Suriye’dekiler, Yemen’dekiler Bizim Kardeşlerimizdir


DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

SURİYE’DEKİLER, YEMEN’DEKİLER BİZİM KARDEŞLERİMİZDİR

“Allâh’ın ipine (İslâm’a) sımsıkı sarılın…” (Âl-i İmrân, 103) buyruluyor.

Mü’minlerin Cennet’e nâil olması için Kur’ân/Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın!..

Acaba, dâimâ düşüneceğiz, her hareketimizde, benim bu hâlime göre Kur’ân-ı Kerîm’de ne âyet var, hadîs-i şerîflerde ne hadîs-i şerîf var Efendimiz’in buyurduğu? Dâimâ kendimizi mîzân etme durumundayız.

Yani bu “Allâh’ın ipine sımsıkı sarılın”; eğer biz Allâh’ın dînini yaşarsak, Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde ömür sürersek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmış oluruz.

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i bildirirken;

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kur’ânʼdan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müʼminler için şifa ve rahmettir…” [el-İsrâ, 82]) buyuruyor. “Biz Kur’ân’ı şifâ ve rahmet olarak…” Yani kalbine göre, niyetine göre, ihlâsına göre sana Kur’ân-ı Kerîm şifâ ve rahmet olur.

Ondan sonra “وَلَا تَفَرَّقُوا” “…Parçalanmayın!..” (Âl-i İmrân, 103) buyruluyor. Mü’minler birlik olacak. “بُنْيَانٌ مَرْصُوصٌ” (Bkz. es-Saff, 4) buyruluyor, üst üste konulan, -Allah yolunda- bir kerpiçler gibi olacak.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Cennet’in tâ ortasında olmak isteyen kimse, İslâm toplumundan ayrılmasın.” (Tirmizî, Fiten, 7/2165; Ahmed, I, 26, V, 370-371)

“وَلَا تَفَرَّقُوا” bir ayrılık, bir parçalanma Cenâb-ı Hak (istemiyor). Maalesef gruplar vs. şu-bu, bu düşmanlığı Cenâb-ı Hak aslâ istemiyor.

Kelime-i tevhîd muhtevâsı içinde yaşayan bütün mü’minler, birbirine kardeş olacak. Cenâb-ı Hak câhil kavme; hep akraba asabiyeti vardı, ırkî asabiyet vardı, birbirlerine devamlı düşman hâlindelerdi. İslâm gelmesiyle Cenâb-ı Hak bir kardeşlik ihsân etti ve o nîmet sayesinde kardeş oldular. Cenâb-ı Hak:

“…Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarındayken oradan O sizi kurtarmıştı…” (Âl-i İmrân, 103)

Demek ki burada kardeşlik çok mühim. Kardeşlik, bir emirdir. Kardeşlik bir farzdır. Mü’min mü’minin kardeşidir. Din kardeşliği de kan kardeşliğinden daha öncedir. Eğer kan kardeşliği var, kalp kardeşliği yoksa, o bir iş görmüyor, yaramıyor.

Nuh -aleyhisselâm- dördüncü oğlunu gemiye çağırdı.

“–Yok” dedi. “Ben dedi, dağa çıkarım, bana bir şey tesir etmez.” dedi.

Nuh -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbi! Bu benim ehlimdir.” dedi.

Cenâb-ı Hak:

“–Nuh dedi, câhillerden olma, o senin ehlin değildir.” dedi. (Bkz. Hûd, 45-46)

Demek ki mühim olan, kalp kardeşliğidir. Kalbî beraberliktir. Bunu da en bâriz, daha evvelden câhiliye devrinde, mahallede bir çocuk bir çocuğa, öbür mahalleye taş atsa, iki mahalle birbirine girerdi. Yani devlet diye bir şey yoktu, aşiretler vardı.

Hicrette, Medîne’de bir site devleti kuruldu. Hak-hukuk vs. bir anayasa tanzim edildi.

Îman asabiyeti, bütün asabiyetlerin üstüne çıktı. Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz oğluyla karşı karşıya geldi. Ebû Ubeyde bin Cerrah, babasıyla karşı karşıya geldi. Hazret-i Hamza, kardeşiyle karşı karşıya geldi.

Velhâsıl, demek ki bir mü’minde îman asabiyeti bütün asabiyetlerin üzerine çıkacak.

Efendimiz, Muhâcirle/hicret edenlerle Medîneliler arasında bir kardeşlik tesis etti. Öyle bir kardeşlik oldu ki, Medîneliler bütün bir servet beyanı verdiler:

“–İşte hurma bahçem dedi, işte evim dedi, gel ortak veya paylaşalım.” dedi.

Ashâb-ı kirâm da Efendimiz’in terbiyesinde yetişti;

“–Evin de mübârek olsun, hurma bahçen de mübârek olsun! Sen bize çarşının yolunu göster dediler. Sen bize bir iş göster.” dediler.

