Şebnem Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Aralık Sayı: 178
İnsana bir endam aynası olan bu cihan, sayısız ibret ve hikmet tecellîleriyle dolu ilâhî bir laboratuvar, ilâhî bir dershâne. Kâinatta Hâlık’ını, diri bir kalbe sahip insana tanıtmayan hiçbir zerre yok. Fakat ince gayeler ve nâzenîn hikmetlerle yoğrulmuş bu kâinat kitabını okuyabilmek, ancak kalben tekâmül etmiş kâmil mü’minlerin vasfı. Zira ancak tefekkürde derinleşmiş bir gönül, rakik kalbi ve derin idrâkiyle onu okuyabilir. Bu aynen, bir denize kıyısından bakanların, onun sadece sathını görmesi, denize dalan mâhir bir dalgıcın ise, indiği her derinlikte bambaşka manzaralar seyretmesi gibidir.
Dolayısıyla insan, aslâ dünyayı boş gözlerle seyretmeyecek. Gördüğü her manzara, onu tefekkürde derinleştirecek. Bu tefekkür de onu, dâimâ kalplerin muhtaç olduğu en mühim telkin olan zikre sevk edecek. Nitekim Rabbimiz şöyle buyuruyor:
“…Dikkat edin! Kalpler, ancak Allâh’ın zikriyle huzur bulur!” (er-Ra‘d, 28)
Sır ve hikmet cümbüşü olan bu kâinattan tefekkür hususunda birkaç misâli arz edelim:
Mesela anâsır-ı erbaa dediğimiz dört unsur, yani ateş, hava, su ve toprak, hiçbiri diğerinin sınırına taşmıyor.
Ne kadar ibretlidir ki, altımızdaki mağma tabakası, müthiş bir ateş deryâsı; üstümüzdeki Güneş ise, muazzam bir alev topu… Lâkin Mevlâmız, kullarına bu iki ateş arasında serin ve selâmet bir hayat lûtfediyor. Rabbimize ne kadar şükretsek az!..
Havadaki % 77 azot, % 21 oksijen sınırı hiç değişmiyor. Peki bir değişse hayatın devam etmesi mümkün olur muydu? Hayır! Zira havadaki % 21 nisbetinde olan oksijen, biraz fazla olsaydı, Dünya’daki her şey ilk kıvılcım ile tutuşurdu.
Su H2O; yani iki hidrojen, bir oksijenden oluşuyor. Biri yanıcı, diğeri yakıcı. Eğer oksijen ve hidrojen serbest kalsa, her şey birbirine girer, hayat mümkün olmaz. Ancak ne büyük bir sanat ve kudrettir ki, Cenâb-ı Hak, yanıcı ile yakıcıyı birleştiriyor ve onu, yani suyu, bütün mahlûkat için bir hayat kaynağı hâline getiriyor.
Su, kirlendiğinde semâya çıkıp en güzel şekilde temizleniyor ve rahmet olarak yeryüzüne tekrar iniyor. Bir balık suyun içindeki oksijenle yaşarken, sudan çıkınca ölüyor.
Toprak, verimini dâimâ devam ettiriyor. Ya ettirmese?
Yani hepsi kendi hududu içinde. Hepsi ilâhî bir tanzimle devam ediyor.
Bunlardan biri diğerine üstün gelse, kâinattaki ilâhî düzen bozulur.
Gözümüzü semâya kaldıralım. Güneş ve Ay’ı tefekkür edelim. Rabbimiz;
“Güneş ve Ay bir hesaba göre (hareket etmekte)dir.” (er-Rahmân, 5) buyuruyor.
