İslam Kültürü Nedir?


DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

İSLÂM KÜLTÜRÜ NEDİR?

En büyük kültür, İslâm kültürüdür. Bu kültür, hayatın her safhasını muhtevîdir. Diğer, dünyevî kültürler vardır. Onlara baktığımızda, meselâ bir tıp ilmi, Allâh’ın vücuda yerleştirdiği muazzam kâidelerle ilgilenir. Botanik, topraktan biten nebâtâta konan ilâhî kâideler etrafında faaliyet gösterir. Fizik-kimyâ, Cenâb-ı Hakk’ın halkettiği maddelerle, iç yapılarındaki hususiyetleri inceler.

İslâm kültürü ise, insana bütün bu ilimlerin hem hikmet tarafını tefekkür ettirir, hem de hayatın bütün safhasını kaplar. Yani imtihan dünyası içinde olduğumuz için, bu kültüre ihtiyaç vardır. Hayatın her safhasında, her nefeste, her adımda nasıl bir hâlimiz olacak?..

İnsan, bu İslâm kültürü neticesi, katı kalplilikten kurtulup merhamet, şefkat, istikâmet hâline gelecek, şefkat sahibi olacak. Cehâletten kurtulup ebedî saâdet kültürüyle donanacak. Bencillikten kurtulup diğergâm olacak. Bu, Cenâb-ı Hakk’ın tanzim ettiği bir İslâm kültürüdür. İlk kültür:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

O şekilde başladı.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)

Yani kalp, gördüğü her şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Tabi bu, kalbin merhaleler katetmesine bağlı. Cenâb-ı Hak buyuruyor:

“…Dîn olarak size İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3) buyuruyor.

Bu kültür 23 senede tamamlandı. “اِقْرَاْ” (“Oku!..” [el-Alak, 1]) ile başladı “اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ” (“…Bugün size dîninizi tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyetiyle -Allâhu a‘lem- tamamlandı.

Bu kültür nasıl bir kültürdü? Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaşatarak telkin ettiği bir kültürdü. Efendimiz “üsve-i hasene”, zirvesini yaşıyordu. Ashâb-ı kirâma da bu kültürü yaşattırıyordu.

Meselâ infak âyetleri, sadaka-infak âyetleri inmeye başladığı zaman Rasûlullah Efendimiz Ashâb-ı Suffe’yi, yani Kur’ân talebelerini dağlara çıkarttı, odun kestirdiler, Medîne çarşısında sattılar, Allah Rasûlü’nün önüne getirip koydular ki infâka alıştırdı.

Âişe Vâlidemiz buyuruyor:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz açlığını unuturdu buyuruyor. Evimiz de diyor, ganimetlerle dolar, üç gün bir sıcak yemek pişmezdi diyor. Allah Rasûlü bir arpa ekmeğiyle doymadı buyuruyor.

Fakat ashâb-ı kirâm da böyle oldu. Yani esas kültür, zihne verilen kültür değil, esasında kalbe verilen kültürdür.

Meselâ bir Yermuk Harbi’nde bir bardak su, üç tane şehidin, (birbirlerine) ikram ederek, aralarında kaldı. Bugün de en çok muhtaç olduğumuz kültür, bu kültür. Yani İslâm’ı yaşamak ve İslâm’ı yaşatabilmek.

Bundan kendimiz mes’ûlüz, İslâm’ı yaşayacağız. İslâm’ı yaşadıktan sonra yaşatmaya çalışacağız. Nereden başlayacak? Evlâtlarımızdan başlayacak, âilelerimizden ve daire daire gidecek…

Ashâb-ı kirâm hep fedakâr hâlde oldu. Câbir -radıyallâhu anh- diyor:

“Ashâb-ı kiramdan diyor, infak etmeyen diyor, vakıf insanı olmayan bir tek kişi, imkânı olup da vakıf insanı olmayan bir tek kişi bilmiyorum.” buyuruyor. (İbnü Kudâme, el-Muğnî, V, 598)

Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın tek gayesi, müslüman olan o köleleri âzâd etmekti.

Efendimiz, bu, Kur’ân-ı Kerîm hizmeti, İslâm hizmeti… Dâru’l-Erkâm’ı kurdu. Yani o zulüm altında bile bu İslâmî kültürün hizmeti devam etti.

Kardeşlik nasıl olacak? Efendimiz bir numûne idi. Muhâcir-Ensâr arasında o kardeşlik devam etti.

Sahâbî, Ensâr, yani Mekkelilere Medîneliler;

“‒İşte bahçem dedi, hurma bahçem, işte evim, gel paylaşalım.” dedi.

Kimden öğrendi bu kültürü? Rasûlullah Efendimiz’den öğrendi.

Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-, Medîne’ye hicret edildi. Müslümanların bir su sıkıntısı vardı. Rûme kuyusu vardı. O Rûme kuyusunu büyük servet vererek yarısını satın aldı. Kâfî gelmedi, ondan sonra diğer yarımını, tamamını satın aldı. Kendisi de su almak için o kuyudan, sıraya geçti. Yani nasıl bir İslâm kültürü?..

Âyette:

فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ buyruluyor.

“Boş kaldın mı hemen ayrı bir işe koyul ve Allah yoluna dön.” (Bkz. el-İnşirah, 7-8)

Daima Rasûlullah Efendimiz sık sık sorardı:

“Bugün bir yetim başı okşadınız mı?

Bugün bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?

Bugün bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)

Bir garip, bir kimsesizi, bir yalnızı gidip tesellî ettiniz mi?

İslâm’ı bilmeyen bir kimseye İslâm’ı anlattınız mı?

İşte bu, İslâm kültürüyle yetişen mü’minlerin durumu bu şekilde olması buyruluyor.

Mü’minler, başka; mütevâzı olacaklar. Meselâ Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-. Kur’ân-ı Kerîm’de “ikinin ikincisi” buyruluyor. (Bkz. et-Tevbe, 40) Halife oldu, minbere çıktı:

“‒İçinizde en ehil ben değilim dedi. Fakat ben seçildim, bana itaat edin, eğer bir yanlışımı görürseniz beni îkaz edin.” buyurdu.

Hattâ yetim kızların hayvanlarının sütlerini sağardı. Yetim kızlar dediler ki:

“‒Artık bizim sütümüzü herhâlde, halife oldu, sağamaz.” dediler.

Yine Hazret-i Ebû Bekir Efendimiz yetim kızların hayvanlarının sütlerini sağmaya devam etti. Yani Cenâb-ı Hak zaman içinde zaman açıyor.

Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ümmetin derdindeydi:

“Allah dedi, bana ömür verirse dedi, önümüzdeki sene Şam’a gideceğim, orada iki ay kalacağım. Cezîre’ye gidip orada iki ay kalacağım. Mısır’a gidip orada iki ay kalacağım. Bahreyn’e gidip iki ay kalacağım. Kûfe’ye gidip orada iki ay kalacağım, Basra’ya gidip iki ay kalacağım. Vallâhi o sene en güzel sene olacaktır.” buyurdu. (Bkz. Taberî, Târîh, Beyrut: Dâru’t-Türâs, 1387, IV, 201-202)

Yani nedir bu? Bu bir İslâm kültürü, bir heyecan verdi. İslâm’ı yaşama ve yaşatma heyecanı verdi.

Efendimiz taşlanmayı göze alarak Tâif’e gitti. Müslümanları orada bir selâmete çıkarmak… Hidâyete davet için taşlandı, döndü. Ve hiçbir zaman da yüksünmedi.

“Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, çektiğim mihnet ve belâlara aldırmam!..” niyâzında bulundu. (İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35)

Tam böyle bir kültür… Nasıl bir kültür yaşanıyordu?

Bedir’den dönerken 70 tane esir vardı müşriklerden. Zaman zaman o Bedir’den Medîne-i Münevvere’ye gelene kadar müslümanlar zaman zaman develerinden indiler, köleleri bindirdiler. “Bunlar bizim insanlıktaki eşimizdir.” dediler. Onların da hemen hemen hepsi müslüman oldu.

Yani müslüman, bir numûne olacak, yaşayacak ve yaşatacak.

Efendimiz din kardeşlerinden birini görmese üç gün, sorardı onu. Hastaysa ziyarete giderdi, seferdeyse duâ ederdi. (Bkz. Heysemî, II, 295)

Cenâb-ı Hak… O nasıl bir mü’min kardeşliği meydana geldi? Bu Medîneliler Mekkelilere mallarını… Çünkü Mekkeliler giderken orada bütün mallarını bırakıp kaçarak geldiler müşriklerin şerrinden. Medîneli müslümanlar da, Cenâb-ı Hak âyette;

“…(Gelenleri severler, Mekkelileri yani) Muhâcirleri severler. Onlara verilen (ganimet)lerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık da hissetmezler. İhtiyaç içinde kıvransalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden (kurtulursa) korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (el-Haşr, 9)

Hep bunlar İslâm kültürü…

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“Nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])

İki türlü bilgi var. Bir, zâhirî bilgi: Okuduğumuz kitaplardaki, ilmihallerdeki zâhirî bilgi. O zâhirî bilgiler olmadan olmaz. O zarûrî. Hocadan, kitaptan, defterlerden alınan bilgi böyledir. Bu, okunarak elde edilir bu bilgi.

Fakat bu ilim, insanı tek başına saâdete götürmez, hakka ulaştırmaz. Çünkü Firavun’da Nemrut’ta birçok zâhirî bilgiler vardı. Kârun’da da, Tevrat’ı en iyi tefsir edenlerden biriydi, onda da zâhirî bilgiler vardı. Benî İsrâil âlimleri Kur’ân-ı Kerîm’de, Cuma Sûresi’nde bildirilen âlimlerde bilgiler vardı, zâhirî bilgiler vardı.

