Yunus Emre (rahmetullâhi aleyh) -3-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2019 – Aralık, Sayı: 406

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Bir hastaya vardın ise, bir içim su verdin ise,
Yarın anda karşı gele, Hak şerâbın içmiş gibi.
Bir miskini gördün ise, bir eskice verdin ise,
Yarın anda sana gele, Hak libâsın biçmiş gibi.

[Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına sık sık sorardı:

“Bugün kim bir cenaze namazına iştirâk etti?

Bugün kim bir yoksulu doyurdu?

Bugün bir hasta ziyaretinde bulunan var mı?”

Sonra da:

“Kim bu sâlih amelleri bir araya getirirse o mutlaka Cennet’e girer.” buyururdu. (Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 12)

Hakk’a kulluk; namaz, oruç gibi şahsî ibadetlere ilâveten; din kardeşlerini düşünebilmek, dertlilerin derdine derman olmak, cömertlik, fedakârlık, Allah yolunda gayret etmek gibi ictimâî kulluk vazifelerini de ihtivâ eder. Zira Cenâb-ı Hak, mü’minleri birbirine zimmetli kılmış, birbirini yıkayan iki el gibi, yekdiğerini koruyup kollamalarını arzu buyurmuştur.

Bir hadîs-i kudsîde buyrulduğu üzere;

“Allah Teâlâ kıyâmet gününde şöyle buyurur:

«–Ey Âdemoğlu! Hastalandım, Ben’i ziyaret etmedin.»

Âdemoğlu:

«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl ziyaret edebilirdim?» der.

Allah Teâlâ:

«–Falan kulum hastalandı, ziyaretine gitmedin. Onu ziyaret etseydin, Ben’i onun yanında bulurdun. Bunu bilmiyor musun?

Ey Âdemoğlu, Ben’i doyurmanı istedim, doyurmadın.» buyurur.

Âdemoğlu:

«–Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sen’i nasıl doyurabilirdim?» der.

Allah Teâlâ:

«–Falan kulum senden yiyecek istedi, vermedin. Eğer ona yiyecek verseydin, verdiğini Ben’im katımda mutlaka bulacaktın. Bunu bilmez misin?

Ey Âdemoğlu! Senden su istedim, vermedin.» buyurur.

Âdemoğlu:

«–Ey Rabbim! Sen Âlemlerin Rabbi iken ben Sana nasıl su verebilirdim?» der.

Allah Teâlâ:

«–Falan kulum senden su istedi, vermedin. Eğer ona istediğini verseydin, verdiğinin sevâbını katımda bulurdun, bunu bilmez misin?» buyurur.” (Müslim, Birr, 43)

Demek ki Yaratan’dan ötürü yaratılana şefkat ve merhamet göstermek, Cenâb-ı Hakk’ın rızâsına vesîle olurken, bunun aksine, muhtaçların feryatlarına bîgâne kalmak da ilâhî gazabı celbeder.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde en çok “Rahmân ve Rahîm” esmâsını bildiriyor. Âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber Efendimiz’in de “raûf ve rahîm” yani çok şefkatli ve merhametli olduğunu haber veriyor.

Dolayısıyla Allâh’a kul, Peygamber Efendimiz’e ümmet olan bir mü’minin de, bu esmâ ve sıfatlardan hisse alarak, bir “rahmet insanı” olması zarûrîdir. Yani elinden-dilinden, hâlinden-kālinden ümmet-i Muhammed’in müstefîd olduğu, deryâ gönüllü bir insan olması îcâb eder. Hattâ gönlünü bütün mahlûkâtın huzur bulduğu bir şefkat ve merhamet dergâhı kılması gerekir.

Zira hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:

“Merhamet edenlere Rahmân olan Allah Teâlâ merhamet buyurur. Siz yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Tirmizî, Birr, 16)

Cenâb-ı Hakk’ın merhametine nâil olmak istiyorsak, O’nun rızâsını tahsil niyetiyle, biz de Allâh’ın bütün mahlûkâtına karşı müşfik ve merhametli olmak durumundayız.

Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını arayan bir mü’min, mâtemlerin civârında dolaşmalıdır. Yani muhtaç, muzdarip, bîçâre, dertli ve kimsesizlerin yanında ve yardımında olmalıdır.

Rivâyete göre Hazret-i Mûsâ -aleyhisselâm-:

“–Yâ Rabbi! Sen’i nerede arayayım?” diye niyazda bulunmuştu.