Biri vermek istiyor, öbürü müstağnî… Nasıl bir nizam!?..

Verirken de, verenler de, Cenâb-ı Hak âyette:

“…Onlara verilenlerden ötürü gönüllerinde hiçbir sıkıntı ve rahatsızlık duymazlar…” (el-Haşr, 9)

Severek verdiler, hiçbir rahatsızlık duymadılar.

“…İhtiyaç içinde kıvransalar dahî mü’min kardeşlerini kendi nefislerine tercih ederler…” (el-Haşr, 9)

Demek ki Cenâb-ı Hak bizden böyle bir mü’min kardeşliği istiyor.

Tabi bu din kardeşliği ikramı, zor zamanlarda olan yardımı, severek yapabilmek… Eğer biz, takvâmız kadar, kardeşlerimize yardım etmenin heyecanı içinde olmamız zarurî… Cenâb-ı Hak buyuruyor:

وَيَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ

“…Sadakaları Ben alırım…” (Bkz. et-Tevbe, 104) buyuruyor.

Her mü’min, diğer mü’mini kendine zimmetli bilecek. Kardeşinin sevinciyle sevinecek, derdine derman olmaya çalışacak.

Hiçbir gölgenin bulunmadığı kıyamet gününde, Rasûlullah Efendimiz, yedi kişi Arş’ın gölgesi altında olacak; bunlar da birbirine dünyada kardeş olanlar… (Bkz. Buhârî, Ezân, 36)

Fakat sözde kardeş değil, fiilde kardeş olanlar.

Meselâ bugün Suriye, Yemen, Dünya’nın herhangi bir köşesinde îmanları dolayısıyla zulüm altında olan mü’minleri ne kadar düşüneceğiz? Kardeşliğimizin seviyesi nedir? Hiçbir imkânımız yoksa maddî, seherlerde dua ediyor muyuz onlara?

Dâvud-i Tâî Hazretleri diyor ki:

“Hiç yoksa diyor, bir mü’minin günde on sefer;

اَللّٰهُمَّ اصْلِحْ اُمَّتَ مُحَمَّد

اَللّٰهُمَّ فَرِّجْ عَنْ اُمَّتِ مُحَمَّد

اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ اُمَّتَ مُحَمَّد رَحْمَةً عَامَّةً

olarak hiç yoksa günde on sefer ümmet-i Muhammed’e dua etmeli. Çünkü Efendimiz ümmetini çok seviyordu.” Rauf ve rahîm. Biz de din kardeşlerimizi çok seversek, o kadar Rasûlullah Efendimiz’in rızâsını almış oluruz.

Meselâ demin bir resim gösterdiler namazdan evvel, Suriye’de, bizim hududun belki üç-beş km ötesinde bir kampa öyle bir sel basıyor ki, aşağı yukarı, çocuklar filan çadırları 30 cm – 40 cm su basmış oluyor. Perişan durumda…

Yani biz burada rahatız. Demek ki ibret alacağız, çok şükredeceğiz. Bizler orada olabilirdik. Hiçbir şey yapamıyorsak dua edeceğiz onlara. Cenâb-ı Hak kuluyla kulunu daima bir imtihan hâlinde.

Mevlânâ diyor ki:

Şems diyor… Şems-i Tebrizî bir derviş. Mevlânâ, Dersiâm idi, bütün ilimlerin zirve hocasıydı. Şems-i Tebrizî de bir dervişti. Kendini Hakk’a adamış bir dervişti. Orada ilâhî hikmetler, ilâhî sunuhatlarla dolu olan bir dervişti. Mevlânâ kadar bir ilmi yoktu, normal bir ilmi vardı. Fakat o in’ikâs, beraberlik; ondan sonra Mevlânâ Mesnevî’yi yazıyor. Ondan sonra diğer eserlerini yazmaya başlıyor:

“Bana diyor, Şems diyor bir şey öğretti diyor: (O öğrettiği bir tek şey, her şeyin içinde.) Celâleddîn dedi, eğer dünyada bir üşüyen varsa sen ısınma hakkına sahip değilsin dedi. Ben de üşüyorum.” diyor.

Tam bir mü’min kardeşliğinin müşahhas bir misâli!

Diğer taraftan, mü’min kardeşlerimizde gördüğümüz yanlışlıklar olur, bilhassa zamanımızda. Bilhassa âhireti unutanlar, fâizdi, rüşvetti, vs. iffet noksanlığıydı, bunları yumuşak dille îkaz etmemiz de zaruri.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“Allâh’ın kullarından birtakım insanlar vardır ki, nebî değildir onlar, şehid de değillerdir. Fakat kıyamet gününde Allah katındaki makamlarından dolayı onlara nebîler ve şehidler imrenerek bakacaklardır.”