Fakat bu kâfî gelmiyor bir mü’minde. İslâm kültürünü yaşaması için, bâtınî bilgi, içten alınan bilgiye ihtiyaç var, kalbî bilgiye ihtiyaç var. Bu bilgi, kalbî terakkîye bağlı.

Eğer bilgi, dünya menfaatini edinme gayesine mâtuf bilgiye saplanırsa, ne kadar bilgili olursa olsun, gerçekte câhildir o. Cenâb-ı Hak; “ظَلُومًا جَهُولًا” buyuruyor; “…Çok zâlimdir, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72)

Niye? Önündeki âhireti görmez. Zâlimdir; kendisine zulmeder. Kendi gibi bir insandan değil, esas kendi kendine zulmedip Cehennemlik eder kendisini. Câhildir; Cenâb-ı Hakk’ın bu kadar ihsânına…

“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için…” (el-Câsiye, 13) Cenâb-ı Hak buyuruyor. “Düşünen bir toplum için.” Farkında değildir; niçin dünyaya geldi, kim getirdi, bu ihsanlar, bu ikramlar, kimin mülkünde yaşıyor, geliş niye, gidiş niye, farkında değil. “جَهُولًا; câhil” buyuruyor.

Velhâsıl insanın en büyük şeyi kendisine olmuş oluyor, zararı. Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak; “ثَمَنًا قَلِيلًا” buyuruyor. (Bkz. el-Bakara, 41, 79, 174; Âl-i İmrân, 77, 187, 199…) Fakat dünya menfaati onu değiştirmiş, azıcık bir dünyalık karşılığında çevirmiştir.

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

“Çalışmıştır, boşuna!” (el-Ğâşiye, 3)

“Aman der, ben çalışayım, şunu elde edeyim de, şu kadar bankaya fâize girersem, sonra bir daha girmem, hayır-hasenat yaparım…”

عَامِلَةٌ نَاصِبَةٌ

Bataklığa saplandıkça saplanır gider.

Cenâb-ı Hakk’ın bize telkin ettiği;

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

(“…Allah’tan korkun, Allah size öğretir…” [el-Bakara, 282])

Yani kalbî ilim, kendimizin kendimize vereceği takvâ ilmi. Haramlardan kaçınma ve farzlara ittibâ etme. Sünnet-i Seniyye istikâmetinde devam edebilme. Eğer bu hâl üzerine olursa bir mü’min, o zaman Cenâb-ı Hak ona öğretiyor.

وَاتَّقُوا اللّٰهَ وَيُعَلِّمُكُمُ اللّٰهُ

(“…Allah’tan korkun, Allah size öğretir…” [el-Bakara, 282]) buyuruyor.

Yine Cenâb-ı Hakk’ın neyi geliyor; nusreti geliyor, yardımı geliyor.

اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ

(“Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senʼden yardım dileriz.” [el-Fâtiha, 5])

“Ancak Sana kulluk ederiz.” Yani hem kendimiz, hem toplum hâlinde Cenâb-ı Hakk’a kulluk yaparsak, Cenâb-ı Hak’tan yardım geliyor.

Bazı zâhirî şeylerden de şikâyet oluyor. Diyorlar; “Enflâsyon var, hayat pahalandı. Ne bileyim; geçen sene şu kadardı fiyatı, bu sene bu kadar oldu…” Bunlar nedir? Zâhirî gözle bakış. Kalp gözüyle bakıldığı zaman;

“اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ”e dikkat etmek lâzım.

Bizim kulluğumuz ne kadar? Topluma baktığımız zaman; televizyon, internet programları, modalar vs… Âhireti unuttuk mu unutmadık mı? İnsan âhireti unuttuğu zaman günah işler. Hayâ, iffet ne durumda? Rüşvet, fâiz ne durumda? Şimdi bunlar olurken Allâh’ın rahmeti tecellî eder mi?

Demek ki buna mukâbil ne olması lâzım? Cenâb-ı Hak ilticâ istiyor.

وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ

(“…Seher vaktinde Allahʼtan bağışlanma dileyenler.” [Âl-i İmrân, 17])

Seherlerde mü’min uyanacak. Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edecek. Gündüzün o rûhâniyetle güne girecek ve o gün de hem takvâ üzere olacak, hem takvâsıyla ne yapacak; irşâd edecek.

İşte Cenâb-ı Hak:

قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ buyuruyor.

“Mü’minler felâh buldu.” (el-Müʼminûn, 1) buyuruyor.

Demek ki mü’min, ne ile felâh bulacak? Birtakım, hayatın med-cezirlerinde, iniş-çıkışlarında Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak ve takvâ sahibi olmakla kurtuluşa erecek.