DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
GECENİN KARANLIĞINDA GÜNEŞ’İ BULANLAR
Cenâb-ı Hak:
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Bu, zâhirî; namaz, oruç, zekât, hac var, zâhirî farzlar. Bunlar da kalp ve beden âhengi içinde olacak. Kula büyük bir fayda verecek, güzel amele götürecek, sâlih bir mü’min olacak.
Namaz; fahşâdan, münkerden koruyacak. Bu, huşû ile kılınan bir namaz. Sırf fıkhî değil, aynı zamanda kalbî kılınan… Yani bedenin istikâmeti kıble olurken, kalbin istikâmeti Cenâb-ı Hak olacak ve cemaatle namaz kılınacak.
Efendimiz, tek tek bakardı. Eğer cemaatte görmezse sorardı. Hastaysa ziyarete giderdi, seyahatteyse ona duâ ederdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)
Muhakkak, eğer Efendimiz’i seven bir mü’min, namazlarını mümkün mertebe cemaatle kılacak. Mümkün mertebe câmide kılacak. Hattâ evi camiye yakın bir mü’mine ne mutlu! Ev alırken bunu da seçmesi lâzım ki böyle bir fazilete erebilsin. Onun için namaz çok mühim.
Oruç çok mühim:
لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ
(“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” [el-Bakara, 183])
Gözüne oruç, kulağına oruç, kalbine oruç, vicdanına oruç… Merhametin artacak, Allâh’ın nîmetlerini düşündürecek.
Zekât; zaten bu senin malın değil. Zaten bu, borçlusun bu malda. Senin malın değil çünkü. Cenâb-ı Hak, o kırkta bire senin malın demiyor. Sekiz yer gösteriyor Kur’ân-ı Kerîm’de, onların malı.
Tabi onun ötesinde sadaka var, infak var. Onlarda da vererek daha çok fazilete mü’min erişecek.
Şimdi bunlar zâhirî farzlar. Bunlar gibi bir de bâtınî farzlar var. Bunların en başında, bâtınî farzlarda, “güzel ahlâk” geliyor. Allah Rasûlü’ne benzeyebilmek…
“Din muâmeledir.” buyruluyor. Demek ki bir müslümanın muâmelesi en düzgün olacak. Bir müslüman daima karakter ve şahsiyet vaz edecek. Efendimiz’e daha İslâm gelmeden evvel dahî “el-Emîn, es-Sâdık geldi, en doğru insan geldi” derlerdi.
Velhâsıl bir müslüman da, Efendimiz’i seven bir müslüman;
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
(“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” [Buhârî, Edeb, 96])
Kıyâmette beraber olmak isteyen bir müslüman, daima karakter ve şahsiyet vaz edecek, birincisi. Bu farz.
İkinci farz; tefekkür hâlinde olacak. Cenâb-ı Hak bizlerden kalp ve beden âhengi içinde bir ibadet istiyor. Bunun için de tefekkür zarûrî.
Onun için;
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ
(“…Hiç düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50])
اَفَلَا تَعْقِلُونَ (“Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…]) buyruluyor.
اُولُوا الْاَلْبَابِ (“…Akıl sahipleri.” (Âl-i İmrân, 7]) buyruluyor.
Yani Cenâb-ı Hakk’a kul, kalp merhaleler katedecek, neyi görse Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatacak.
