DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
GAFLETE DÜŞMEMEK İÇİN NE YAPMALI?
Kendi kendimize düşüneceğiz:
Allah Rasûlüʼne muhabbetim hangi seviyede? Kendimizi bir muhâsebe etme durumundayız.
Cenâb-ı Hakkʼın arzu ettiği bir kulluk yaşayıp yaşamadığımızın bir hissiyâtı içinde olmamız zarûrî. Bunun için yegâne ölçü, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼdir. Cenâb-ı Hak Nisâ Sûresiʼnin 80. âyetinde:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Allah Rasûlüʼne itaat, Allâhʼa itaattir…” buyuruyor.
Biz nelere bakacağız?
Birincisi: Rasûlullah Efendimizʼin namazı nasıldı? Efendimizʼin namazına bir bakacağız. Zira Efendimiz buyuruyor:
“Namazı, benden gördüğünüz gibi kılın.” (Bkz. Buhârî, Ezân, 18)
Sonra da, biz kıldığımız namazla kendimizi bir mîzân edeceğiz. Namazımızda tâdil-i erkân var mı? Kıraatimiz düzgün mü? Cenâb-ı Hak da âyette hemen “huşû” gelecek. İbadetimde bir huşû hâli var mı?
Orucumuz, Efendimizʼin orucuna benziyor mu? Gözümüze oruç, kulağımıza oruç, uzuvlarımıza oruç tutturabiliyor muyuz?
Zekât, infak, sadaka verirken, buna sevinebiliyor muyuz? Allah Rasûlü sevinerek verdi. Yoksa “malım azaldı” diye bir üzüntü var mı? Sadakamızı verirken kime vereceğimizin farkında mıyız?
Cenâb-ı Hak; “يَاْخُذُ الصَّدَقَاتِ” “Sadakaları Ben alırım.” buyuruyor. (Bkz. et-Tevbe, 104) Cenâb-ı Hakkʼın eline geçiyor mecazen; Cenâb-ı Hakkʼın elinden, verilen kimsenin eline geçiyor.
Burada riyâ olmayacak, büyük bir hassâsiyet olacak.
Namazımıza tekrar dikkat: Acaba o namaz, bizim namaz, gözümüzü, kulağımızı, dilimizi, kalbimizi şerlerden, vesveselerden, gıybetten, nemîmeden, gıybet dinlemekten koruyor mu? Şeytânî vitrinlerden, haramlardan, günahlardan koruyabiliyor mu? Televizyon, internetin ne kadar bir menfî şeyinden korunabiliyor muyuz? Her türlü kötülükten korunuyor muyuz? Bunu tefekkür edeceğiz, sâlih ve sâliha bir müʼmin olabilmek için.
Yine bir müʼmin, Efendimizʼin malı nasıl kullandığını, infâkını ve cömertliğini uzun zaman tefekkür edecek. Sonra kendi kazandığı malı nasıl harcadığına dikkat edecek:
Acaba o para hayra mı, şerre mi sarf ediliyor veyahut da kaçta kaçı gidiyor, kaçta kaçı gidiyor? Bu da çok mühim.
Kulun, cebindeki paraya irâdesi yok. Paranın irâdesi var. Para nasıl kazanılmışsa kazanıldığı yere doğru gider. Böyle, cebindeki kendi ticaretini de bir mîzân etmek durumunda: Faiz karışıyor mu? Allah korusun! Kul hakkı giriyor mu? En beteri! Bir şımarma geliyor mu?.. Bunlara çok dikkat etmek lâzım.
Onun için Efendimiz hep kendi vasıflarını bildirirken dahî; “Benim şu şu vasıfları Cenâb-ı Hak bana bildirdi, var; fakat «لَا فَخْرَ»” buyuruyor, “övünme yok” diyor. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281)
Demek ki bir müʼmin için dâimâ hayatı “لَا فَخْرَ” olacak. Övünme olmayacak. “Muvaffakıyetler, yâ Rabbi Senʼdendir.” diyecek. İş değişirse, “Bu bir imtihandır.” diyecek. Bu hâlet-i rûhiye içinde olacak.
Yine müʼmin düşünecek:
Rasûlullah Efendimizʼin kulluk, ibadet, İslâmʼa hizmet dolu yaşayışını bütün ihtişâmıyla kul idrak edecek.