Ashâb-ı kirâm dedi ki:

“–Bunlar kimlerdir, ne gibi hayırlı ameller işlediler?” diye sordu Efendimiz’e. “Bize bildir yâ Rasûlâllah, biz de aynı hâle girelim.” dediler.

Rasûlullah Efendimiz buyurdu ki:

“–Bunlar öyle bir kavimdir, öyle bir toplumdur ki aralarında ne akrabalık, ne ticaret, ne iş münasebeti olmaksızın, sırf Allah rızâsı için birbirlerini severler.”

Sevmenin de, bu sevmenin de tabi, lâfta/sözde olmayacak, bu sevme ispat ister, fiilde olacak.

Sonra, hadîs-i şerîfin devamında Efendimiz buyuruyor:

“Vallâhi yüzleri bir nurdur ve kendileri nurdan minberler üzerindedir. İnsanlar kıyamet günü korktukları zaman onlar korkmazlar, insanların mahzun oldukları zaman onlar hüzünlenmezler.” buyurdu. Ve peşinden şu âyet-i kerimeyi okudu, Yûnus Sûresi’nden:

“Biliniz ki Allah dostlarına « لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ» korku yoktur, üzülmeyeceklerdir (buyuruyor). Onlar, Allâh’a îmân etmiş ve takvâ sahibi olan kişilerdir (buyuruyor). Onlara dünya hayatında da âhiret hayatında da müjdeler vardır…” (Yûnus, 62-64) (Ebû Dâvûd, Buyû, 76/3527; Hâkim, IV, 170)

Dünya hayatında bir huzur hâli, Cenâb-ı Hak’la beraber olmanın huzuru, o şekilde bir kardeş yardımı. Âhirette de çok çok daha ötesi bir huzur.

Velhâsıl bu din kardeşliği bugün çok daha mühim.

Bir kişi… Yine Efendimiz’den rivâyet ediliyor, Müslim hadîs-i şerîfi:

“Bir kişi bir köye gidiyor. Bir kişi de karşısına çıkıyor:

«–Arkadaş diyor, o köye ben de gidiyorum diyor. Bir ihtiyacın varsa ben onu göreyim diyor, sen zahmet etme oraya kadar diyor. Bir şey, alışveriş varsa ben dönüşte getirip sana veririm diyor, yorulma.» diyor.

O da diyor ki:

“–Yok diyor, ben hiç dünyevî iş için gitmiyorum diyor. Ben orada bir kardeşim var, o kardeşimi Allah rızâsı için seviyorum.” diyor.

O kişi diyor ki:

«–Ben insan değilim diyor, ben diyor meleğim. Allah -celle celâlühû- sana gönderdi. Sen nasıl o din kardeşini seviyorsan, Allah da seni öyle seviyor.»” (Müslim, Birr, 38; Ahmed, II, 292)

Demek ki burada ne hatırımıza geliyor bizim? Suriye hatıra geliyor, Yemen hatırımıza geliyor, Myanmar hatırımıza geliyor. Orada bir kardeşlik, kolay bir iş değil. Kardeşlik, fedakârlık istiyor.

Hasan-ı Basrî Hazretleri buyuruyor ki:

“Bizim dost ve kardeşlerimiz, bize aile efradımızdan daha sevimlidir. Zira aile efrâdımız bizi dünyada anar, fakat dostlarımız Mahşer yerinde bizi ararlar.”

Onlar, işte yedi kişiden biri, Arş’ın gölgesi altında kalacak.

Efendimiz buyuruyor yine:

“Mü’min başkasıyla ülfet eder (hoş geçinir) ve kendisiyle ülfet edilir. (Demek ki çok güzel ahlâk.) Kimseyle ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet edilmeyen kişiden (ondan da uzak kalın) ondan da yarar yoktur.” buyuruyor. (Ahmed, II, 400; V, 335; Hâkim, I, 73/59)

Müslümanın müslüman üzerinde en basitinden, en basitinden, muhakkak karşılaştığı zaman selâm…

İlk defa selâmı sen vereceksin. Selâm, duâdır. Allâh’ın selâmı üzerine olsun, diyoruz. Selâm, Allâh’ın ismidir.

Davet ederse icabet edeceksin.

Senden nasihat isterse nasihat edeceksin.

Aksırınca ona “يَرْحَمُكَ اللهُ” (Allah sana merhamet etsin) diyeceksin.

Hastalandığı zaman ziyaret edeceksin.

Öldüğü zaman cenazesinin ardından gideceksin. (Bkz. Müslim, Selâm, 5)

Bu da en basit bir kardeşliğin ilk basamağı olmuş oluyor. Demek ki kalbî olgunluğumuzun bir seviyesini gösteriyor.

