DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
“KEÇİNİN GÖLGESİNİ KURBAN ETME!”
Muhterem Kardeşlerimiz!
Cenâb-ı Hak dünyamızda iki bayram bildiriyor bize. Bu iki bayram da herhangi bir güne izâfe edilen bayram değil, iki mühim noktaya yerleştirilen bayram.
Birincisi, Ramazân-ı Şerîf bayramı. Bu, Kur’ân-ı Kerîm ile hemhâl olma, Kur’ân-ı Kerîm’in indiği bir mevsim. Kur’ân-ı Kerîm ile yaşama. Bu şekilde Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilme, vuslatta mesafe alabilme, ecre nâil olma. Arkadan Kadir gecesi geliyor, bin aydan daha hayırlı ecre vâsıl ediyor.
Velhâsıl bir takvâ. Yani yaşadığımız Ramazân-ı Şerîf, bir takvânın mukâbilini Cenâb-ı Hak bayram olarak veriyor.
Tabi herkesin de bayramı ayrı. Ne kadar bir takvâ hayatında geçmişse ona göre bir bayram icazeti olmuş oluyor. Bunun da biz değerini âhirette göreceğiz.
İkinci bayram: Önümüzdeki Kurban Bayramı.
Kurban ise bir fedakârlık. Mevlânâ Hazretleri:
“Keçinin gölgesini kurban etme!” diyor. Sen diyor, tefekkür et diyor, kurban nedir diyor, niçin kurban indi? Hangi fedakârlıklardan sonra kurban indi? Onu tefekkür et diyor. Bir kasaplık günü değildir diyor.
İbrahim -aleyhisselâm- malıyla (imtihan edilerek) Hak dostu oldu. Hattâ dillerde devam ediyor; “Halil İbrahim bereketi”… İltifat olarak “Allah sana Halil İbrahim bereketi versin.” denir.
İkincisi; canıyla imtihan verdi. Tevhîdi korumak için, tevhîd uğruna ateşe girmeye râzı oldu. Ateş, rahmete döndü. Cenâb-ı Hak:
“–Ey ateş! İbrahim’e serin ve selâmet ol!” (el-Enbiyâ, 69) buyurdu. Ateş, gülistâna döndü.
Burada Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin bir nüktesi var, diyor ki:
“Sende İbrahimlik varsa diyor, bak diyor İbrahim’i ateş yakmadı diyor. Seni de ateş yakmaz o zaman diyor. Fakat kendini iyi bir test et diyor, sende İbrahimlik ne kadar var diyor. Ona göre İbrahim olmaya hazırlan!” buyuruyor.
Üçüncüsü; bir evlâdı kaldı. İnsanın kalbindeki olan tahtlar; biri maldır, ikincisi canıdır kıymetli, üçüncüsü kendisinin devamı olan, parçası olan evlâdıdır.
Üçüncü olarak, evlâdıyla imtihan gördü. Baba-oğul, ikisi de şeytanı taşladılar. Tabi buradan bize gelen, şeytanı taşlayabilme. Cenâb-ı Hak:
“Eğer şeytan seni idlâl edecek olursa, «فَاسْتَعِذْ بِاللّٰهِ» (Allâh’a sığın).” buyuruyor. (Bkz. el-A ‘râf, 200; Fussılet, 36)
Demek ki şeytanla mücadele etme…
İçimizde daima bir, peşimizde, yalnız değiliz, Kirâmen Kâtibîn var, iblis var. Bir orduyla geziyoruz daima. İkisi devamlı tespit yapıyor, dosyaya gönderiyor. Şeytan da idlâl etmeye çalışıyor.
“Önden gireceğim, arkadan gireceğim, yandan gireceğim, idlâl edeceğim.” (Bkz. el-A ‘râf, 17)
“Yalnız muhlasîn hariç.” diyor. Muhlasîn kim? Allâh’ın ihlâsını koruduğu kimseler. “Onları ben idlâl edemem diyor, sapıttıramam.” diyor. (Bkz. el-Hicr, 40; Sâd, 83)
En son evlâdı kaldı. Evlâdıyla vedalaştılar. “Âhirette buluşuruz.” dediler. Tam bıçağı boynuna koyduğu zaman, o zaman koç indi semâdan.