Mesela Güneş’le dünyamız arasındaki mesafe biraz daha fazla olsaydı, her yer kutuplara dönerdi. Ya da mevcut olandan biraz daha yakın olsaydı, bu sefer de her şey yanar kavrulurdu. Engin rahmet sahibi olan Rabbimiz, onları bizim için gökyüzünde iki ilâhî takvim eylediğini bildiriyor:
“Güneş, kendisi için belirlenen yerde akar (döner). İşte bu, Azîz ve Alîm olan Allâh’ın takdîridir. Ay için de birtakım menziller (yörüngeler) tâyin ettik. Nihâyet o, eğri hurma dalı gibi (hilâl) olur da geri döner. Ne Güneş Ay’a yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir! Her biri (belli) bir yörüngede yüzerler.” (Yâsîn, 38-40)
Yeryüzündeki bitkiler ve ağaçlar, ayrı bir mükemmellikte. Hepsi de kara toprağın bağrından rengârenk çıkan ilâhî sanat sergileri… Başıboş mu yaratılmış? Aslâ! Onların da pek çok vazifesi var. Bu vazifelerin biri, gündüz karbondioksiti alarak oksijene çevirmeleri, geceleyin de tam tersi bir durum… Sanki bu cihânın akciğeri. Ve bu vazifelerini hiç aksatmadan îfâ ediyorlar.
Mevsimlere baktığımız zaman onlar da ayrı bir intizam içerisinde. İlkbahar sonbahara, yaz kışa karışmıyor. Her biri zamanı gelince meydana geliyor. Her mevsim kendi çiçeğini açıyor, kendi sebze ve meyvesini veriyor.
Yine Dünya’nın ekseninde 23,5 derecelik bir eğim olmasaydı, mevsimler meydana gelmezdi. Bu durumda yaz olan yer ebedî yaz, kış olan yer ebedî kış olurdu.
Dünya’nın kendi etrafında dönme hızı biraz yavaş olsa, gece-gündüz arasındaki ısı farkları çok yüksek olurdu. Daha hızlı olsaydı, atmosfer rüzgârları çok çok büyük hızlara ulaşır, kasırgalar ve tufanlar hayatı imkânsız kılardı.
Yer kabuğu, yani toprak tabakası, şimdikinden biraz daha kalın olsaydı, canlıların hayatı için elzem olan oksijen bulunmayacaktı. Kalın toprak tabakası, mevcut oksijeni emecek ve hayat imkânsız hâle gelecekti.
Kezâ, denizler, bugünkü hâllerinden bir miktar daha derin olsaydı, bu fazla sular karbondioksit ve oksijeni çekeceğinden, yeryüzünde hayat olmayacak, bitki bile yetişmeyecekti.
Dünya’nın etrafındaki hava tabakası, biraz daha ince olsaydı, meteorlar her gün Dünya’mızın kabuğunu delip geçecekti.
Hâsılı kâinattaki her harekete çok ince ve tam yerinde bir ölçü konulmuştur. Bu ölçülerde en ufak bir artma veya eksilme olsa, şu gördüğümüz nizam ve âhenk hemen bozuluverir.
Cenâb-ı Hak, bu nizâmı insanın hizmetine vermiştir. Âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtfu olmak üzere) size âmâde kılmıştır. Elbette bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13. Ayrıca bkz. Lokmân, 20)
“…Rahmân olan Allâh’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (hiçbir nizamsızlık ve bozukluk tespit edemeden) âciz ve bitkin hâlde sana dönecektir.” (el–Mülk, 3–4)
“Göğü Allah yükseltti ve mîzânı (dengeyi) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (er-Rahmân, 7-8)
İnsana baktığımız zaman da bu ilâhî tanzim göze çarpıyor. Mesela tek ayakla olsa yürüyemez veya biri diğerine göre daha uzun olsa rahat hareket edemezdi. Tek kolu olsaydı işlerini düzgün yapamazdı. Göz, kulak, dil, hepsi ayrı bir tanzim. Biri olmasa, vücudun âhengi ve dengesi bozuluyor.
Bugün “Ver gözünü al dünyayı deseler!” kim değişir?