Allah Teâlâ da ona:

“–Ben’i kalbi kırıkların yanında ara!” buyurdu. (Ebû Nuaym, Hilye, II, 364)

Şeyh Sâdî’nin ifadesiyle; “Hak dostları, daha ziyade, kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.” Yani hâlini arz edemeyen muhtaçları sîmâlarından tanır, kimsesizlerin kimsesi olur, onların sesli ve sessiz feryatlarını işitir ve bir Güneş gibi en kuytu yerleri dahî aydınlatırlar.

Mü’min de toplumda sahipsiz kalmış, ihmâl edilmiş kırık gönülleri aramalıdır. O gönülleri ihyâ edebilmenin vecdiyle kalben seviye kazanmalı, Rabbine yakınlığını artırmalıdır.

Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, kimsenin küçük ve önemsiz görülmesini istemez, zayıflara ve bîçârelere bizzat yakınlık gösterir;

“Siz ancak zayıflarınız sâyesinde yardım görür ve rızıklandırılırsınız.” buyururdu. (Buhârî, Cihâd, 76; Nesâî, Cihâd, 43)

Hattâ Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- fakir muhâcirler hürmetine Allah’tan, müslümanlara yardım ve zafer ihsân etmesini talep ederdi. (Taberânî, Kebîr, I, 292)

Ârifler bilirler ki; insanın bedeni yemekle doyar, rûhu ise yedirmekle…

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ümmetinin açlarını doyurmadan kendi açlığını düşünmezdi. Ümmetinin açlarını doyurmanın huzuru, O’na âdeta kendi açlığını unuttururdu.

Hazret-i Mevlânâ, yeryüzünde üşüyen biri varsa kendini ısınma hakkına sahip görmezdi.

Bunun içindir ki kâmil mü’minler; muhtaç ve muzdaripleri sevindirerek onların kalbî duâlarını alabilme iştiyâkıyla yaşayan “rahmet insanları”dır.

Merhametin en mühim tezâhürü ise infaktır, cömertliktir, fedakârlıktır. Âyet-i kerîmede;

“…Allâh’ın sana ihsân ettiği gibi, sen de ihsân et!..” (el-Kasas, 77) buyruluyor.

Mü’min, kendisi için istediğini, din kardeşi için de istemelidir. Onun mahrûmiyetini telâfi edebilmeyi, uhrevî bir nîmet ve saâdet bilmelidir.

Bu hususta Ebû’l-Leys Semerkandî Hazretleri şöyle buyurmuştur:

“Veren kişi, alana teşekkür edâsı içinde ikrâm etmelidir. Çünkü alanın nasîbi, dünyevî bir ihtiyacının giderilmesi; verenin nasîbi ise ilâhî rızâ ve âhiretteki sonsuz lûtuflardır. Böyle olunca, veren daha kârlı durumdadır. Onun için muhâtabına teşekkür etmelidir.”

Nitekim Allah katında en kıymetli infak da samimiyetle, sevinerek ve teşekkür edâsıyla yapılan, hiçbir fânî karşılık ve minnet beklenilmeyen hâlisâne infaklardır.

Nitekim sahâbe-i kirâm efendilerimiz, infâk ettiklerinde muhâtaplarına diyorlardı ki:

“…Biz sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz. Doğrusu biz, çok çetin ve belâlı bir günde (kıyâmet gününde) Rabbimiz’den (O’nun gazabına uğramaktan) korkarız.” (el-İnsân, 9-10)

Diğer taraftan, infakta bulunabilen bir mü’min, kendisini bu hayra muvaffak kıldığı için de Cenâb-ı Hakk’a şükretmelidir. Zira Cenâb-ı Hakk’ın ihsân ettiği cömertlik ve fedakârlık hissiyâtı ile O’nun rızâsına nâil olmaktadır. Yine mü’min, hakîkatte sadakaları alanın Allah olduğu[1] şuur ve idrâki içinde, büyük bir edep ve hassâsiyetle infakta bulunmalıdır. Elindeki imkânları -içinde en ufak bir rahatsızlık duymadan- bilâkis tarifsiz bir zevk ve sevinç içinde muhtaçlarla paylaşmalıdır. Paylaşabildiğini kâr saymalı, verebildiğini asıl kazanç bilmelidir.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Bir imâret göster bana, son ucu vîrân olmaya,
Kazan ol malı kim senden, ölücek geri kalmaya…

[İnsana geçici bir süreliğine emanet olarak verilen dünya nîmetleri, yine dünyada kalacaktır. İnsan ise dünyada bırakacağı o nîmetlerin helâlinin hesabını verme, haramının da cezâsını çekme mes’ûliyetiyle âhirete irtihâl edecektir.