Sonra kendi yaptığı ibadetleri, hizmetleri muhasebe edecek:
Acaba hizmet yaparken gönlümde bir huzur hâli oluyor mu? Ezan okunduğu zaman bir huzur hâliyle namaza koşabiliyor muyuz? Bir fukarayı sevindirdiğimiz zaman ne kadar sevinebiliyoruz? Bir garibin ne kadar derdindeyiz? İslâmʼa hizmet için acaba yorgunluk, bıkkınlık hissetmeden, mânevî bir heyecan, aşk, vecd ile mi îfâ ediyoruz?..
İşte sahâbe, bu aşk ile tâ Medîne’den kalktı Çinʼe gitti, Semerkandʼa gitti, Kayrevanʼa girdi, Afrikaʼya girdi.
Bizde hizmet etmenin neşesi ne kadar var? Bütün gönülleri huzura kavuşturmanın sevinciyle huzur bulabiliyor muyuz?
Bütün bu tahlillerden sonra yine kendimizi ashâb-ı kirâm ile kıyaslayacağız. Çünkü Cenâb-ı Hak bize ashâb-ı kirâmı örnek olarak veriyor. Muhâcirler, Ensâr, yani Mekkeliler, Medîneliler, güzellikle onlara tâbî olan ihsan sahipleri. (Bkz. et-Tevbe, 100)
Onlar, ashâb-ı kirâm, Efendimizʼe nasıl bir aşk ve bağlılıkla râm oldular? Nasıl bir muhâsebe içinde oldular ve hangi endişeleri taşıdılar? Bir tek endişe vardı: Âhiret endişesi…
Buna mukâbil, kendilerinin Efendimiz’e bağlılık, aşklarının hangi seviyede olduğunu, tükenmekte olan hayat sermayesinin hangi endişeler içinde bulunduğunu düşünüyorlardı.
Efendimiz’i büyük bir muhabbetle sevmenin gayreti olacak. O’nun raûf ve rahîm, çok merhametli, çok şefkatli esmâsından nasip almaya çalışacak bir mü’min.
Cenâb-ı Hakk’ın şu buyruğu aslâ unutulmayacak; âyet-i kerîme:
“İşte, İslâm dînine girme hususunda öne geçen ilk Muhâcirler…”
Mekkeliler. Her türlü cefaya katlandılar. Îmânından bir tâviz vermediler.
“…Ensâr…” Canını-malını Allah yolunda bezletti, cömertçe harcadı.
“…Onlara güzellikle tâbî olanlar var ya, işte Allah onlardan râzı olmuştur…”
Demek ki “râdıyye, merdıyye”. Allâh’ın râzı olması.
“…Allah da onlardan râzı olmuştur. Allah onlar için ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan Cennetler hazırlamıştır. İşte bu, büyük kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100)
Cenâb-ı Hak bir mü’minin dünya hâlini bildiriyor:
“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken, (her vakit) Allâh’ı zikrederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Şu çiçeğe bakarken, Allâh’ı hatırlar. Bu çiçeği Cenâb-ı Hak kimin için verdi? Diğer yıldızlarda var mı?..
Kendine bakarken onu hatırlayacak; bir yoktan nasıl meydana geldi?
Evlâdına bakacak; şeklini, biçimini ana-baba mı verdi? Onun kaderini anne-baba mı biliyor?
Devamlı demek ki, devamlı Cenâb-ı Hak’la buluşmanın, Cenâb-ı Hakk’ı unutmamanın gayreti içinde olacak.
Yine âyet-i kerîmenin devamında:
“…Göklerin, yerin yaratılışını derinden derine tefekkür ederler…” (Âl-i İmrân, 191)
Semâ, ilâhî bir sonsuzluk… Yeryüzü öyle… Derinden derine düşünürler;
“…Yâ Rabbi! Sen bu semâyı, yeryüzünü boşuna yaratmadın…” (Âl-i İmrân, 191)
Hep ibret, hikmet, sır, tecellîlerle dolu.
“…Yâ Rabbi! Sen Sübhan’sın, bizi Cehennem azâbından koru.” (Âl-i İmrân, 191)
İşte;
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Mü’minler felâh buldu.” (el-Müʼminûn, 1)
İşte sahâbî bu şekilde bir felâh buldu, kurtuluşa erdi.
Cenâb-ı Hak bizden hayatın her safhasında yaşanan bir İslâm şahsiyeti istiyor.
