Ebedî Fecre
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Kasım, Sayı: 177
SÜNNET-İ SENİYYE, DÎNİN TEMELİDİR!
Hazret-i Ömer ve Hazret-i Osman devirlerinde Basra halkının irşâdı için bu şehirde bulunan İmrân bin Husayn -radıyallâhu anh- bir mecliste Peygamber Efendimiz’in sünnetinden bahsediyordu. Orada bulunanlardan biri ona künyesiyle hitâb ederek şöyle dedi:
“–Ey Ebâ Nüceyd! Siz bize hadisler rivâyet ediyorsunuz, biz onlar için Kur’ân’da asıl bulamıyoruz.”
İmrân Hazretleri celâllenerek, ona şöyle cevap verdi:
“–Her kırk dirhemde bir dirhemi (zekât vereceğinizi) Kur’ân’da buldunuz mu? Her şu kadar koyundan şu kadar koyun, her şu kadar deveden şu kadar deve verileceğini Kur’ân’da buldunuz mu?”
Adam;
“–Hayır.” deyince, İmrân -radıyallâhu anh-;
“–Peki, kimden öğrendiniz bunları? Bizden öğrendiniz. Biz de Allâh’ın Nebîsi -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’den öğrendik.” diyerek buna benzer başka misaller de zikretti. (Ebû Dâvûd, Zekât, 2/1561)
Bunun üzerine adam şöyle dedi:
“–Beni ihyâ ettin, Allah da seni ihyâ etsin!” (Hâkim, el-Müstedrek, I, 109-110)
Bu hâdisede sahâbînin ifade ettiği üzere; Fahr-i Kâinât Efendimiz’in tek vazifesi, Kur’ân-ı Kerîm’i tebliğ etmek değildi.
Peygamber Efendimiz; aynı zamanda İslâmiyet’i hem sözleriyle hem fiilleriyle öğretmek üzere, âlemlere rahmet olarak cihâna gönderildi.
Bu hakikat sebebiyle;
Kur’ân-ı Kerim’de ibâdetlerin tafsilâtları yer almadı. Bu tafsilât; Peygamber Efendimiz’e, vahy-i gayr-i metlüv / tilâvet olunmayan vahiy yoluyla bildirildi.
Bu hakikat sebebiyle;
Peygamberimiz buyurdu:
“Namazı benden gördüğünüz gibi kılın!” (Buhârî, Ezân, 18)
“Haccın ibâdet tafsilâtını benden öğrenin!” (Ahmed, III, 318, 366)
Peygamberimiz’in vazifeleri, âyet-i kerîmelerde bildirildiği üzere üç idi:
DÎNİ O -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ÖĞRETİR…
- Kur’ân âyetlerini okuyup tebliğ etmek,
- Tezkiye etmek; yani ashâbının inançlarını ve ahlâklarını düzeltmek, günahlara karşı mukavemetlerini artırmak, onları terbiye etmek, gönüllerinde Allah’tan başkasını yani gaflete düşürecek her şeyi bertaraf edip vahyi alacak hâle getirmek ve;
- Kitap ve Hikmeti öğretmek, yani Kur’ân’ın nasıl hayata geçirileceğine dair Sünnet-i Seniyye’yi de tâlim etmek idi. Bunun maksadı; cihandaki, insandaki ve Kur’ân’daki sırların ve hikmetlerin kalbe âşinâ hâle gelmesi idi. Nitekim sahâbe-i kiram, bu eğitimden sonra hikmetlere âşinâ oldu. Bir insanın yok kadar bir nutfeden, bir ağacın yok kadar bir tohumdan nasıl var olduğu hakikatleri üzerinde, yerlerin ve göklerin yaratılışı hakkında ve kâinattaki sonsuz kudret tezâhürleri etrafında derin derin tefekkürler başladı.
Kur’ân-ı Kerim, Rasûlullah Efendimiz’in kalbine indirildi. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Muhakkak ki o (Kur’ân), Âlemlerin Rabbinin indirdiği (kelâm-ı ilâhî)dir. Onu, Rûhu’l-Emîn; uyarıcılardan olasın diye, apaçık bir Arapça ile Sen’in kalbine indirmiştir.” (eş-Şuarâ, 192-195)
Kur’ân’ın ilk ve en salâhiyetli müfessiri de Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“…Peygamber onlara;
- İyiliği emreder,
- Kötülüğü yasaklar,
- Temiz şeyleri helâl kılar,
- Pis şeyleri haram kılar…” (el-A‘râf, 157; ayr. bkz. et-Tevbe, 29)
Bugüne kadar kütüphâneleri dolduran bütün İslâmî eserler bir kitabı ve bir insanı îzâh içindir. O kitap Kur’ân-ı Azîmüşşan, o insan da üsve-i hasene bir şahsiyet olarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir.
Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَۚ
“Kim Rasûl’e itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…” (en-Nisâ, 80)
Hakikat bu kadar âşikâr olduğu hâlde, devrimizde; Sünnet-i Seniyye’yi dışlamaya, uydurma olduğunu iddia etmeye kalkanlar türemiştir. Bu iddiaların arkasını araştırdığımızda, dâimâ karşımıza, tarafgir müsteşrikler ve İslâm düşmanı akıl hocaları çıkmaktadır.
SÜNNETE DAİR BUGÜNKÜ FÂCİALAR
Bu kimseler;
“Bize Kur’ân yeter!” şeklindeki boş sloganlarla yola çıkmakta, sünneti göz ardı ederek dînin içini boşaltmaya ve yerini bâtıl felsefeler ile indî görüşlerle doldurmaya çalışmaktadırlar.
Müsteşriklerin ve onlara tâbî olan gafillerin, sünnete olan düşmanlıkları; onun, Kur’ân’ı tahriften ve tağyirden muhafaza etmesi sebebiyledir. Kur’ân âyetleri, Sünnet-i Seniyye’nin muhafazasından mahrum bırakılırsa, indî ve keyfî te’villerle hakikatten uzaklaştırılmaya müsait hâle gelir. Peygamberimiz, bu hususta şöyle îkaz buyurmuştur:
“Kim Kur’ân hakkında kendi re’yi yani görüşü ile söz söylerse cehennemdeki yerine hazırlansın!” (Tirmizî, Tefsîr, 1/2951)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; hadis ve sünneti dışlayanların zuhûr edeceğini, daha evvel bildirerek şöyle buyurmuşlardır:
“Şunu iyi biliniz ki bana Kur’ân-ı Kerim ile birlikte (onun bir) benzeri de verilmiştir. Dikkatli olun; koltuğuna kurulan karnı tok bir adamın; «Siz sadece şu Kur’ân’a sarılın! Onda bulduğunuz helâli helâl, haramı da haram kabul ediniz yeter!» diyeceği (günler) yakındır…” (Ebû Dâvûd, Sünnet, 5/4604; Ahmed, IV, 131)
Hıristiyanlık da böyle tahrif edilmiştir. Daha önce bir hıristiyan iken İslâm’la şereflenmiş, sonra da bir İslâm âlimi olmuş Abdülehad Dâvûd Efendi, Hıristiyanlıktaki tahrifin amelî tarafını şöyle îzâh eder:
“Eski Hıristiyanlıktaki sünnet kaldırıldı yerine vaftiz geldi, namaz kaldırıldı yerine âyin geldi, oruç kaldırıldı yerine perhiz geldi.”
Daha sonra tesettür terk edilerek yalnızca râhibelere mahsus bırakıldı. Hattâ günümüzde râhibelerin dahî tesettürü kaldırılmaya başlandı.
Böylece Hıristiyanlık, ilâhî bir din olmaktan çıktı. Tahrif oldu, bozuldu. Bir hayat nizâmı olmaktan çıkarılıp bir marka ve bir tabela hâline geldi.
Nitekim tâbiîn neslinin büyük âlimlerinden Abdullah bin Deylemî -rahmetullâhi aleyh- der ki:
“Bana ulaştığına göre dînin yok olup gitmesi, sünnetin terkiyle başlayacaktır. Halatın tel tel çözülüp nihayetinde tamamen kopması gibi, din de sünnetlerin bir bir terk edilmesiyle elden gidecektir.” (Dârimî, Mukaddime, 16/98)
ASHÂBIN İTTİBÂI
Bu hakikatlerden dolayı; sahâbe-i kiram efendilerimiz, Allah Rasûlü’nün öğrettiği her şeyi tatbik ettiler. Onlar;
“Bu, Kur’ân’da niye geçmedi?”