Dolayısıyla mü’min, dünya nîmetleriyle imtihanında, o fânî nîmetleri ebedî kazanca dönüştürebilme firâsetiyle hareket etmelidir.

Şu hadîs-i şerîf, bu hakîkati ne güzel îzah eder:

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’dan rivâyet edildiğine göre, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âilesi bir koyun kesmişti. Birçok kimseye infakta bulunulduktan sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- koyundan geriye ne kaldığını sordu:

Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-:

“–Sadece bir kürek kemiği kaldı.” cevabını verince, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Desene bir kürek kemiği hâriç, hepsi bizim oldu!” buyurdu. (Tirmizî, Kıyâmet, 33)

Yani gerçek servetimiz, infâk edebildiklerimizdir. Bize gerçek mânâda fayda sağlayacak olan asıl malımız, Allah rızâsı uğruna feda ederek şimdiden âhirete gönderebildiklerimizdir.

İnsanın bu fânî cihanda yerli edâsıyla oturmaması gerektiğini ve dünya nîmetlerinin birer imtihan malzemesi olduğunu, Ziyâ Paşa beyitlerinde ne güzel ifade eder:

Dehrin, ne safâ var acabâ sîm ü zerinde;
İnsan bırakır hepsini hîn-i seferinde!..

“Şu fânî cihânın gümüş, altın ve sâir metâlarında esâsen hiçbir safâ yoktur. Çünkü insan, ebedî âleme yolculuğu esnâsında, yani son nefesinde bunların hepsini geride bırakır, tek başına sefere çıkar!”

Seyretti havâ üzre denir taht-ı Süleyman,
Ol saltanatın yeller eser şimdi yerinde!..

“Hazret-i Süleyman’ın tahtının yükseklerde dolaştığı, onun kimseye nasîb olmamış derecede muhteşem bir saltanat sürdüğü söylenir. Lâkin şimdi o saltanatın da yerinde yeller esmektedir.”

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- fânî dünya nîmetlerine nasıl bakmamız gerektiğini, şu hadîs-i şerîfte ne güzel hulâsa etmiştir:

“Âdemoğlu; «malım, malım» deyip duruyor. Ey Âdemoğlu! Yiyip tükettiğin, giyip eskittiğin veya sadaka olarak verip sevap kazanmak üzere önden gönderdiğinden başka malın mı var!?” (Müslim, Zühd, 3-4)]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Yunus Emre der hoca,
Gerekse var bin hacca.
Hepisinden iyice,
Bir gönüle girmektir!

[Nasıl ki Kâbe, kâinâtın mânevî merkezi mevkiinde ise insan vücudundaki merkez de “nazargâh-ı ilâhî” olan kalptir. Cenâb-ı Hakk’a yakınlaşmanın en kestirme yolu; gönül almaktan, bir kalbe girmekten, bir gönlü gafletten uyandırıp îman nûruyla ihyâ edebilmekten geçer.

Nitekim Molla Câmî -rahmetullâhi aleyh- der ki:

“Gönül al; (çünkü gönül almak) hacc-ı ekberdir.

Bir gönül, binlerce Kâbeʼden daha iyidir.

Kâbe, Âzeroğlu İbrâhim’in yaptığı binâdır.

Gönül ise, Celîl ve Ekber olan Allâh’ın nazargâhıdır.”

Şunu da unutmamak gerekir ki Cenâb-ı Hakk’ın rızâsı bazen büyük, bazen orta, bazen de küçük bir amelde gizlidir. Yeri gelir, çok müşkül durumdaki çâresiz bir garibin yüzünü güldüren küçük bir iyilik, rızâ-yı ilâhîyi celbeder de kula “hacc-ı ekber” sevabı kazandırır. Zira kul, kimin hayır-duâsıyla kurtulur, belli olmaz. Bu sebeple; “Her geceyi Kadir, her geçeni Hızır bil.” denilmiştir.]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Ak sakallı pîr hoca, bilemez hâli nice,
Emek yimesün hacca, bir gönül yıkar ise!
Gönül Çalab’ın tahtı, Çalab gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise!

[İmâm-ı Rabbânî Hazretleri kalbin ehemmiyetini şöyle îzah eder:

“Şunu iyi biliniz ki kalp, Cenâb-ı Hakk’ın komşusudur. O’nun mukaddes Zât’ına kalpten daha yakın bir şey yoktur. O hâlde ister mü’min olsun ister gâfil, kalbe eziyet etmekten sakınınız! Çünkü komşu gâfil de olsa himâye edilir.