Îtikadda istiyor: Aşk ile yaşanan bir îman istiyor. Nasıl bu aşk ile yaşanan îman? Kur’ân-ı Kerîm’de Cenâb-ı Hak misallerini veriyor:
Sihirbazları misal veriyor: Nasıl bir îman celâdeti gösterdiler? Firavun’a bir tâviz vermediler.
رَبَّنَا اَفْرِغْ عَلَيْنَا صَبْرًا وَتَوَفَّنَا مُسْلِمِينَ
“Yâ Rabbi! Üzerimize sabır dök (sabır yağdır; Firavun’a bir taviz vermeyelim). Müslüman olarak canımızı al.” (el-A‘râf, 126) dediler.
Îmanlarını koruma mukâbilinde ölümü tercih ettiler.
Ashâb-ı Uhdûd’u bildiriyor: Hendekte yakılmaya râzı oldular.
Ashâb-ı Kehf’i bildiriyor. Ashâb-ı Kehf de:
“O (yiğit) gençler mağaraya sığınmışlar ve; «Rabbimiz! Bize tarafından rahmet ver! Bize (şu) durumumuzdan bir kurtuluş yolu hazırla!» demişlerdi.” (el-Kehf, 10)
Dakyanus’a karşı hiçbir tâviz vermediler.
Cenâb-ı Hak ashâb-ı kirâmı bildiriyor, okuduğumuz âyet-i kerîmede.
Demek ki bizden Cenâb-ı Hak öyle bir akāid istiyor. Çok sağlam bir akāid istiyor. Bu neyi gösteriyor? Cenâb-ı Hakk’a olan muhabbetimizi gösteriyor. Âhirete olan îmânımızı gösteriyor. Bir ibadet hâli istiyor. Beden ve kalp âhengiyle îfâ edilecek bir ibadet istiyor. Bu ibadet, bizi namaz, oruç, zekât vs. bunların bâtını, hepsi bizi koruyacak.
Cenâb-ı Hak şunu unutmamamızı istiyor ki bizim:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“Nereye gitseniz, Allah sizinle beraber.” (Bkz. el-Hadîd, 4)
Cenâb-ı Hak zamandan-mekândan münezzeh. Her an, -sekiz milyar insan var, trilyon trilyon hayvanat var, cinler var, melekler var, cemâdat var, sonsuzluk- Cenâb-ı Hak hepsinin yanında, zamandan-mekândan münezzeh, müteâl.
Velhâsıl ibadetler, kalp ve beden âhengiyle olacak.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4)
Kul, bunu unutmayacak.
İbadetler, rûha verilen bir vitamin seviyesinde olacak.
Muâmelât olacak bir mü’minde.
Ahlâk olacak, yüksek ahlâk. Bu da hayranlık tevzî eden bir güzel ahlâk olacak. Zira güzel ahlâk, insanlığımızın tescili ve şiârıdır. Cenâb-ı Hakk’ın ahlâkta da -her şeyde olduğu gibi- ahlâkta da en büyük lûtfu, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
İbn-i Abbas -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Allah Teâlâ kendi katında, Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den daha kıymetli bir insan yaratmamıştır kendi katında. Zira Cenâb-ı Hakk’ın O’ndan başka birinin hayatına yemin ettiğini işitmedim.” buyuruyor.
Cenâb-ı Hak, Efendimiz’e “لَعَمْرُك” buyuruyor, “O’nun hayatı üzerine yemin olsun…” (Bkz. el-Hicr, 72) buyuruyor. Asrına yemin ediyor. Beldesine yemin ediyor. Nübüvvetine -Yâsin’de- ona kasem ediyor, “sırât-ı müstakîm üzeresin” (Yâsîn, 4) buyuruyor.
Ve Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:
“İnsanların ve cinlerin isyankârları hâriç, bütün mahlûkat beni tanır.” (Bkz. Ahmed bin Hanbel, III, 310)
Uhud tanıyordu. Hurma kütüğü tanıyordu. Hayvanat tanıyordu. Cemâdat tanıyordu. Kim tanımıyor? Gâfil insan tanımıyor.
İşte ashâb-ı kirâm, Efendimiz’in tedrisinden geçti, gerçek bilenlerden oldu. Dâimâ şükür hâlinde oldu. Gözün şükrü, kulağın şükrü… Hayatında med-cezirlerin şükrü. Her ânın şükrü…
Gönüllerinde dünya sevgisi ufaldı, âhiret sevgisi ufku genişledi. Allah Rasûlü’nün hâliyle hâllenmek, dünyada olduğu gibi âhirette de Efendimiz’le beraber bulunmak, ashâb-ı kirâmın en büyük gâyesi oldu.