Meselâ bir âyette Cenâb-ı Hak:
“Rüzgârları gönderip bulutları hareket ettiren, Allah’tır…” (Fâtır, 9) buyuruyor. Nasıl bir, o bulutlar nasıl taşınıyor? Bir Akdeniz nasıl havada kapsız olarak dolaşıyor? O rüzgârı veren kim? O bulutu, o yağmuru indiren kim? Tekrar o suyu tebahhur ettirip tekrar yağmuru veren kim? Yani şu bir bardak suyun, baktığımız zaman bunun, şu bir bardak suyun mâzisine, kaç sefer semâya çıktı, kaç sefer semâdan indi? Yani bir kitabı yazılsa, yerden göğe kadar bir kitap yazmak lâzım, bilinse…
Cenâb-ı Hak iki tane olan yanıcı yakıcı şeyi birleştirerek hayat veriyor. Her şey sırr-ı ilâhî, esrâr-ı ilâhî…
Cenâb-ı Hak;
“Görmedin mi diyor, Allah gökten su indirdi… Onunla renk renk meyveler çıkardı.” (ez-Zümer, 21)
Yani Cenâb-ı Hak o gökten indirmese o suyu, o meyveler çıkar mıydı? Her meyvenin lezzeti ayrı. Hepsi bir toprak terkibinden çıkıyor. Her mevsime göre, senin ihtiyacına göre Cenâb-ı Hak veriyor?
اَفَلَا يَعْقِلُونَ
(“…Hiç düşünmüyorlar mı?” [Yâsîn, 68])
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ
(“…Hiç düşünmez misiniz?” (el-En‘âm, 50]) buyuruyor.
Hayvanlar da öyle. Hayvanlar bir fabrika gibi süt yapıyor, sana içiriyor. Velhâsıl, haydi kur bir fabrika, bir tarafından ot ver, bir tarafından su ver, süt çıksın!..
Tabi bu hâle gelmek için de kalbin bu rikkate gelmesi için de seherlerden mânevî istifade şart. Duygulu, derin bir mü’min olabilmek, seherler şart. Rûhânî gıda alabilmek için şart.
Bedenî gıdayı alıyoruz. Rûhî gıdaya daha çok ihtiyacımız var. Rûhî gıda bizim âhiret selâmeti için… Seherlerde o gıdayı alacağız, gündüzleri de nefsin arzularına karşı mukâvemette bulunacağız. Tabi bu gıdayı alamazsak zorlanırız. Gündüz öyle olacak, geceye hazırlık olacak. Seherler tekrar gündüze hazırlık olacak.
Velhâsıl bir Güneş’in, Ay’ın birbiriyle vardiya değiştirmeleri gibi, kalbî hayatımız da o şekilde olacak. Onun için seherler çok mühim. Cenâb-ı Hak:
وَالَّذِينَ يَبِيتُونَ لِرَبِّهِمْ سُجَّدًا وَقِيَامًا buyuruyor.
“Onlar gece secde ederek kıyam durarak Rab’lerine ibadet hâlinde olurlar.” (el-Furkân, 64)
Hattâ bir mütefekkir onu söylüyor; saâdete erenler diyor, şunlardır: “Gecenin karanlığında Güneş’i bulanlar…”
Gecenin karanlığında Güneş’i bulanlar, yani gönül âlemi, o gece, o seherde bir rûhâniyetle dolanlar.
Cenâb-ı Hak yine “bilen kim, bilmeyen kim”, onun bir maddesinde yine “سَاجِدًا وَقَائِمًا” buyuruyor. (ez-Zümer, 9) Yine seherlerde uyanık olanlar. Havanın loş karanlığında kalp Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. Dünyevî arzulardan uzak olacak.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor… Tevbeye ihtiyacın var mı? Çok!.. Peygamberler bile tevbe hâlinde.
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
(“…Seherlerde istiğfar edenler.” (Âl-i İmrân, 17]) buyuruyor.
Seherler ihyâ edilecek.
Ondan sonra, sâdıklarla, sâlihlerle beraber olunacak. Onların mânevî dokularından hisseler alınacak. Buyruluyor:
“İsin yanında bulunan is, misin yanında bulunan ise mis kokar.”
Cenâb-ı Hak yine bir kelbi misal veriyor, köpeği… Kehf Sûresi’nde. Sâlihlerle beraber oldu, Kur’ânî ifade kazandı. (Bkz. el-Kehf, 22)
İki peygamber karısı, fâsıklarla beraber oldu, Cehennemlik oldu. Kocalarının peygamber olmaları bile kâfî gelmedi. (Bkz. et-Tahrîm, 10)
Velhâsıl sâdıklarla, sâlihlerle beraber olunacak.
