Hak Dostlarından Hikmetler
Altınoluk Dergisi, 2019 – Kasım, Sayı: 405, Sayfa: 032
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Ol âlem fahri Muhammed, nebîler serveridir;
Ver salevât aşk ile, ol günahlar eritir…
[Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Cenâb-ı Hakk’ın bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiği son peygamberidir.
Allah katındaki yüce kadrini beyan sadedinde, O’nu bizzat Cenâb-ı Hak övmüş,[1] melekleriyle birlikte O’na salât ettiğini haber vermiştir. Biz ümmet-i Muhammed’e de O’na karşı şükran borcumuzun gereği olarak, cân u gönülden salevat getirmemizi ve tam bir teslîmiyetle selâm vermemizi emretmiştir.[2]
Yine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e karşı son derece edepli ve hürmetkâr davranmamızı, Rabbimiz pek çok Kur’ân âyetiyle tâlim buyurmuştur:
“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûl’ünün önüne geçmeyin…” (el-Hucurât, 1)
“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)
“Allâh’ın Elçisi’nin huzûrunda seslerini kısanlar, şüphesiz Allâh’ın kalplerini takvâ ile imtihan ettiği kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük bir mükâfat vardır.” (el-Hucurât, 3)
“(Rasûlüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu, aklı ermez kimselerdir. Eğer onlar, Sen yanlarına çıkıncaya kadar sabretselerdi, elbette kendileri için daha iyi olurdu…” (el-Hucurât, 4-5)
Âyet-i kerîmelerde bildirilen “Allah ve Rasûl’ünün önüne geçmemek, Peygamber sesinin üstüne ses yükseltmemek” gibi edepler, aynı zamanda Efendimiz’e nasıl tâbî olmamız gerektiğinin de bir telkînidir. Yani bir mü’min, herhangi bir hususta nebevî bir tâlimat varken, bunu göz ardı ederek, kendi görüş ve kanaatini asla ön plâna çıkarmamalıdır. Kendi arzu ve menfaatine uymasa bile, Allah ve Rasûl’ünün emirlerinde dâimâ rahmet, hikmet, bereket ve hayır olduğuna inanıp ona göre hareket etmelidir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i yakından tanıyıp O’na hürmet ve muhabbetle râm olabilmek, bu cihan dershânesinde görmemiz gereken en mühim tahsildir. Bu tahsilden mahrum biri, yani Allah Rasûlü’nü tanımayan bir kimse -isterse binlerce kitap okumuş, zihnine sayısız bilgi depolamış, çantasını diploma tomarlarıyla doldurmuş olsun- yine de câhil demektir.
Unutmayalım ki şanlı tarihimizde Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e muhabbet ve O’nu îman heyecanıyla takip şerefinin sancaktarlığı, aziz milletimize nasîb olmuştu. Peygamber Efendimiz’in ism-i şerîfleri zikredildiğinde elini kalbine götürerek hürmetle salevât-ı şerîfe getirmek; ordusunun her bir ferdine, kendi gücü nisbetinde “küçük bir Muhammed” olabilme idealini telkin sadedinde “Mehmetçik” adını vermek de, bu hakîkatin birer tezâhürüdür. Hamd olsun ki “Mehmetçik” ismini bugün de muhafaza etmekteyiz. Bununla birlikte o ismin temsil ettiği mânevî değerlere lâyık olabilmek için de gayret göstermeliyiz.]
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Hak O’nu övdü yarattı, sevdi Habîb’im dedi;
Yeryüzünde cümle çiçek, Mustafâ’nın teridir…
[Cenâb-ı Hak “Habîbim” buyurduğu Sevgili Rasûl’ünü, bu kâinatta hem “zarf” hem de “mazrûf” olarak yaratmıştır. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beşeriyete gönderilen bir “zarf”tır. O âdeta, kulları mârifetullâh’a ve Hak dostluğuna ulaştıran hakîkatlerin yazılı olduğu bir mektubun zarfı mevkiindedir. O zarfı açıp okuyanlar, ilâhî hakîkatlere vâkıf olur, mârifetullah’tan hisse alırlar.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm de Efendimiz’in kalbine indirilmiş,[3] oradan insanlığa tebliğ edilmiştir. Dolayısıyla Kur’ân’ı lâyıkıyla idrâk edebilmek de; “Kişi sevdiğiyle beraberdir.”[4] hadîs-i şerîfi muktezâsınca, Efendimiz’e muhabbetle yaklaşarak O’nun gönül dokusundan hisse almakla mümkündür.