Tefekkür gelişti: İnsan vücudunun bir damla sudan, kuşun basit bir yumurtadan, ağacın meyvelerinin yok denecek kadar küçük bir çekirdekten meydana gelişleri ve emsalleri üzerinde derin derin tefekkürler başladı.
Hayat, Allah rızâsına endekslendi. Merhamet, şefkat ve hakkı tevzîdeki derinlik zirveleşti. Riyâzat hâli yaşandı. Yani helâllerde bile asgarî ölçülere doğru gidildi. Aşırı tüketim, oburluk, lüks, gösteriş, israf, sahâbî neslinin tanımadığı bir hayat tarzı oldu. Yarın bu nefsinin konağının mezar olacağı telâkkîsi gelişti.
Köleler, ezilen köleler, O’nun sayesinde insan muâmelesi gördü. Bedir’den dönerken zaman zaman sahâbî, develerinden indi, kölelerini bindirdi. Yediğinden yedirdi, içtiğinden içirdi.
Hayvanlar, Efendimiz’i tanıdı. Devesi Kasvâ –Kadı Iyaz bildiriyor- O’nun vefatından sonra çöllere düştü, aç, bî-ilaç çöllerde o hasretten öldü.
Nebâtat tanıdı. Hurma kütüğü O’nun hicrânıyla bütün ashâbın önünde ağladı.
“Biz Uhud’u severiz, Uhud bizi sever.” buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 71; Müslim, Hacc, 504)
Velhâsıl insan gafletten sıyrıldıkça, mârifetullah’tan nasip aldıkça, Cenâb-ı Hakk’ı tanımada mesafe katetmeye başlar. Gaflete düşüp Cenâb-ı Hakk’ı unutmamak için tezkiye zarûrî.
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
(“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9])
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى
(“(Nefsini kötülüklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lâ, 14]) buyruluyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Hakîkî mücâhid, nefsine karşı cihad eden kimsedir.” buyuruyor. (Tirmizi, Fedâilu’l-Cihâd, 2)
Bunun için “tasavvuf” diyoruz, “takvâ” diyoruz, “zühd” diyoruz, “ihsan” diyoruz. Bunlar aynı mânâyı ifade eden değişik kelimeler olmuş oluyor.
O zaman “tasavvuf” nedir?
Tasavvuf, kalben safâya erebilmektir. Zâhiren ve bâtınen gönül âlemini Peygamber Efendimiz’e benzetmenin gayretidir.
Yine tasavvuf, Allah Rasûlü’nün kalbî hayatını, kalbimize nakşedebilmenin eğitimidir ve gayretidir.
Yine hayatı baştan başa, aynen Peygamber Efendimiz’in yaşadığı gibi îtidâl üzerine yaşayabilmektir. Zira O, beşeriyete rehber, âlemlere rahmet olarak gönderildi.
Yeri geldi Efendimiz, bir insanın başından geçebilecek en ağır imtihandan geçti. Yedi yavrusunun altısını sağlığında kaybetti. Lâkin tevekkül ve teslîmiyeti hiçbir zaman kaybetmedi.
Yine Uhud’da en yakınlarını kaybetti, Hazret-i Hamza’yı ve emsallerini kaybetti, yine bir tevekkül ve teslîmiyet hâli hiçbir an değişmedi.
Yeri geldi taşlandı. Tâif’te taşlandı.
Ebû Leheb -amcası- O’na yumruk attı, üzerine toprak attı.
Kendisine bu zulümleri revâ görenlere bedduâ etmedi. Kalbini, nesillerden İslâm’a hâdim neferler çıkması için Tâif’te duâ etti, kendini taşlayanlara duâ etti.
Yeri geldi binbir çile çemberinden geçti, fakat sabır ve şükürde bir zirve oldu. Tevekkül, teslîmiyet, sabır, şükür, hepsini insanlık, Rasûlullah Efendimiz’den öğrendi.
Yeri geldi, putperest kavmi tarafından en ağır hakarete mâruz kaldı. Üzerine deve işkembesi atıldı secdede iken. Fakat o dâvâdan aslâ vazgeçmedi. Tehdit edildi, yine vazgeçmedi. “Ölüp giderim dedi, yine dâvamdan vazgeçmem.” dedi. (Bkz. İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 64)
Hiçbir zaman “ben” demedi. Dâimâ “Yâ Rabbi, Sen!” dedi.