Diğer bir husus, bunun neticesinde, helâl lokma üzerinde mânevî gücü artırmak.
Lokma, aldığımız lokma, hem bedene enerji verir, hem de rûhânî hayata enerji verir. Ya hayra doğru yöneltir veyahut da gaflete götürür. Eğer helâlse duyguları derinleştirir, ibadet zevki verir, kulluk zevki verir. Yok eğer bulaşıksa ona göre ibadette miskinlik verir. Duyguda darlık verir. Bu çok mühim.
Yine bir sâlih zât buyuruyor:
“İbadette hantallık olursa bu üç sebebe bağlıdır diyor. (İbadetteki hantallık, ağır ağır, üşengeçlik.)
Birincisi, seherlerde gafletle ihmâl edenler, seherlerde uyuyanlar. (Çünkü enerji almadan güne giriyor.)
İkincisi, sâlih ve sâdıklarla beraber olacağı yerde dünyevî iptilâlarla, gaflettekilerle beraber oluyor. Onlardan medet umuyor. (Cenâb-ı Hak; “عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ” buyuruyor. “Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3) buyuruyor.)
Üçüncüsü; yenilen lokmanın helâliyetine dikkat etmezse.”
O zaman ne oluyor? Müsbet enerji alacağı yerde menfî enerji alıyor. O da kullukta, ibadette hantallık veriyor.
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri’ni bir derviş yemeğe davet ediyor, kendi dervişi. Yemeğe gidiyor; şöyle bir bakıyor yemeğe, yemiyor.
“–Üstad diyor, helâldir.” diyor.
“–Oğlum diyor, helâldir ama diyor, bunu pişiren öfkeyle pişirmiş, gafletle pişirmiş. (Bir de sokakta pişirenleri düşünelim.) Bu yemeği yememiz münasip değildir buyuruyor. Velhâsıl unu elekten geçiren, hamuru yoğuran ve pişiren kişi öfkeliymiş…”
Diğer bir husus, merhamet. Bir müslüman merhametli olacak. Nereye? Karıncaya kadar merhametli olacak.
Bâyezîd-i Bistâmî Hazretleri bir ağaç altında bir yemek yediler. Yola devam ettiler. Torbalarının üzerine bir karınca gördüler.
“–Ben bunu vatan-cüdâ ettim.” dedi. Döndü, bıraktı oraya.
Hayrı tehir etmek de doğru değil. Kimi insan bir heyecanla; “Ben şu hayrı yapayım.” diyor, unutuyor sonra. Buna da bir misal, Hasan-ı Basrî Hazretleri. Bir kişi geliyor mescidde;
“–Ben açım, beni doyur.” diyor.
“–İyi diyor, ben eve gidip vereyim.” diyor. Eve gidiyor, unutuyor. Sabahleyin geliyor bakıyor, o kişi, garip, köşede vefat etmiş.
“–Eyvah, vah vah!” diyor. Üzülüyor çok. Hemen diyor, bir telâfiye giriyor, kefen alayım diyor. Kefen alıyor, yıkıyor, gömüyor. Kısmen bir tatmin olur gibi, yani hiç yoksa bunu yaptım gibi. Sabahleyin geliyor, o yakaza hâlinde şöyle, mânen, kıblenin önünde;
“–Evet diyor, senin yaptığın hayır kabul edilmedi.” diyor.
Onun için diyor Hasan-ı Basrî Hazretleri; “Bana birisi gelip bir şey istese o anda veririm.” diyor.
Hattâ bir kişi hemen bir şey istiyor. Verecek bir şey yok, gömleğini çıkartıp veriyor. Arkadaşı diyor ki:
“–Yâhu evinden gönderseydin.”