Demek ki koç burada bir sembol. Neyin sembolü? Sadâkatin sembolü. Fedakârlığın sembolü, Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek.
Kul olabilmek kolay bir iş değil. Ankebût Sûresi’nin hemen başında:
“…«Îmân ettik» demekle kurtulacaklarını mı zannediyorlar?” (el-Ankebût, 2) buyruluyor. Îman, ispat istiyor.
Demek ki Cenâb-ı Hak kuluyla dost olmak istiyor. Bu iki bayram, bize dostluğu hatırlatıyor. Ramazan bayramı takvâ, bu takvânın içinde Kurban bayramı fedakârlık…
Hayatımız bu iki takvâ ve fedakârlığın içinde geçecek. Cenâb-ı Hak Dâru’s-Selâm’a, Cenâb-ı Hak davet ediyor. Yani takvâ içinde bir teslîmiyet, takvâ içinde bir fedakârlık isteniyor.
Nefse karşı bir riyâzat olacak. Diğer taraftan, bayramlarda, mü’min kardeşlere cömertlik olacak.
Bayram ayrı, tatil ayrı. Maalesef günümüzde bayramla tatil birbirine karışıyor. Bayram, tatil zannediliyor. Bayram, tatil değil. Trafik iyice kapanıyor. Bayrama değil, tatile gidiliyor. Hâlbuki bayram, ictimâîleşmedir. Bir kardeşliğin yaşanmasıdır. Rûhî bir fedakârlıktır, rûhî bir cömertliktir.
Bayram günleri, mübârek günlerdir. Din kardeşliğini güçlendirme günleridir. Gönül seferberliğinin yaşandığı, müstesnâ zaman dilimleridir.
Ferdin değil, toplumun sevincidir. Yalnız başına bayram namazı kılamazsın. Kendi kendini tebrik edemezsin. Demek ki burada bir ictimâîleşme var, beraberlik var. Tatil değil aslâ. Tatil nerede başlayacak? Tatil, teneşirde başlayacak. Tâ kıyamete kadar tatil var mezarda, orada dinlenirsin.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in bir tatili yoktu.
“En çok çile çemberinden geçen peygamber benim.” buyurdu. (Bkz. Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
“Şu hurma ağacının altında bir gün dinleneyim.” demedi. Devamlı bir, ümmet-i Muhammed’in derdindeydi, hidâyet bekleyenlerin derdindeydi.
Öyle bir durum ki, cömertliğiyle bayram yapıyordu. Âişe Vâlidemiz buyuruyor:
“Ganimetler gelirdi buyuruyor. Allah Rasûlü onları dağıtmadan huzur bulamazdı. Evimizde üç gün sıcak yemek pişmezdi.” buyuruyor.
“Arpa ekmeğiyle doymadı.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, Eymân, 22; İbn-i Mâce, Et’ime, 48)
Neyle doyuyordu Allah Rasûlü? Demek ki sevindirmekle doyuyordu, mü’minlerin ihtiyaçlarını görmekle.
İnsanlığı kendisine zimmetli olarak kabul ediyordu, öyle dinleniyordu. Bir sefere giderken en önden O gidiyordu. Sefer dönüşünde en arkadan O geliyordu; kimler yolda kalmış, tesellîye muhtaç; tesellî ediyordu.
Velhâsıl Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hiç tatili yoktu. Bir kişinin hidâyeti, Efendimiz’e büyük bir sevinç getiriyordu. Bir köle müslüman oluyordu Tâif’te, Efendimiz seviniyordu, acılarını unutuyordu. Bir yahudi çocuğu müslüman oluyordu, seviniyordu “aman bir kişi daha kurtuldu” buyuruyordu.
Demek ki müslümanın daima bayramı var. Tatile zaman yok.
Cenâb-ı Hak:
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8]) buyuruyor. Bir hayırlı işi bitir, diğer hayırlı işe dön, buyuruyor.
Onun için Efendimiz, meselâ namaz kıldın değil mi, ondan sonra sık sık soruyordu, bir boşluk bıraktırmıyordu.
“Bir yetim başı okşadınız mı?” buyuruyordu.