Yine ârif zâtların beyanlarına göre mevcudâtın varlık sebebi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mânevî şahsiyetini temsil eden Nûr-i Muhammedî’ye duyulan ilâhî muhabbettir. Allah katında en sevgili olan O’dur. Bu sebeple bütün kâinat, Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ithâf edilmiş gibidir. İlâhî sır ve hikmetler laboratuvarı olan bütün kâinat, âdeta Nûr-i Muhammedî’nin şerefine ve O’na bir “mazrûf” olarak yaratılmıştır.
Bunu şu misalle de îzah edebiliriz: Nâdide bir mücevher, önce bir pamuk üzerine konulup ardından da son derece kıymetli bir kutuda muhafaza edilir. Kutunun bütün kıymeti, içinde taşıdığı cevher sebebiyledir. İşte Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kâinat zarfının mazrûfu mevkiindedir.
Bu itibarla denilebilir ki nerede bir güzellik varsa, O’ndan bir akistir. Yeryüzünde bir çiçek açılmaz ki O’nun nûrundan bir iz taşımasın. Zira O olmasaydı, âlemler ıssız çöllere dönerdi.
İşte bu hakîkatin tefekküründe derinleşen kalplerde, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gönül dokusundan hisse almanın bir bereketi olarak müstesnâ tecellîler başlar. Zira gönül feyzinin en büyük vesîlesi, Rasûlullah muhabbetidir. Bir insanın gönlü hangi muhabbetle doluysa, gözü de onunla görmeye başlar. Bir mü’minin gönlü de Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e râm olunca; artık hayata, hâdisâta ve kâinâta hep O’nu arayan gözlerle bakmaya başlar.
Meselâ Süleyman Çelebi bu hissiyat içinde Peygamber Efendimiz’i vasfederken; “Bir aceb nûr ki Güneş pervânesi!..” der. Yani Güneş’i, Allah Rasûlü’nün nûru etrafında aşkla dönen bir kelebeğe teşbih eder.
Şâir Fuzûlî, coşkun bir akarsuya bakar ve;
Hâk-i pâyine yetem der, ömürlerdir muttasıl,
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su…
der. Yani o akıp giden suyun şahsında, Allah Rasûlü’ne kavuşabilme iştiyâkıyla başını taştan taşa vurarak Mecnunlar gibi koşan peygamber âşıklarını tahayyül eder. Nereye baksa, Efendimiz’i hatırlar. Bir bahçıvanın gül bahçesi suladığını görür ve;
Suya virsün bâğbân gülzârı zahmet çekmesün;
Bir gül açılmaz yüzün-tek virse min gülzâra su!..
der. Yani bahçıvanlar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gül yüzü gibi güzel bir gonca yetiştirebilmek için boşuna yorulmasınlar. Zira binlerce gül bahçesi de sulasalar, artık bu cihan bağında O’nun gibi bir gül açılmaz, der.
Velhâsıl mü’min gönüllerin muhabbet tahtında oturan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün insanlığa, hattâ bütün mahlûkâta bir rahmettir. Her varlık, Efendimiz’in hürmetine yaratıldığından, her insan da O’na olan muhabbeti nisbetinde Hak katında değer kazanır. Biz de gönüllerimizi ne kadar o güzîde cevherin bir zarfı hâline getirebilirsek, yani Oʼnun ahlâkıyla ahlâklanıp Sünnet’iyle istikâmetlenirsek, Allah katında o kadar kıymet kazanabiliriz.]