“–Yok diyor, bir sefer unuttum, benim başıma bir iş geldi.” diyor.
Onun için bir hizmete niyet edildiği zaman onu hemen o anda tedârik etmek lâzım. Çünkü zaman geçtikçe gevşiyor.
Yine Efendimiz buyuruyor: Herkes, ashâb-ı kirâm;
“–Biz merhametliyiz.” diyor.
“–Yok (diyor Efendimiz), benim kastettiğim merhamet, âm ve şâmil merhamettir, Allâh’ın bütün mahlûkâtına.” (Bkz. Hâkim, IV, 185/7310)
Mekke Fethine Efendimiz giderlerken 10 bin kişiyle. Bir köpek, yavrusunu emziriyordu. Efendimiz, “öbür taraftan geçin” buyurdu.
Velhâsıl müslüman ince ruhlu olacak. Zarif olacak.
Bir köle yine üç tane ekmeğini bir köpekle paylaşıyordu…
Bunlar nedir? Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı, merhamet.
Velhâsıl merhamet, bir mü’minin alâmet-i fârikasıdır. Muhtacın ihtiyacını görmek, mü’minin bir vicdan vazifesidir. Müslüman, muhtaçları sevindirme neşesiyle yaşayan insandır.
“Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” buyruluyor. (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)
Buna benzer çok vâkıalar var. Cenâb-ı Hak “Rahmân ve Rahîm.” Efendimiz “rauf ve rahim”. Bir mü’min de rahmet insanı olacak.
Rahmet insanının amellerinde ihlâs ve samimiyet olur. Her işini Allah rızâsı için yapar. Çorak insan değil, rahmet insanı olur. Yağmur gibi, girdiği her yere hayat verir. Güneş gibi en kuytu, ücrâ yerleri bile aydınlatır. Müsterşidi, yani irşad bekleyenleri irşad eder.
Diğer bir husus, tevâzû. Bu da çok mühim. Cenâb-ı Hak “ben” istemiyor hiç. “Şunu yaptım, bunu yaptım, şu hayrı yaptım, bu hayrı…” istemiyor. O seninle Cenâb-ı Hak arasında kalacak. Bir fânîyi ortak etmeyeceksin. Cenâb-ı Hak kibriyâ sıfatına ortaklık istemiyor. Ortak olursa, boşuna gidiyor. Âyet-i kerîmede buyruluyor:
“Rahmân’ın kulları öyle kimselerdir ki yeryüzünde vakar ve tevâzu ile yürürler. Cahiller de kendilerine sataştığı zaman «selâmâ» derler.” (el-Furkân, 63) buyruluyor.
Mekke’nin fethine Efendimiz girerken, tam Mekke’nin önüne girerken, devesi üzerinde secde hâlinde giriyordu, sakalı devenin sırtına şey yapıyordu. Etrafına da herhangi bir taşkınlık olmasın;
اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ buyuruyordu.
“Esas hayat âhiret hayatıdır.” buyuruyordu. (Buhârî, Rikāk, 1)
Demek ki bir mü’min, ne meziyeti varsa, Cenâb-ı Hakk’a teşekkür hâlinde olacak. “Ben yaptım, ben ettim…” demeyecek.
İzâ Câe Sûresi indi. Büyük bir müjde, büyük bir şey… “Fevc fevc İslâm’a girdiklerini görürsün.” (Bkz. en-Nasr, 2) buyruluyor. Etraftan kabileler İslâm’a girmeye başladı. O zaman;
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ buyurdu Cenâb-ı Hak.
“Hamd ile Rabbini tesbih et ve istiğfar et.” (en-Nasr, 3) buyurdu.
Yine Enfâl Sûresi’nde, Bedir Harbi’nde müslümanların bir kısmı; “Şöyle oldu, böyle kazandık, böyle ettik, şöyle vurdum, şöyle uçurdum…” dedi. Hemen Enfâl Sûresi’nden âyet indi:
“(Savaşta) onları siz öldürmediniz fakat Allah öldürdü onları. Attığın zaman da Sen atmadın fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı Cenâb-ı Hak). Çünkü Allah işitendir, bilendir.” (el-Enfâl, 17) buyruldu.