“Bir hasta ziyaretinde bulundunuz mu?”
“Bir cenaze teşyiinde bulundunuz mu?” (Bkz. Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 12)
Bir yalnız, bir kimsesiz, bir dertlinin dert ortağı oldunuz mu buyuruyordu.
İşte onlarla bir müslüman daima bayram hâlinde yaşayacak. Sevindirmekle bayram hâlinde yaşayacak. Bu bayram günleri de bu sevindirmenin had safhaya geldiği anlar. Bu Ramazan bayramı ve Kurban bayramı, bu iki bayramı, takvâ ve fedakârlık bayramı yaşarsak, hayatımızın muhtevâsında bu iki bayramı yaşarsak yaşatırsak, Cenâb-ı Hak bize bir bayram daha verecek. O bayram, son nefes bayramı. İnsanın en zor ânı son nefes. Rûhun bedeni terk ettiği an. Bu da îmân ile verilecek son nefestir.
Esteîzü billâh:
يَا اَيُّهَا الَّذِينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِهِ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ
“Ey îmân edenler! Allâh’ın sonsuz azametine (büyüklüğüne) göre takvâ sahibi olun, ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyuruyor.
Demek ki bir dershâne içindeyiz. Hepimiz bu dershanenin talebesiyiz. Demek ki bütün hayat, son nefese hazırlık. Son nefes de bir sefer, tekrarı da yok. Tekrar döneyim, tekrar geleyim, yok, bitti! Zaten öyle olsa imtihan olunmanın mantığı da ortadan kalkar.
Velhâsıl bu bir son nefes bayramına erişebilmek…
Yine bu bayram, şu ömür içinde, ne kadar garip, kimsesiz, yoksul, yetim, onların yüzlerine tebessüm ettirebiliyor muyuz? Hüzünle akan göz yaşlarını merhametle silebiliyor muyuz? Mahzun gönüllere bir huzur aşılayabiliyor muyuz? İşte o da ayrı bir bayram olur.
Cenâb-ı Hak buyuruyor Beled Sûresi’nde:
“Fakat o sarp yokuşu aşamadı.” Zor olan şeyi aşamadı.
“O sarp yokuş nedir, bilir misin? Bir köle âzâd etmek.”
Tabi şimdi yok. Bir müslümanı âzâd ettirmek.
“Veya açlık gününde yakını olan bir yetimi veya aç bir yoksulu doyurmak.” (el-Beled, 11-16)
Kim var bugün? İşte Suriye’den gelenler var. Biz orada olabilirdik, onlar burada olabilirdi.
Diğer bir bayram; Münker Nekir’in en güzel sûrette ziyaretiyle başlayan, Cennet bahçelerinden bir bahçe hâlinde bir kabir hayatı. Münker Nekir’e bir hesapla başlanacak.
Tabi sâlih kişi, sâliha kişi, uzun hadîs-i şerîf var, orada; sâlih kişi bir siluet görecek.
“–Sen kimsin?” diyecek. “Benim bu zor ânımda, gariplik ânımda sen bana arkadaşlık ediyorsun, sen kimsin?” diyecek.
O diyecek ki:
“–Senin ben, dünyadaki güzel amellerinim; namaz, ibadet, hac, hayır-hasenat vs… Allah temessül ettirdi, ben sana arkadaşlık edeceğim.” der.
Ona bir pencere açılır Cennet’ten.
“–İşte sen dünyadayken Cennet’i tercih ettin.” denilir.
Öbürü, fâsık kimse için ise bir çirkin, iğrenç bir siluet gelir.
“–Bu benim zor durumumda bir de sen kimsin, nereden çıktın?” der.
O da:
“–Senin dünyada işlediğin ben kötü amellerim. Cenâb-ı Hak bir siluet olarak verdi.” der.
Ona da bir pencere açılır.
“–Sen dünyadayken Cehennem’i tercih ettin.” denilir. (Bkz. Hâkim, Müstedrek, I, 93-95/107. Krş. Ahmed, IV, 287, 295; Heysemî, III, 50-51)
Velhâsıl bu esas bayram, bu Münker Nekir’in o karşılaması.