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Cebrâil dâvet kılınca Mîrâc’a Muhammed’i,
Mîrâc’ında dilediği, ümmetinin vârıdır…
[Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine şefkat ve merhameti, bir annenin evlâdına düşkünlüğünden kat kat fazla idi. Nitekim âyet-i kerîmede bu hakîkat şöyle beyan edilmektedir:
“Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, mü’minlere karşı çok şefkatli ve merhametlidir.” (et-Tevbe, 128)
Yine hayatını ümmetinin ebedî kurtuluşu için fedakârca gayretler içinde geçiren Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vefâtından sonra da ümmeti için dertlenişini şöyle bildiriyor:
“Dikkat edin! Ben hayatımda sizin için bir emniyet vesîlesiyim. Vefât ettiğimde ise kabrimde; «Yâ Rabbi, ümmetî ümmetî!..» diye ilk Sûr üfleninceye kadar nidâ edeceğim…” (Ali el- Müttakî, Kenzü’l-Ummâl, c. 14, s. 414)
“Hayatım sizin için hayırlıdır. Benimle konuşursunuz ve size (ilâhî vahiy ve hükümler) bildirilir. Vefâtım da sizin için hayırlıdır. Amelleriniz bana arz edilir. Güzel bir amel gördüğümde Allâh’a hamd ederim. Kötü bir şey gördüğümde de sizin için Allâh’a istiğfâr ederim.” (Heysemî, IX, 24)
“Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak hesaba çekileceksiniz!..
Haberiniz olsun ki ben, önceden gidip Havuz’un başında sizi bekleyeceğim! Diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla sevineceğim. Sakın (günah işleyerek) yüzümü kara çıkartmayın!” (Bkz. Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30)
İşte ümmetine bu kadar müşfik ve merhametli bir Peygamber’e ümmet olabilmek, büyük bir bahtiyarlıktır. Âhirette O’nun Havz-ı Kevser’inden içebilmek, Hamd Sancağı altında toplanabilmek, O’nun hüsn-i şehâdetine ve şefaatine mazhar olabilmek için, O’nu canımızdan çok sevmemiz îcâb eder.
Yine “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” hadîs-i şerîfi muktezâsınca, gerçek mânâda seven birine, sevdiği kimsenin husûsiyetleri sirâyet eder. Bizler de Efendimiz’i seviyorsak, O’nun hasletlerini ne kadar taşıyoruz? O’nunla ne kadar hâl beraberliği, amel beraberliği, ahlâk beraberliği, hissiyat ve fikriyat beraberliği, velhâsıl istikâmet beraberliği içindeyiz?
Efendimiz’in ümmetine duyduğu yüksek şefkat ve merhamete mukâbil, bizler O’nun ümmetinin dertleriyle ne kadar dertlenebiliyoruz? Zira ümmet-i Muhammed’e karşı ne kadar müşfik ve merhametli isek, Efendimiz’i de o kadar seviyoruz demektir.
Şu hâdise ne kadar ibretlidir:
Bir gün Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, İbrahim -aleyhisselâm-’ın;
“Rabbim, putlar insanlardan birçoğunun sapmasına sebep oldu. Şimdi kim bana uyarsa o bendendir.” (İbrahim, 36) sözünü ve Îsâ -aleyhisselâm-’ın;
“Eğer kendilerine azap edersen, şüphesiz onlar Sen’in kullarındır. Eğer onları bağışlarsan, şüphesiz Sen izzet ve hikmet sahibisin.” (el-Mâide, 118) duâsını okudu. Sonra ellerini kaldırdı ve:
“Allâh’ım, ümmetimi koru, ümmetime merhamet et!” diye yalvararak ağladı. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak:
“–Ey Cebrâil! -Rabbin her şeyi daha iyi bilir ya- (insanlar da bilsin diye) git, Muhammed’e niçin ağladığını sor.” buyurdu.