Vücudun sıhhati, hepsinin âhenkli olmasına bağlı.
Velhâsıl bütün kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azamet sergisi. Cenâb-ı Hak onu, insan idrâkine göre tanzim etmiş. Yeter ki insan, kalbindeki muhabbetle baksın, ibretle baksın, tefekkürle baksın, takvâ ile baksın…
Ziya Paşa şöyle der:
Bin ders-i maârif okunur her varakında,
Yâ Rab ne güzel mekteb olur mekteb-i âlem!
Yani;
“Bu kâinat kitabının her bir yaprağında mârifet ilminin binlerce dersi okunur. Yâ Rabbi! Şu âlem, tefekkür deryasına dalarak ibretler almak için ne güzel bir mekteptir.”
Bu sebeple Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’de her vesîleyle:
“Hiç tefekkür etmez misiniz? Akletmezler mi? İdrâk etmezler mi? Akıl erdirmiyor musunuz?”[1] buyurarak mü’minleri, yani kalbe bağlı olan akıl sahiplerini îkaz buyurup onları intibâha/uyanmaya dâvet eder.
Büyük İslâm âlimlerinden Süfyan bin Uyeyne Hazretleri, şu sözü sık sık tekrar ederdi:
“İnsan, tefekkür sahibi olursa, her şeyden bir ibret alır.” (İmâm Gazâlî, İhyâ, VI, 45)
Nitekim bir mütefekkir, kâinat kitabındaki manzaralardan çıkardığı bir hikmet dersini şöyle ifade eder:
“Âlem yaratıldığından beri hiçbir kuş, komşusundan daha fazla yuva yapmaya uğraşmadı; hiçbir tilki, saklanacak tek bir kovuğum var, diye kendini harap etmedi; hiçbir sincap, bir değil de iki kış yetecek kadar ceviz biriktirmediği için endişeden ölmedi ve hiçbir köpek yaşlılık yılları için birikmiş kemiği olmadığını dert ederek uykusuz kalmadı.”
Duyan bir gönlün, gören bir kalbin hâlini ifadeye kelimeler yetişmez, lisanlar bundan âciz kalır. İşte böyle bir kalbî hassâsiyet ile kâinâtı seyredenler, Rabbimiz’in sergilediği sonsuz hârikalardaki ilâhî sanatın zevkine ererler.
Sermâyesi aynı toprak olan bitkilerin rengârenk yaprak ve çiçeklerine, bunlardaki menevişlere, ağaçların renk, koku, lezzet ve şekilde sonsuz farklılık arz eden meyvelerine, ancak bir-iki haftalık ömrü olduğu hâlde, kelebeğin kanatlarındaki hârika desenlere ibretle nazar ederler. Varlıkların “lisân-ı hâl” denilen sırlı beyanlarına kulak kabartırlar. Böyleleri için bütün bir kâinat, artık okunmaya hazır bir kitap gibidir.
Hazret-i Mevlânâ, aklımızı başımıza alarak hâlimizi tefekkür etmeye ve bu âlemdeki varlık hikmetimizi düşünmeye şöyle davet eder:
“Şu insan toplumunu ibretle seyret!.. Yaşadığın bu âlemdeki bunca ilâhî azamet ve kudret akışlarını gördüğün hâlde neden körleşiyorsun, aptallaşıyorsun da bedeninin ve menfaatlerinin arzuları sana dağlar gibi büyük, selîm bir tefekkür ise karınca misâli küçük görünüyor?
Ey esfel-i sâfilîne, (aşağıların en aşağısına) düşen kişi! Taşın nasıl bir şeyden haberi yoksa senin de tefekkür dünyasından öyle haberin yok. Sen ne yazık ki tefekkürünü zâyî ederek en büyük lezzetten mahrum kalmışsın!”
Bir mütefekkir de şöyle der:
“Bu âlem, âkiller (düşünüp ibret alan akıl sahipleri) için seyr-i bedâyî (ilâhî sanatın ibretle temâşâsı), ahmaklar içinse yemek ile şehvetten ibârettir.”