Efendimiz buyuruyor:
“…Kabir (amellere göre) ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurlarından bir çukur…” (Tirmizî, Kıyâmet, 26)
Ne kadar orada ömür geçecek, belli değil, kıyamete kadar!
Cenâb-ı Hak Fussilet Sûresi’nde:
“Rabbim Allah’tır deyip…” (Fussilet, 30)
Yani hep Allah rızâsı üzerinde, hayatı Allah rızâsı üzerinde geçirenler, Rasûlullah Efendimiz’in izi üzerinde hayatı devam ettirenler.
“…Onlara melekler iner:
«Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.» derler.” (Fussilet, 30)
Bu, üç yerde olacak:
Bir, son nefeste olacak. Zor an. Orada melekler:
“–Korkmayın, üzülmeyin.”
Nereye gideceğin belli değil orada.
“–Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler.
İkincisi; bir kabre doğuş, bir doğum, kabre doğacağız. Dünyadan çıkıp kabre doğacağız. Ayrı bir âleme gireceğiz. Yine orada melekler:
“–Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler.
Yine oradan bir kıyamete doğum olacak. Yine melekler tesellî edecek:
“–Korkmayın, üzülmeyin…”
Demek ne kadar zor günler ki;
“–Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” diyecekler.
Tabi bunlar, bu Mahşer, çok dehşetli. Tecellîler ayrı ayrı olacak. Dünyadaki tecellîlerden çok daha farklı olacak. Orada, dünyada Cenâb-ı Hak’la dost olanlar… Kimler onlar? Aklını vahyin, Kitap ve Sünnet’in içinde istikâmetlendirenler, tefekkür hâlinde olanlar. Şu kâinat, bir mekteb-i âlem, zerreden küreye hepsi, Cenâb-ı Hakk’ın bize azamet-i ilâhiyyesini telkin ediyor, kalbi olana. Kul, bir tefekkür hâlinde olacak, vahyin içinde.
Üçüncüsü; tezekkür. Kalp, Cenâb-ı Hak’la beraber olacak.
Bunlar, bu kişiler;
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…O kullar korkmayacaklar, üzülmeyecekler.” (Yûnus, 62) O dehşetli günde…
Yine o (amel defterlerinin) sağ taraftan verilmesi var. Tabi en zor bir durum daha olacak:
اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا
“Kitabını oku! Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin yeter.” (el-İsrâ, 14) denilecek.
“Nihâyet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve derileri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecek.” (Fussilet, 20)
Allah sana göz verdi, nerede kullandın bu gözü? Sana Allah bu gözü niye verdi, sen nerede kullandın?
Kulak verdi, kulağı nerede kullandın?
Ağzını nerede kullandın?
Vücudunu nerede kullandın?
Gücünü-kuvvetini nerede kullandın?
“Kitabını oku! Bugün nefsin kâfîdir.” denilecek.
Bugün bir bilgisayara şöyle bastığın zaman, istediğin şey önüne dökülüveriyor. Orada hepimizin hayat ekranları önümüze dökülecek. Herkes kendi kendinin şahidi olacak. Öyle bir gün.
İşte İslâm’ın ilk başlangıcı “اِقْرَاْ” ile başlıyor.
“Oku, Cenâb-ı Hakk’ın adıyla oku!” (Bkz. el-Alak, 1) buyruluyor.
Demek ki kalp terakkî edecek, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Bir çiçeğe bakıp Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Güneş’e, Ay’a bakacak, hiç takdim-tehir var mı, ârıza var mı? Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak.
Baharda açılan çiçeklere, sonbaharda, ilkbaharda çiçeklere bakacak, Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak.
Bir buket verene ikram ediyoruz. Cenâb-ı Hakk’ın nîmetleri… Cenâb-ı Hak soruyor Vâkıa Sûresi’nde:
“Şu diyor, suyu diyor, semâdan diyor, yağmuru diyor, size tuzlu indirseydik, ne yapardınız?” diyor. (Bkz. el-Vâkıa, 70)
Demek ki:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” [el-Alak, 1])
İlk şey, kalbin tâlimi. Kalp, daima Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Hep nîmetlerle perverde durumdayız.
Diğer bir bayram:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
Rasûlullah Efendimiz’le beraber olabilmek.