Cebrâil -aleyhisselâm- geldi. Rasûlullah Efendimiz O’na, ümmeti için duyduğu endişe sebebiyle ağladığını bildirdi. (Cebrâil -aleyhisselâm-’ın dönüp durumu haber vermesi üzerine) Allah Teâlâ:
“–Ey Cebrâil! Muhammed’e git ve O’na; «Ümmetin hususunda Sen’i râzı edeceğiz ve Sen’i asla üzmeyeceğiz.» müjdemizi ulaştır.” buyurdu. (Müslim, Îmân, 346)
Bizler de Efendimiz’in ümmeti için duyduğu kaygıları yüreğimizde hissederek bilhassa ümmetin mazlum ve muzdaripleri için elimizden gelen maddî-mânevî bütün yardımı yapmaya gayret etmeliyiz. Ayrıca ümmetin selâmeti için bol bol duâ etmeliyiz. Nitekim bir hadîs-i şerîfte de şöyle buyrulmaktadır:
“Allah katında, kulun şöyle demesinden daha sevimli bir duâ yoktur:
اَللّٰهُمَّ ارْحَمْ أُمَّةَ مُحَمَّدٍ رَحْمَةً عَامَّةً
«Allâh’ım! Ümmet-i Muhammed’e umûmî bir rahmet ile merhamet eyle!»” (Ali el-Müttakî, no: 3212, 3702)]
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Sen O’na ümmet olagör, O seni mahrum komaz,
Her kim O’nun ümmetidir, sekiz Cennet yeridir…
[Cenâb-ı Hak, bizleri 124 bin küsur peygamber içinden en yüce Peygamber’e ümmet kıldı. Âyet-i kerîmede buyrulur:
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allâh’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle, Allah, mü’minlere büyük bir lûtufta bulunmuştur.” (Âl-i İmrân, 164)
Hakîkaten, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bizim en büyük gönül servetimizdir. Bütün dünya nîmetleri bizim olsa, fakat Allah Rasûlü’nü tanımamış olsaydık, bunun ne kıymeti olurdu?! Zira bu dünyadaki ömrümüz de muvakkat, dünya da fânî… Fakat Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tanıyıp O’na cân u gönülden râm olmanın getireceği saâdet ise ebedî…
Yine Efendimiz’e ümmet olabilmenin yüksek şerefini idrâk hususunda, şu rivâyet ne kadar ibretlidir:
Katâde bin Nûman -radıyallâhu anh-’ın naklettiği bir rivâyete göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm- şöyle demiştir:
“–Yâ Rabbi! Ben levhalarda insanlar arasından çıkarılmış, iyiliği emredip kötülükleri yasaklayan hayırlı bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Allâh’ım, onları benim ümmetim kıl!”
Allah Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Levhalarda Dünya’ya gelişte son, Cennet’e girişte ilk olan bir ümmetten bahsedildiğini görüyorum. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allah Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Yâ Rabbi! Yine levhalarda bir ümmetten bahsediliyor ki, onların kitapları sadırlarındadır, oradan ezbere okurlar. Hâlbuki onlardan önceki ümmetler kitaplarını bakarak yüzünden okurlar, kitapları kaybolunca da ondan hiçbir şey hatırlamazlardı. Şüphesiz Sen bu ümmete, daha önce hiçbir ümmete vermediğin bir ezberleme ve muhâfaza etme kuvveti vermişsindir. Allâh’ım! Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allah Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Orada hem önceki kitaplara hem de son kitaba îmân eden, her türlü sapıklıkla savaşan bir ümmet zikrediliyor. Onu benim ümmetim kıl!” dedi.
Allah Teâlâ:
“–O, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Mûsâ -aleyhisselâm-:
“–Rabbim! Orada öyle bir ümmet zikredilmektedir ki, onlardan biri bir iyilik yapmaya niyet etse de onu yapamazsa, buna karşılık 10’dan 700 katına kadar sevap verilmektedir. Onları benim ümmetim kıl!” dedi.
Allah Teâlâ:
“–Onlar, Ahmed’in ümmetidir.” buyurdu.
Bunun üzerine Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-, elindeki levhaları bir kenara bırakıp;
“–Allâh’ım! Beni de ümmet-i Muhammed’den eyle!” diye yalvardı. (İbn-i Kesîr, Tefsîr, II, 259)
Nitekim Peygamber Efendimiz’e ümmet olmanın şevk ve vecdi içinde Süleyman Çelebi de;
Ümmetin olduğumuz devlet yeter,
Hizmetin kıldığımız izzet yeter…” demiştir. Yani “Sana ümmet olmanın ve Sünnet’in üzere bir hayat yaşamanın şeref ve bahtiyarlığı bize saâdet olarak kâfîdir.” demiştir.
Cenâb-ı Hakk’a nihâyetsiz hamd ü senâlar olsun ki biz âciz kullarını meccânen, yani hiçbir bedel ödemediğimiz hâlde ümmet-i Muhammed olarak dünyaya gönderdi. Bunun için ne kadar şükretsek az! Fakat her nîmetin bir bedeli olduğu gibi, bu müstesnâ nâiliyetin de bir bedeli var. Bunun için bizler de, ümmet-i Muhammed olmanın mes’ûliyetini müdrik hâlde, O’na hayırlı bir ümmet olarak yaşamalıyız ki, kıyâmet günü O’nun civârında bulunmaya ve şefaatine ermeye lâyık olabilelim.]