Tefekkür nîmetinin, nefsânî arzulara râm edilmesi ne hazindir. Tefekkürsüzlük, kalbin tembelliği ve ahmaklık alâmeti; duygusuzluk da kalbin kör ve sağır kesilmesidir. Bunca ilâhî tecellîler karşısında kalbin duyarsız kalması, insanlık haysiyetiyle bağdaşmaz. Kâinâtı alık ve abus bir çehre ile seyretme gafleti, mânevî bir felâkettir. Bu hâl, âyet-i kerîmede şöyle beyân edilir:
“(Rasûlüm! Sana karşı çıkanlar) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı? Zira dolaşsalardı elbette düşünecek kalpleri ve işitecek kulakları olurdu. Ama gerçek şu ki gözler kör olmaz; göğüsler içindeki kalpler kör olur.” (el-Hac, 46)
Cenâb-ı Hak, kullarının; düşünen, araştıran ve ince anlayış sahibi zarif insanlar olmasını istemektedir. Bu sebeple bir müslüman, her vesîleyle ve bir ibadet heyecanı içinde tefekküre yönelmelidir. Bu hâlin güzel bir misâlini sergileyen, Ahmed bin Havârî’nin zevcesi Râbia Hanım şöyle demiştir:
“–Her ezan işittiğimde, kıyâmet nidâcısını hatırlarım.
–Her kar yağdığını gördüğümde amel defterlerinin havada uçuştuğunu görür gibi olurum.
–Her ne vakit bir çekirge sürüsü görsem, haşri hatırlarım.”
Kâinattaki ilâhî azamet tecellîlerini tefekkür, kulu tevâzu ve “hiçlik” iklimine götürür. Bir mü’minin olgunluğu da, Rabbine karşı acziyetini ve haddini idrâk edebilmesine bağlıdır. Kişinin Rabbine karşı her an hiçliğini, âcizliğini ve zayıflığını îtirâf etmesi gerekir ki, gurur ve ucub illetini bertaraf edebilsin.
Bu bakımdan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâlarında:
“Yâ Rabbi! Biz Sen’i Sana lâyık bir mârifetle tanıyamadık…” buyurmuş ve istiğfâr etmiştir. (Münâvî, II, 520)
Muhammed bin Abdullah g de şöyle demiştir:
“Tefekkür beş türlüdür:
Allâh’ın âyetlerini tefekkür ki ondan mârifet meydana gelir.
Allâh’ın nîmetlerini tefekkür ki ondan muhabbet meydana gelir.
Allâh’ın vaadini ve sevâbını tefekkür ki ondan rağbet meydana gelir.
Allâh’ın tehdidini ve cezasını tefekkür ki ondan rehbet/korku meydana gelir.
Allâh’ın ihsânı karşısında nefislerin cefâsını tefekkür ki ondan hayâ ve pişmanlık meydana gelir.”
Her gün yatmadan önce yapılacak bir iç muhasebenin de tefekkür hayatımızda ihmâl edilemez bir yeri olmalıdır. Nitekim “Hesâba çekilmeden evvel nefsinizi hesâba çekiniz.” buyuran Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da her gece:
“Dicle kenarında bir koyun suya düşüp boğulsa, Allah onun hesâbını Ömer’den sorar.”
“Bugün Allah için ne yaptın ey Ömer?” gibi ifadelerle kendini sorguya çekip bir vicdan muhâsebesinde bulunurdu.
Bizler acabâ bu duyguları kaç defa lâyıkıyla yaşayabildik? Gündüzleri maîşet telâşıyla yorulan yüreklerimizi, kaç gece böyle bir muhâsebeye tâbî tutabildik?