“Bu farz mı, vâcib mi, yapmasak ne olur?” gibi vehim ve suallere hiç dûçâr olmadılar. Allah Rasûlü ile beraber olmanın vecd ve istiğrâkı içinde yaşadılar.
Yani sahâbe-i kiram, âdetâ karda yürüyen bir insanın izini takip edercesine Allah Rasûlü’nün mübârek izlerini aynen takip etti.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in ayağa kalktığını gördük, biz de kalktık; oturduğunu gördük, biz de oturduk.” (Ahmed, I, 83)
Hazret-i Enes -radıyallâhu anh- buyurur:
“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i bir gün Duhâ namazı kılarken gördüm. O günden sonra bu namazı hiç terk etmedim.”
Bu rivâyeti nakleden Hasan-ı Basrî Hazretleri de aynı hassâsiyet içinde şöyle der:
“Hazret-i Enes’in bu ifadelerinden sonra ben de o namazı hiç terk etmedim.” (Bkz. Taberânî, Evsat, II, 68/1276)
Abdullah İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-;
Rasûlullah Efendimiz’e ittibâ etmekten öyle bir mânevî lezzet duyuyordu ki, Efendimiz’in namaz kıldığı yerleri öğrenip oralarda namaz kılar, yürüdüğü yollarda yürür, gölgelendiği ağaçların altında oturur, kurumasınlar diye onları sulardı. Yolda giderken Rasûlullâh’ın gittiğini gördüğü yolları takip eder, O’nun hayvanını çevirip döndüğü yerlerden dönerdi. Hele Efendimiz’in selâmlaşma husûsundaki buyruklarını yerine getirme mevzuunda pek titiz davranırdı. Hiçbir işi olmadığı hâlde sadece (İslâm kardeşliği yaşamanın hassâsiyeti içinde) müslümanlarla selâmlaşmak için sokağa çıkar, büyük-küçük karşılaştığı herkese selâm verirdi. (İbn-i Sa‘d, IV, 156; İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 349; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğābe, III, 341)
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Mescid’in bir kapısı hakkında;
“Bu kapıyı kadınlara ayırsak…” buyurmuştu.
Talebesi Nâfi‘ der ki:
“İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- ölünceye kadar o kapıdan hiç girmedi.” (Ebû Dâvûd, Salât 53/571)
Müctehid imamlarımız da, fıkıh ilmini tedvin ederken, Sünnet-i Seniyye’yi, dînin ikinci şer‘î delili olarak istihdâm ettiler.
İmâm-ı Şâfiî’ye bir zât; rivâyet ettiği bir hadis ile amel edip etmediğini sordu. Bunun üzerine İmâm-ı Şâfiî titreyip sarsıldı ve ona;
“–Ey kişi! Rasûlullah’tan hadis nakledip de gereğince hükmetmezsem bu yer beni taşır mı, bu gökyüzü beni altında barındırır mı? Elbette onunla amel ediyorum! O’nun her sünneti, benim için doyumsuz bir lezzettir, başım gözüm üstünedir!” diye cevap verdi. (Beyhakî, Menâkıbu’ş-Şâfiî, I, 475)
KORUYAN EMÂNETLER
İstikamet ehli mutasavvıfların da başlıca husûsiyetleri, Sünnet-i Seniyye’ye sarılmaları ve onu emânet bilerek muhafaza etmeleridir.
Nitekim hadîs-i şerifte buyurulur:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Size iki emânet bırakıyorum. Onlara sımsıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. Bu emânetler, Allâh’ın kitâbı Kur’ân-ı Kerim ve O’nun Peygamberi’nin sünnetidir.” (Hâkim, I, 171/318; Muvatta, Kader, 3)
Hak dostlarının en çok üzerinde durdukları hususlardan biri; bir gölgenin, sahibinin ayrılmaz bir parçası olarak onu takip etmesi gibi, Sünnet-i Seniyye’ye harfiyen ittibâdır.
Nitekim bu hususta İmâm-ı Rabbânî -kuddise sirruhû- şöyle buyurmuştur:
“(Allâh’ın râzı olacağı güzel bir kulluğa) muvaffak olmamızda gayretlerimizin payı ne ki! Ne varsa hepsi Allâh’ın lutfudur. Ama buna mutlaka bir sebep gösterilmesi gerekirse derim ki, bütün lütufların sebebi; gelmiş ve gelecek bütün insanlığın efendisi olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e bağlanıp O’nun mübârek izinden gitmektir…
İnsana bir şeyin azı veya tamamı nasîb olmamışsa bunun tek sebebi, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam olarak uyma husûsunda bir kusurunun olmasıdır.