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor Efendimiz. (Buhârî, Edeb, 96)
Sahâbe:
“En çok sevindiğimiz hadîs-i şerîf bu hadîs-i şerîftir.” diyor. (Bkz. Müslim, Birr, 163/2639; Buhârî, Fedâilu’s-Sahâbe, Menâkıbu Ömer Bâbı)
Sahâbe bütün zamanını, vaktini, her şeyini Allah Rasûlü’ne benzemenin gayreti içinde… İbadette, muâmelâtta, nezâkette, zarâfette, ahlâkta, daima kendisini o şekilde bir test ediyordu. Beraber olmak Allah Rasûlüyle…
Sahâbî, Allah Rasûlü’ne hayran oldu. Öyle bir hayranlık hâlindeydi ki, mal-mülk hepsi gözünde eridi-bitti, çakıl taşına döndü.
“–Yâ Rasûlâllah! Emret diyordu, emret. Canım-malım, her şeyim Sana feda olsun.” diyordu.
İşte bu duruma gelen bir, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i her şeyden daha çok seven… Çünkü bizim için en büyük nîmet. Hem dünyada huzur, son nefeste huzur, kabirde huzur, âhirette huzur.
İşte en büyük bayram, bir de Allah Rasûlü’nün şefaatine nâil olabilmek, O’nunla beraber olabilmek.
Ondan sonra bir ru’yetullah bayramı var. O çok daha ötede tabi, Cenâb-ı Hakk’ı görebilmek bayramı, ru’yetullah bayramı.
Velhâsıl çok bayramlar var önümüzde. Fakat bu bayramlar için bu iki bayrama dikkat etmek lâzım. Bu iki bayramda nasıl bir icâzet alıyoruz Cenâb-ı Hak’tan; o şekilde o bayramlar, ölümle başlayan bayramlar devam etsin.
Onun için bayram, Allâh’ın bir lûtuf günü, bir tatil günü değil. Cenâb-ı Hak, yine bunun için fedakârlık istiyor. Dünyevî işte bile fedakârlık olmadan muvaffak olmak mümkün olmuyor. Bir talebe gayret gösteriyor, fedakârlık gösteriyor, okulumu/mektebimi bitireyim diye. Fakat mekteb-i âlem içinde, bir âhiret mektebi içinde olduğumuzun farkında olabilmek lâzım.
Bu mektebin dersi, Cenâb-ı Hakk’a kul olabilmek. Cenâb-ı Hakk’ın emir ve nehiylerini îfâ edebilmek. Bir rahmet insanı olabilmek. Ve ölümü güzelleştirebilmek.
İşte bu kurban bayramı, bir tefekkür bayramı esasında. O kesilen kurban… Niye Cenâb-ı Hak kurban indirdi? İndirmeyebilirdi. Demek ki bir fedakârlığın sembolü. O fedakârlığın neticesinde İsmail -aleyhisselâm-, Cenâb-ı Hak onu peygamber yapıyor, peygamber oluyor. Kâbe’yi babasıyla beraber inşâ ediyor. Bıçağın altına girmeye severek râzı oldu. Rasûlullah Efendimiz onun sulbünden geliyor.
Demek ki Cenâb-ı Hakk’a ne kadar yaklaşılabilirse Cenâb-ı Hak kat kat ihsan ediyor, ikram ediyor.
Yine bu kurban kesilirken ona da dikkat etmemiz lâzım. Yani biz o koyun olarak gelebilirdik, o koyun insan olarak gelebilirdi. Nasıl bir Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzı kazanacağız?
Büyüklerimizde görürdük; o kurban kesilirken sandalyede oturmazlardı. Bir tefekkür içinde olurlardı.
Yine o kurban kesilirken o hayvan, kendi son nefesimizi hatırlayacağız. Hayvan nasıl çırpınıyor? Biz nasıl bu son nefesi vereceğiz?
Velhâsıl bu kurban, tefekkürî bir ibadet. Diğer taraftan, bir ikramla ictimâîleşme…
Onun için, bir et vermekle hem kendi ailene, hem de fakir-fukaraya bir yardımda bulunabilme, kardeşliği artırabilme…