Demek ki buna göre, kardeşlikte birinci merhale, bir mü’min gelip senden bir şey arzu ettiği zaman, onun arzusunu yerine getireceksin. “…Allâh’ın sana ihsan ettiği gibi sen de insanlara ihsan et…” (el-Kasas, 77) Cenâb-ı Hak buyuruyor.

Hiçbir şeye imkânın yok senin de, “قَوْلًا مَيْسُورًا” buyuruyor Cenâb-ı Hak. (Bkz. el-İsrâ, 28) Onun hoşuna giden, onu tesellî eden birkaç tane söz söyleyeceksin. Yani bir müslüman, bir müslümana çıkmaz sokak göstermeyecek.

İkincisi, daha büyük bir merhale; Cenâb-ı Hak “…Onlar iffetleri dolayısıyla hâllerini gizlerler. Sen onları sîmâlarından tanırsın…” (Bkz. el-Bakara, 273) buyuruyor.

Demek ki bir mü’minin de kalbi tekâmül edecek. Nasıl bir hasta insanı sîmâsından tanır, neşeli bir insanı sîmâsından tanır; iç dünyasını da tanıyacak. “Sen onları sîmâlarından tanırsın.” (el-Bakara, 273) buyruluyor.

Daha ötedeki bir merhale:

Cenâb-ı Hak;

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

“Sevdiklerinizden vermedikçe birre ulaşamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor. Sevdiğinden vereceksin ona. يَأْخُذُ الصَّدَقَاتِ (“…Sadakaları (Allah) alır…” [et-Tevbe, 104]) Cenâb-ı Hakk’a gidecek.

Bir misal:

Medîne’de su sıkıntısı vardı. Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- bir Rûme Kuyusu vardı, tatlı suyu olan, o suyu satın aldı. Bir gün müslümanlar kullanacak, bir gün gayr-i müslimler kullanacak. Fakat müslümanlara kâfî gelmediği için Hazret-i Osman yine çok büyük servet verdi, tamamını aldı. Diğer bir rivâyette de aynı kendi satın aldığı kuyudan su almak için sıraya girdi.

En yüksek derecesi de kardeşliğin, “îsâr” olmuş oluyor. Kendinden koparıp vermek. İşte burada Cenâb-ı Hak İnsan Sûresi’nde, Fâtıma Vâlidemiz’le Ali -radıyallâhu anh- Efendimiz’den bahsediyor.

“Kendileri de muhtaç olduğu hâlde…”

Bir ekmek yapıyor Fâtıma Vâlidemiz.

“Yoksula verirler.” Yoksul geliyor.

Arkadan yetim geliyor, “yetime verirler”.

Arkadan esir geliyor, “esire verirler”.

Verirken de derler ki, “aman bize teşekkür etme, şey yapma, bir minnet altında kalma” derler.

Esbâb-ı mûcibe/gerekçe bildirirler:

“Zira «عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا» biz o sert, musibetli, belâlı, o zor kıyâmet gününden korkarız derler. Allah da onları o günün/kıyâmetin şerrinden korur, onların gönüllerine ferahlık verir.” (Bkz. el-İnsân, 10)

İşte sahâbî bunu çok yaşadı. Misalleri çok. Meselâ Bedir’de 70 esir alındı. Hayvan sayısı da mahdut. Giderken Medîne’ye, o esirleri götürürken, zaman zaman müslümanlar/mücâhidler, kendisiyle kılıç kılıca geldikleri insanları, kendileri deveden indi, zaman zaman onları deveye bindirdi. “Bunlar bizim insanlıktaki eşimizdir.” dediler.

Var mı dünyada böyle bir şey!.. Onların tabi çoğu müslüman oldu.

Efendimiz; “yediğinizden yedireceksiniz, içtiğinizden içireceksiniz” dedi.

Yine Yermuk Harbi’nde bir bardak su, üç tane şehidin ortasında kaldı. İkrime, Hâris, Iyaş. Üçü de birbirine ikram ederken, 50 derece Güneş’in altında, dudakları sıcaktan patlar derecesi… O “su” dedi, orayı işaret etti; öbürü “su” dedi, öbürünü… En nihâyet hepsine suyu dağıtan dolaştı, hepsi baktı, üçü de arka arkaya susuz hâlde son nefeslerini vermişler… (Bkz. Kurtubî, XVII, 28; Zeylaî, Nasbu’r-Râye, II, 318; Hâkim, III, 270/5058)

İşte kardeşlik bu! Çok yüksek seviyede kardeşlik…

Efendimiz yine buyuruyor hadiste:

“Mü’minler birbirini sevmekte, birbirine acımakta, birbirini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman diğer uzuvlar bu sebeple nasıl bir uykusuz olur, ateşli hastalığa şey olur (o da aynı ıztırâbı yaşar).” buyruluyor. (Buhârî, Edeb, 27; Müslim, Birr, 66)