Bir defasında gaflete düşerek abdesthâneye sağ ayağımla girdim. (Sünnete uymayan bu davranışım sebebiyle) o gün birçok mânevî hâlden mahrum kaldım.”
Muhammedî sevdanın en büyük alâmeti, O’nun Sünnet-i Seniyye’sine tam ittibâdır. Büyük hadis âlimi İmam Nevevî; Allah Rasûlü’nün karpuzu nasıl yediğini tespit edemediği için, karpuz yemek ona tatlı gelmemiş, rivâyete göre hiç karpuz yiyememiştir.
Ahmed Yesevî Hazretleri, 63 yaşını geçince;
“Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Hakk’a irtihâl ettiği yaşa geldim. Artık yeryüzünde dolaşamam!” demiş, yerin altındaki çilehânesinde ikāmet ederek irşâda devam etmiştir.
Bunlar gönlü saran muhabbetin yanık ve ferdî tezâhürleridir. Başkalarının bunları rastgele taklidi doğru olmaz. Yani o hissiyat içinde olmayanların bu muhabbeti duymadan taklide kalkışması sadece şeklî bir çerçevede kalır ki, doğru değildir.
Sultan Birinci Ahmed Han da Habîbullah Efendimiz’in yanık sevdalılarındandı.
O, Peygamber Efendimiz’in mübârek ayak izlerini bir maket hâlinde sarığında taşımış ve bunu yapma gayesini şöyle dile getirmiştir:
N’ola tâcım gibi bâşımda götürsem dâim,
Kadem-i pâkini ol Hazret-i Şâh-ı Rusül’ün.
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sâhibidir,
Ahmedâ, durma, yüzün sür kademine o Gül’ün!..
Bu muhabbet dolu davranış;
“Allah Rasûlü’nün her emri, her arzusu ve her sünneti, başımın üstündedir.” mânâsına gelmektedir.
Yine o Peygamber âşığı Sultan;
“Rasûlullâh’ın mescidindeki kandillerde zeytinyağının yanması muvâfık değildir. (Temsilen güllerin şâhı olan Efendimiz’in Ravza’sına gül yağı yakışır!)” diyerek Ravza-i Mutahhara’nın kandillerinde yakılmak üzere gül yağı vakfetmiştir.
Sünnet-i Seniyye’ye ittibâın zarûret ve ehemmiyetini bildiren hakikatlerden biri de; Rabbimiz’in Kur’ânî tâlimatlarında, Rasûlullah Efendimiz’e yüksek bir hürmet ve edebin talep edilmesidir.
“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi, Peygamber’le yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)
Hazret-i Ebûbekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- bu âyetlerin nâzil olmasından sonra Efendimiz’in huzûrunda neredeyse fısıltıyla konuşmaya başladılar.
Hucurât Sûresi’ndeki müteâkip âyetler, Efendimiz’e gösterilmesi gereken edebin bir takvâ imtihanı olduğunu bildirmektedir:
“Seslerini Peygamber’in yanında kısan kimseler, Allâh’ın gönüllerini takvâ ile imtihan ettiği (ve bu imtihandan muvaffakıyetle çıkan) kimselerdir. Onlara mağfiret ve büyük ecir vardır.
(Rasûlüm!) Sana; odaların ötesinden seslenenlerin çoğu, akletmeyen kimselerdir.” (el-Hucurât, 3-4)
Dikkat edilirse; Efendimiz’e edep ve hürmeti idrâk edememek, «akılsızlık» olarak vasfedilmiştir.
Fahr-i Kâinât Efendimiz’e hürmet ve edep emri; O’nun hayatında olduğu gibi, kıyâmete kadar da Ravza’sında dâimîdir. Mânen de O’nun sünneti karşısında edep ve hürmet gereklidir.
Nitekim;
Mescid-i Nebevî’de Peygamber Efendimiz’in hadislerini talebelerine rivâyet eden ve fıkhî mezhebini tâlim eden İmâm-ı Mâlik Hazretleri, bu hürmetin en güzel misallerindendir.