Velhâsıl kul daima mütevâzı hâlde olacak. Hattâ İbrahim -aleyhisselâm- zirve Allah dostluğunda. İkinci büyük peygamber Efendimiz’den sonra. O kıyamet günü;
وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ diyor. “(Yâ Rabbi diyor, insanları) dirilttiğin gün, beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) diyor. Kulluğu îfâda, Allâh’ın o azameti, ikramı karşısında, yaptığı o sâlih amelleri, canıyla, malıyla, evlâdıyla (imtihan edilerek) Allah dostu oldu, yine kâfî görmüyor.
Demek ki kul dâimâ mahviyet içinde olacak. Yani biz bu dünyaya arz-ı endâm için gelmedik. Makam-mevkî vs… Arz-ı hâl, Cenâb-ı Hakk’a bir kulluk, kulluğu yaşamak, güzel bir kul olabilmek…
Buna misaller çok Efendimiz’de:
Birisi geliyor, karşısında titriyor.
“–Ben diyor pâdişah değilim diyor, kral da değilim diyor. Ben diyor, Mekke’de diyor, kuru et yiyen diyor, kurumuş et yiyen senin komşunun ben yetimiyim.” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Et’ime, 30; Taberânî, el-Mu’cemu’l-Evsat, II, 64)
Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, Kasas Sûresi’nde:
“İşte âhiret yurdu…” (el-Kasas, 83) buyuruyor.
“İşte âhiret yurdu. Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (el-Kasas, 83) buyuruyor.
Yine Bahâüddîn Nakşibend Hazretleri öyle bir hiçlik içinde ki:
“Âlem buğday ben saman,
Âlem yahşi ben yaman…” diyor.
Mevlânâ’nın burada çok güzel bir, ibretli bir teşbihi var. Diyor ki:
“Ey diyor, aklı başında insan diyor, aklı başında kişi diyor. Şunu iyi bil ki diyor, kılıç diyor, boynu olan kişinin boynunu keser diyor. Gölge ise yerlere serilmiştir. Boynu ve bedeni olmadığı için onun yaralanması ve kesilmesi mümkün değildir. Sen de gölge ol!” diyor. Enâniyetten sıyrıl diyor. Yani tevâzuyla bütün tehlikelerden kendini korursun buyuruyor.
Velhâsıl “el-emîn, es-sâdık” olabilmek…
Yine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor:
“–Konuşmadan halkın davetçileri olun.”
“‒Yâ Halife diyorlar, nasıl konuşmadan davetçi olunur?”
“‒Ahlâkınızla diyor. Ahlâkınızla, karakter ve şahsiyetinizle tesir edin.” buyuruyor.
İhlâs zarûrî. “Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî, Îman, 41; Müslim, İmâre, 155)
Edep, hayâ zarûrî. Bugün çok muhtaç olduğumuz şey. Zira İslâm, edepten ibarettir.
Maalesef bugün…
Edep, rûhun ve gönlün süsü. Edep, insanı maddî-mânevî her belâdan muhafaza eder. Şâir ne güzel söyler:
Edep bir tâc imiş nûr-i Hudâ’dan,
Giy o tâcı emîn ol her belâdan.
Mevlânâ:
“Îman nedir diye aklıma sordum. Aklım da kalbimin kulağına eğilip; «Îman edepten ibarettir.» dedi.”
Bugün de en çok muhtaç olduğumuz bir hâdise bugün.
Sabır öyle. Dengeyi bozmamak. Bunların hepsi farz olmuş oluyor.
Velhâsıl bunlar, benzerleri, sırf namaz, oruç, zekât… Bunlarla beraber bu mânevî hâllerimizin olması zarûrî. Bir âhenk olacak…