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Her kim O’nun sünnet ile farzını kāim tutar,
Ne diyem ki âkıbet, soru-hesaptan berîdir…
[Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Vedâ Hutbesi’nde ümmetine bir vasiyette bulunuyor:
“…Size öyle bir emânet bırakıyorum ki, ona sımsıkı sarıldığınız müddetçe yolunuzu şaşırmazsınız. O emânet, Allâh’ın Kitâb’ı ve Nebî’sinin Sünnet’idir…” (Bkz. Hâkim, I, 171/318)
İşte Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i ne kadar sevdiğimizin göstergesi de O’nun emânetlerine ne kadar sahip çıkabildiğimizdir. Hayatımız Kur’ân ve Sünnet istikâmetinde mi, evlâtlarımızı Kur’ân ve Sünnet kültürüyle yetiştirebiliyor muyuz? Bu iki emâneti, kendimiz dışındakilere de tebliğ edebiliyor muyuz? Kendimizi toplumun akışından mes’ûl görüyor muyuz? Bilhassa bu Mevlid Kandili ikliminde, vaziyetimizi bir daha gözden geçirmeliyiz.
Unutmayalım ki Mevlid Kandili’ni gerçek mânâda idrâk etmek ve kutlamak, Efendimiz’in istikâmeti üzere bir hayat yaşamakla mümkündür. Farzlara, vaciplere, sünnetlere, müstehaplara sarılıp, haramlardan, kerahatlerden, şüphelilerden sakınmakla mümkündür. Efendimiz’e ittibâ hassâsiyetini, yalnızca Rabîulevvel ayına hasretmeyip hayatın her ânına teşmil etmekle mümkündür.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir hadîs-i şerîflerinde, kıyamet günü Kevser Havuzu’nun başında ümmetine ikram etmek için bekleyeceğini bildirdikten sonra, çok mühim bir îkazda bulunur:
“…Dikkat edin! Birtakım kimseler, yabancı devenin sürüden kovulup uzaklaştırıldığı gibi, benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara «Gelin buraya» diye nida edeceğim. Bana;
«–Onlar senden sonra hâllerini değiştirdiler, (Sen’in Sünnet’ini takip etmeyip başka yollara saptılar.)» denilecek.
Bunun üzerine ben de:
«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar!» diyeceğim.” (Müslim, Tahâret, 39)]
Yunus Emre Hazretleri buyurur:
Suçlu-suçsuz günahkâr, şefâat O’ndan umar;
Ol Cehennem’de yananlar, münkirin inkârıdır…
[Cennet ve Cemâlullâh’a yol arayan, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in izini takip etmeye mecburdur. Zira bunun dışındaki bütün yollar, çıkmaz sokaktır. Nitekim bu hakîkati ifade sadedinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâbına;
“–İstemeyenler müstesnâ, bütün ümmetim Cennet’e girecektir.” buyurmuştu.
Ashâb-ı kirâm hayretle:
“–Yâ Rasûlâllah! Cennet’e girmeyi kim istemez ki?” dediler.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Bana itaat eden Cennet’e girer. Bana karşı gelen de, Cennet’e girmek istemiyor demektir.” (Buhârî, İ’tisâm, 2)
O hâlde fırsat eldeyken, Allâh’a ve Rasûl’üne tam bir ittibâ gayretine girmek elzemdir. Zira âhirette Cehennem azâbını tadan kâfirler gibi, binbir pişmanlık içerisinde;
“Eyvah bize! Keşke Allâh’a itaat etseydik, Peygamber’e itaat etseydik” (el-Ahzâb, 66) diye hayıflanmanın, hiçbir faydası olmayacaktır.]
Rabbimiz cümlemizi; yüce Zât’ına sâlih bir kul, Habîb-i Ekrem’ine de lâyık bir ümmet eylesin. Efendimiz’in kadr u kıymetini idrâk edebilmeyi, O’nun Sünnet-i Seniyyesi üzere bir ömür sürmeyi, âhirette de şefaatine erebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser kılsın.
Âmîn!..
Dipnotlar:
[1] Bkz. el-Kalem, 4; Yâsîn, 4.
[2] Bkz. el-Ahzâb, 56.
[3] Bkz. eş-Şuarâ, 194.
[4] Buhârî, Edeb, 96.