MÜSTESNÂ EDEP
İmam Mâlik -rahmetullâhi aleyh-, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tam bir ittibâ ve O’na tam bir edep ve hürmetin vecdi içinde yaşardı. Medîne-i Münevvere hudutları içinde hayvan üzerine binmezdi; sebebini suâl edenlere;
“–Ben Allah Rasûlü’nün ayağıyla bastığı bir yere, bineğimin ayağını bastırmaktan hayâ ederim!” derdi.
Medine dâhilinde def‘-i hâcete dahî çıkmadı. Medine hudutlarının dışına çıktı.
Bir gün İmam Mâlik Hazretleri mihraptayken, devrin halîfesi Ebû Câfer Mansûr mescide geldi. Bazı sualler sordu. Aralarında ilmî bir müzakere başladı. Ancak Ebû Câfer Mansûr, konuşmanın seyrine kapılıp sesini yükseltince İmam Mâlik Hazretleri;
“–Ey Halîfe! Burada sesini alçalt! Zira Allâh’ın ihtârı senden daha fazîletli insanlar üzerine indi…” diye îkāz etti ve Hucurât Sûresi’ndeki zikrettiğimiz âyet-i kerîmeyi okudu.
Şahit olduğu bu yüksek edep karşısında Halîfe;
“–Ey İmam! Duâ ederken kıbleye mi, yoksa Rasûlullâh’a mı döneyim?” diye sordu.
İmam Mâlik Hazretleri şöyle buyurdu:
“−Yüzünü niye O’ndan çevireceksin ki?!. O, senin ve ceddin Hazret-i Âdem’in kıyâmete kadar Allâh’a vesilesidir. Bilâkis sen; Peygamber Efendimiz’e yönel ve O’nun şefaatini iste ki, Allah Teâlâ da O’nu sana şefaatçi kılsın!..” (Bkz. Kadı İyâz, Şifâ-i Şerîf, Beyrut 1404, c. II, s. 596)
Rasûlullah Efendimiz’e edep ve hürmetin en güzel tezâhürleri ise, ecdâdımız Osmanlı ve Anadolu dervişinde görülür:
Osmanlı’nın son devrinde Yeşil Kubbe yenilendi. Mimar ve ustalar; Efendimiz’in rûhâniyetini rahatsız etmemek için, hiç dünya kelâmı konuşmadılar. «Bana tuğlayı uzat!» yerine; «Allah!» vb. zikirlerle anlaştılar. Bu tamirde vazifeliler, Ravza’da her taşı abdestli olarak ve besmeleyle yerine koydular. Yine bu tamir esnasında gürültü çıkarmasın diye çekiçlerine keçe bağlamaları, misli görülmemiş birer edep ve ihtiram nümûnesidir.
Kezâ;
Hiçbir Osmanlı padişahı; Medîne-i Münevvere’de yaşayan herhangi bir şahıstan gelen mektubu tahtında oturarak dinlememiş, mutlaka ayağa kalkarak o mektubun geldiği mekâna ihtiram göstermiştir.
Öyle ki Abdülaziz Han, bir gün hasta yatağında iken kendisine mektuplar arz ediliyordu. Sıra Medine’den gönderilen mektuplara gelince; hastalığını mâzeret olarak görmemiş, yattığı yerde dinlememek için yardımcılarına;
“–Beni ayağa kaldırın!” demiş, iki kişinin kollarında doğrulmuş vaziyette mektup okunmuştur.
Bu tam ittibâ ve kusursuz edep, elbette, kuvvetli bir muhabbetten neş’et etmektedir.
MUHABBET ATEŞİ
Yaman Dede’nin yanık bir aşk ile şu terennümü ne güzel bir muhabbet feryâdıdır:
Susuz kalsam, yanan çöllerde can versem elem duymam,
Yanardağlar yanar bağrımda, ummanlarda nem duymam,
Alevler yağsa göklerden ve ben masseylesem duymam,
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım ya Rasûlâllah!..
Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek!
Nasîb olmaz mı Sultânım, haremgâhında can vermek?
Sönerken gözlerim âsân olur, âhında can vermek,
Cemâlinle ferah-nâk et ki yandım ya Rasûlâllah!..
Peygamber Efendimiz’e olan muhabbet; Hak dostlarının âşık gönüllerini öyle sarar ve kuşatır ki, her ne yöne baksalar, orada Habîbullah Efendimiz’i hatırlatan bir intibâ ile karşılaşırlar.