Elimizi şakağımıza dayayıp, niçin yaratıldığımızı, nereden gelip nereye gitmekte olduğumuzu, hayat çizgimizin ne nisbette doğru olduğunu ne kadar düşünebiliyoruz? Dînimizin îcaplarını ne kadar yaşayabildiğimizi, Rabbimiz’in emirlerini hayatımıza ne ölçüde yansıtabildiğimizi, Allâh’ın bizlere gönderdiği ilâhî mesaj olan Kur’ân’ın kültür ve ruh dünyasına ne kadar girebildiğimizi, hayatıyla canlı bir Kur’ân tefsîri ve bizler için büyük bir nîmet olan Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ne kadar izinden gidebildiğimizi, hâl, tavır ve davranışlarımızın O’nun üsve-i hasene olan hayatına ne ölçüde benzediğini, ne kadar düşünebiliyoruz? Bu hususlardaki noksanlıklarımız bizi ne kadar kaygılandırıyor? Yoksa en kıymetli tefekkür hazinemizi kendi içimizde kayıp mı ettik?
Rabbimiz âyet-i kerîmede şöyle buyuruyor:
وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ اَفَلَا يَعْقِلُونَ
“Kime uzun bir ömür verirsek, Biz onun yaratılışını (güç ve kuvvetini alarak) tersine çeviririz. Hiç (bu manzarayı) düşünmüyorlar mı? (Bu ibretli yolculuğu idrâk etmiyorlar mı?)” (Yâsîn, 68)
Hayat ırmağı akarken, ömrün hangi mevsimindeyiz, bilemiyoruz.
Lâkin Cenâb-ı Hak, hayatın hangi mevsiminde olursa olsun kulunun, kâinattaki ibret manzaralarını hikmetle okuyabilmesini arzu ediyor. Bu sebeple;
Gençsen vazifen:
* İlkbahar mevsiminde tabiatın nasıl coştuğuna ibretle bakıp, kendi hayatına misal alacaksın…
* Gücünü ve kuvvetini Allah yolunda harcayacaksın…
* Gençliğinin kıymetini bileceksin…
* Bu mevsimi değerlendirmekte idrâkin; ağustos böceği gibi vız vız etmekle değil, bal arıları ve karıncalar gibi gayret etmekle olacak.
Zira gençlik, hayatta bir sefer. Verilen fırsatların tamamı bir kere. Bu bakımdan gençliğini, ashâb-ı kirâmın gençlerini örnek alarak ihyâ etmeye gayret edeceksin. Onlar, gencecik yaşta nefsâniyetin değil, rûhâniyetin hazzı içinde yaşadılar ve Allah Rasûlü’nün etrafında pervane oldular.
Yaşlıysan vazifen:
* Sonbaharın sararan yapraklarından ve kuruyan ağaçlarından ibret alıp, bu manzara içinde kendi hâlini, yani ömrünün serencâmını seyredeceksin.
Çünkü sen hayatının başında, tıpkı ilkbahardaki gibi muazzam bir canlılık, yeşerme ve verimlilik yaşarken, yaşlılık vaktinde de sonbahar gibi bunun tersini yaşamaktasın. Görüyorsun ki artık selviler sana el sallamaya başlamış.
Bu bakımdan kerâhat vakti içinde olduğunu, iş işten geçmeden idrâk etmeli ve âhiret hazırlığını artırmalısın.
* Son nefesine kadar ibadet şuuruyla, yeni nesillere güzel bir örneklik içinde, şefkatli ve merhametli bir insan olmaya gayret etmelisin…
Cenâb-ı Hak bizleri tefekkürsüzlük gafletinden muhâfaza buyursun. Kalbimizi, aklımızı, duygu ve düşüncelerimizi rızâ-yı ilâhîsiyle te’lif eylesin.
Âmîn!..
Dipnot:
[1] Bkz. el-En’âm, 50; el-Bakara, 219, 266; Muhammed, 24; en-Nisâ, 82; Yâsîn, 68…