neredeyse susuzluktan ölecekler. (Müsaade buyrun, oruçlarını bozsunlar.)” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ondan yüz çevirdi, cevap vermedi. Gelen kimse tekrar;
“–Yâ Nebiyyallah! Vallâhi neredeyse ölecekler.” dedi.
Fahr-i Kâinât Efendimiz;
“–Çağır onları!” buyurdu. Kadınlar geldiler. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir kap istedi. Kadınlardan birine vererek;
“–İçindekileri çıkar!” dedi. Kadın kabın yarısını dolduracak şekilde kan, cerâhat ve et kustu. Diğerine de aynı şekilde emir buyurunca, o da kabı dolduruncaya kadar kan ve taze et çıkardı. Bunun üzerine Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şöyle buyurdu:
“–Bunlar, Allâh’ın helâl kıldığı şeylerden kendilerini tuttular, onlara karşı oruçlu oldular, haram kıldığı şeylerle de oruçlarını açtılar. Biri diğerinin yanına oturup, insanların etlerini yemeye (gıybet etmeye) başladılar.” (Ahmed, V, 431; Heysemî, III, 171)
Nasıl ki huşû üzere kılınan makbul bir namaz kulu hayâsızlıktan ve kötülükten alıkoyarsa, hakkıyla tutulan bir oruç da günahlara karşı bir siper-i sâikadır, koruyucu bir zırh hükmündedir. Nitekim orucun farz kılındığını bildiren âyet-i kerîmede; “لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ” buyrularak oruçtan maksadın; takvâya ermek, günahlardan titizlikle sakınmak olduğu beyân edilmektedir.[9]
Şayet tuttuğumuz oruç, bizde bir takvâ hassâsiyeti meydana getirmiyorsa, vaziyetimizi gözden geçirmeliyiz. Nerede hatâ yaptığımıza bakmalıyız. Orucun feyz ve rûhâniyetini zedeleyen kusurlarımızın telâfisine yönelmeliyiz. Orucun zâhirî şartlarına ilâveten takvâ cihetine de dikkat etmeliyiz ki, o oruç bizim için Cehennem’e kalkan olsun.]
Cenâb-ı Hak, Ramazân-ı Şerîf’e lâyıkıyla hazırlanıp, onu ilâhî af, mağfiret ve rahmete vesîle olacak hâl ve amellerle ihyâ edebilmeyi cümlemize nasîb eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Hâkim, IV, 170/7256; Tirmizî, Deavât, 100/3545.
[2] Buhârî, Ezân, 18.
[3] İbn-i Mâce, Zühd, 15.
[4] Süheyl Ünver, Bir Ramazan Binbir İstanbul, s. 64.
[5] Bkz. Tirmizî, Zühd, 47.
[6] Buhârî, Edeb, 18; Müslim, Fedâil, 65.
[7] Bkz. Buhârî, Ezan, 36.
[8] Buhârî, Edeb, 31, 85; Müslim, Îman, 74.
[9] Bkz. el-Bakara, 183.