Meselâ;
Fuzûlî; gözünden akan damlaları görür. O gözyaşları, ona Rasûlullah Efendimiz’e olan hasretini hatırlatır ve şöyle dedirir:
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlāre su,
Kim bu denlu dutuşan odlāre kılmaz çâre su.
“Ey göz! (Allah ve Rasûlü’nün aşkından) gönlümde (tutuşan) ateşlere gözyaşından su dökme! Çünkü bu derece (aşk harâretiyle) tutuşmuş ateşlere su çare olmaz!”
Fuzûlî; yaşadığı yerdeki Fırat ve Dicle gibi çağıl çağıl akan nehirleri görünce de, Fahr-i Kâinât Efendimiz’e vuslatı tefekkür eder. Nehirlerin kendi gibi bir âşık olduğunu tahayyül ederek şöyle söyler:
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdir muttasıl,
Bâşını daşdan daşâ ûrup gezer âvâre su!
“(O rahmet Peygamberi’nin) ayağının (değdiği, gezip dolaştığı, mübârek) toprağına ulaşayım diye, su(lar), hiç durmadan ömürler boyu baş(lar)ını taştan taşa vurarak âvâre (ve meclûb bir şekilde) akmaktadır…”
Yine Fuzûlî; gül bahçesini sulayan bir bahçıvanı görür, yine Rasûlullah Efendimiz’i hatırlar ve bu ilhamla şöyle der:
Suya virsün bağ-bân gülzârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gülzâre su!
“Bahçıvan gül bahçesini sulamak için (boş yere) zahmet çekmesin! (Zira), bin tane gül bahçesi sulasa (yâ Rasûlâllah, yine de) Sen’in yüzün gibi bir gül (hiçbir zaman) açılmaz!..”
Geçtiğimiz asrın büyük âlim, fâzıl ve mutasavvıf şairlerinden M. Es‘ad Erbilî Hazretleri; Rasûlullah Efendimiz’e olan muhabbetini, her tarafı saran bir sevda ateşi, bir aşk yangını hâlinde ifade eder:
Tecellâ-yı cemâlinden, Habîbim, nevbahâr âteş,
Gül âteş, bülbül âteş, sünbül âteş, hâk ü hâr âteş!
“Habîbim; Sen’in güzelliğinin tecellî ederek ortaya çıkmasından dolayı, Sana âşık olan ilkbahar ateş, gül ateş, bülbül ateş, sümbül ateş, toprak ve diken ateş!..”
Bu muhabbet ateşi, yok edici değil, ikmâl edicidir. Mevlânâ Hazretleri;
“Hamdım, piştim ve yandım!” cümlesiyle, hasret ve muhabbetle yanarak kemâle erişmeyi ne güzel hulâsa etmiştir.
Peygamber muhabbetinin milletimizdeki en bâriz tezâhürlerinden biri; ordusuna «Peygamber Ocağı» demesi ve Allah için cihâd eden her askerine de; «Mehmetçik» adını vererek onların her birine kendi imkân ve istîdatları dâhilinde birer «Muhammedî» olabilme idealini telkin etmesidir…
Hâsılı;
Cenâb-ı Hak;
O’nun ahlâkına; «Muazzam» dedi.
O’nun ömrüne; « لَعَمْرُكَ / Sen’in ömrüne yemin olsun!» diye kasem buyurdu.
O’nun her hâli, bizler için; «Üsve-i hasene: En güzel örnek».
Her mü’min O’nun rehberliğine muhtaç…
O’nu, canımızdan çok sevmedikçe, îmânımız kâmil hâle gelmez. O’na tam bir şekilde ittibâ etmeden, «muhabbetullâh»a nâil olamayız. O’nun sünneti olmadan, Kitâbullah tefsir olunamaz.
EBEDÎ KURTULUŞ O’NUNLA…
Mü’min, bir ebediyet yolcusudur.
Tehlikelerle dolu bir sonsuzluk yolculuğunda menzil-i maksûda yani cennete varabilmesi için dünyada sırât-ı müstakîm üzere yaşaması gerekir.
Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri bunu ne güzel ifade eder:
“Sırat köprüsü (mecâzen) kıldan ince, kılıçtan keskindir. Dünya hayatında İslâm’ı yaşamak da böyledir. İslâm’ı tam olarak yaşamaya gayret etmek, Sırat köprüsünden geçmek gibidir. Burada nefse karşı mücadele güçlüğüne katlananlar, orada Sırât’ı kolay ve rahat geçeceklerdir.”
Bu yol zorludur. Rabbimiz Fâtiha-i şerîfede bize dâimâ istikamet duâsı yaptırmakta, sürekli;
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَق۪يمَ
“Bizi sırât-ı müstakîme / dosdoğru yola eriştir!” diye niyâz ettirmektedir.
Sırât-ı müstakîm Cenâb-ı Hakk’a giden yoldur.
İşte bu yolun, yani Sırât-ı müstakîmin rehberi Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’dir.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e Allah Teâlâ;
اِنَّكَ لَمِنَ الْمُرْسَل۪ينَۙ ﴿3﴾ عَلٰى صِرَاطٍ مُسْتَق۪يمٍۜ ﴿4﴾
“Sen şüphesiz peygamberlerdensin. Sırât-ı müstakîm (istikametli, dosdoğru yol) üzerindesin.” (Yâsîn, 3-4) buyurmaktadır.
Yine âyet-i kerîmede buyurulur:
“De ki: Eğer Allâh’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah son derece bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
De ki: Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat edin!
Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki Allah kâfirleri sevmez.” (en-Nisâ, 59)
Peygamberimiz ve O’nun izindeki sâlih insanlara ittibâın, mü’minleri nasıl koruduğuna dair şu hadîs-i şerif de mânidardır:
“Ehl-i beytim Nûh’un gemisi gibidir, kim ona binerse kurtulur, kim ondan geri kalırsa boğulur.” (Hâkim, Müstedrek, II, 373/3312)
Hazret-i Mevlânâ, bu hadîs-i şerîfi edebî bir lisan ile şöyle şerh eder:
“Peygamber Efendimiz buyurmuştur ki:
«Ben hayat şartlarının getirdiği felâketlere, tûfanlara karşı, başa gelen belâlara karşı bir gemiyim. Ben ve ashabım Nûh’un gemisine benzeriz. Kim bu gemiye el atar, binerse kurtulur.»
Sen Allah dostu olan sâdıklarla beraber oldukça; çirkinlikten, kötülükten uzak kalır, gemiye binmiş gibi olur, gece-gündüz Hakk’a doğru yol alırsın. Cenâb-ı Hakk’ın rûhânî himayesi altında olursun, gemide yattığın hâlde bile gafletten kurtulursun.
Zamanın peygamberi demek olan ve peygamberlerin vârisleri sayılan velîlerden ayrılma; kendi hünerine, kendi bilgine pek güvenme!
Arslan bile olsan kılavuzsuz yola çıkma; gurura kapılır, kendini görür, yoldan çıkar, dalâlete savrulur, aşağı bir hâle düşersin. Aklını başına al, kendine gel de, ancak sâlih bir zâtın kanatları ile uç, uç da Hak dostlarının yardımını gör; mânevî ordularını seyret!
Zaman olur (o fırtınalar içinde) Hak dostunun bir lütuf dalgası, sana kol-kanat kesilir. Zaman olur kahrının ateşi hammal olur, seni taşır.
Onun kahrını, lutfunun zıttı bilme; dikkatle bak da, tesir bakımından kahrı ile lutfunun birbirinin aynı olduğunu gör, anla!
Hak dostu, bir zaman seni toprak gibi yeşertir, bir zaman da seni rüzgârla doldurur, şişirir, büyütür.
Ârifin bedenine cansız toprağın huyunu verir de, onda neşeli mârifet gülleri ve hakikat nesrinleri bitirir.
Fakat o yetişen gülleri, nesrinleri ancak Hak dostu görür. Başkaları görmez. İçi tertemiz olan kişiden başkası cennetin kokusunu alamaz ki!..” (Mesnevî)
Yâ Rabbî!..
Bizleri bu dünyada Habîbine ümmet eylediğin gibi, âhirette de O’nun Livâü’l-Hamd / Hamd Sancağı altında bir araya getir.
Bizleri ve nesillerimizi, kıyâmette O’nun mübârek vechini tebessüm ettirebilen bahtiyarlardan eyle!..
Âmîn!..