“لَا فَخْرَ” (Övünmek yok) buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 1; İbn-i Mâce, Zühd, 37; Ahmed, I, 5, 281)
Tevâzuun zirvesinde yaşadı. Daima “Sen yâ Rabbi! Sen’in lûtfundur, ihsânın, ikramındır.” dedi.
Kalp âlemi, bütün mahlûkâta karşı pamuktan daha yumuşak hâle geldi. Bir merhamet ummânı oldu. Kendisi ihtiyaç içinde olsa bile infak hâlinde oldu.
Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
“Yığın yığın diyor, ganimetler gelirdi, hediyeler gelirdi. Evimizde üç gün sıcak yemek pişmezdi. Allah Rasûlü öyle bir sevinerek dağıtırdı ki, dağıtırken açlığını unuturdu.” (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)
Nasıl bir lezzet!..
Dâimâ mü’mini kendinden önce düşünerek elindeki bütün imkânlarıyla cömertlik âbidesi olmasını bize misal olarak Cenâb-ı Hak lûtfetti Efendimiz’i. O’ndan bir hadis nakledeyim:
Efendimiz buyuruyor ki:
“Ben her mü’mine kendi nefsinden daha öteyim. (Yani kendi nefsinden daha çok her mü’mini severim ve ona daha yakınım.) Bir kimse ölürken mal bırakırsa, o mal kendi yakınlarına aittir (terekeye aittir). Fakat borç bırakırsa, yetimler bırakırsa, o borç bana aittir (ödemem), yetimlere bakmak da benim vazifemdir.” (Müslim, Cuma, 43; İbn-i Mâce, Mukaddime, 7)
Bir âbide, insanlıkta bir âbide!..
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- buyuruyor:
“Bedir’de diyor, öyle bir diyor, Bedir Harbi’nde savaş şiddetlendi ki diyor, biz diyor, bazen diyor, o şiddette, Allah Rasûlü’nün arkasına sığınıyorduk diyor. O diyor, hepimizin cesuruydu, düşman saflarının en yakınında O bulunurdu.” (Bkz. Müslim, Cihâd, 79)
Nezâket bakımından Efendimiz o kadar bir zarifleşmişti ki, bir gün yere tüküren bir adam gördüler, mübârek sîmâları birdenbire değişti, kızardı, oldukları yerde kalakaldılar böyle. Yani nasıl bir tükürür de gelen bir insanı rahatsız eder diye. Sahâbî koştu, tükürüğün üzerini kumla örttü, ondan sonra Efendimiz yollarına devam etti. (Bkz. Müslim, Mesâcid, 53)
Velhâsıl en muhteşem örnek, O’ydu. İşte Cenâb-ı Hak buyuruyor;
“Sizin için O üsve-i hasenedir (örnek şahsiyet)…” (el-Ahzâb, 21)
Her insana örnek. Hiç kimse diyemez ki; “Benim şu hayatım var, bir benzeri O’nun, ashâb-ı kirâm zamanında geçmedi, O örnek olmadı.” diyemez. Cenâb-ı Hakk’ın insanlıkta bir mûcizesi.
Onun için tasavvuf, işte bu, Efendimiz’e yaklaşabilmenin, takvâya erebilmenin, kalbin sanatıdır. Hayatın med-cezirlerine takılmamak, değişen şartlar altında Allah’tan râzı olabilme, güzel ahlâka ulaşabilme, kutsal bir eğitim.
Daimâ insan şunu görecek; benim çektiğim tesbih, namazlardan sonra “sübhânallah, elhamdü lillah, Allâhu ekber”, ne kadar benim hayatıma tesiri var? Ne kadar bu zikirler beni düşündürüyor? Nereye kadar bana bir tefekkür veriyor?
Demek ki yine değişen, hayatın med-cezirleri karşısında muvâzeneye hâkim olma sanatı.
En mühimi de tasavvuf, şikâyeti unutma sanatı. Kimi kime şikâyet edeceksin? Kimden kime şikâyet?..
Ruh olarak kendini ikmâl eden mü’minin mahlûkâta yönelmesi ve mahlûkâtın eksikliğini telâfî etmesi…
Kulu Allâh’a kavuşturan bir yoldur. Kitap ve Sünnet’in kalbî derinliklerle, vecd içinde, bir istiğrâk içinde yaşanmasıdır. Ve ömrü, son nefese hazırlamaktır. Cenâb-ı Hak:
“…Ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
En zoru da bu…