Aman bundan (yani kalp kırmaktan) uzak durun! Zira küfürden sonra, kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka bir günah yoktur. Zira kalp, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilen varlıkların en yakınıdır.” (Mektûbât, III, 326, no: 45)

Gönüller Cenâb-ı Hakk’ın nazar kıldığı mübârek bir makamdır. Dolayısıyla gönle diken batıracak hâl ve tavırlar, gazab-ı ilâhîyi celbedeceği için, son derece mahzurludur.

Mevlânâ Hazretleri de bu hususta şu îkazlarda bulunur:

“Eğer sende basîret varsa, gönül Kâbe’sini tavâf et! Topraktan yapılmış sandığın Kâbe’nin asıl mânâsı gönüldür… Şunu iyi bil ki sen, Allâh’ın nazargâhı olan bir gönlü incitip kırarsan, Kâbe’ye yaya olarak da gitsen, kazandığın sevap, gönül kırmanın günahını telâfî edemez.”

“Senin bir saman çöpü kadar değer vermediğin yıkık gönül, Arş’tan da üstündür, Kürsî’den de, Levh’ten de, Kalem’den de!.. Hor bile olsa gönlü hakir tutma! O, horluğuyla yine de üstünler üstünüdür. Yıkık gönül, Allâh’ın nazar ettiği varlıktır. O yıkık gönlü ihyâ eden can, ne mübârektir. Kırılmış, iki yüz parça olmuş gönlü tâmir etmek, Allah katında birçok hayır-hasenâttan daha yeğdir…”

Diğer taraftan, Hak katında kimin ne olduğu da bilinemez. Zira kalplerin pencereleri Allâh’a açıktır. Dolayısıyla hiç kimseyi küçük görmemek ve incitmemek îcâb eder. Hor görülüp incitilen niceleri vardır ki, Allâh’ın sâlih kullarındandır.

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bu hakîkati şöyle ifade buyurmuşlardır:

“Saçı-sakalı birbirine karışmış, eski ve yıpranmış elbiseler içinde, kimsenin îtibâr etmediği niceleri vardır ki, Allâh’a yemin etse, Allah onun yeminini boşa çıkarmaz.” (Tirmizî, Menâkıb, 54/3854)

“Size Cennetlikleri bildireyim mi? Onlar hem zayıf oldukları hem de halk tarafından zayıf görüldükleri için, kimsenin ehemmiyet vermediği, fakat «şöyle olacak» diye yemin etseler, isteklerini Allâh’ın gerçekleştireceği kimselerdir.

Size Cehennemliklerin kimler olduğunu söyleyeyim mi? Katı kalpli, kaba, cimri ve kurularak yürüyen kibirli kimselerdir.” (Buhârî, Eymân 9, Tefsîr 68/1, Edeb 61; Müslim, Cennet, 47)

Dolayısıyla ibâdullâhı istihkār etmekten, yani Allâh’ın kullarını hakir görmekten titizlikle sakınmak gerekir. Başkalarını küçük görmek, aslında kişinin kendini büyük görmesi demektir. Bu ise, nefsi gurur ve kibir batağına düşürür.

İnsanları küçük görmek, sözle olabileceği gibi, hareketlerle, îmâlarla, kaş-göz işaretleriyle de olabilir. Cenâb-ı Hak bu nevî çirkin davranışları da, şu tehditkâr ifadelerle yasaklamıştır:

وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ

“İnsanları arkadan çekiştirmeyi, kaş-göz işaretiyle alay etmeyi âdet edinen herkesin vay hâline!” (el-Hümeze, 1)]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Bir kez gönül yıktın ise, bu kıldığın namaz değil!
Yetmiş iki millet dahî elin yüzün yumaz değil!..

[Gönül yapmak ne kadar ulvî bir fazîletse, gönül yıkmak da o derece ağır bir uhrevî felâkettir. Fakat gönül yıkmayı; sadece bir insanı rencide etmek, kırmak, üzmek olarak telâkkî etmek de eksik olur.

Zira gönüller, îmânın mahallidir. Bir gönlü îmandan, İslâm’dan, Kur’ân’dan ve Sünnet’ten uzaklaştıran her hâl ve davranış; esâsen gönül yıkmaktır. Hâl ve davranışlarıyla gönülleri İslâm’dan soğutan insanlar, gerçek mânâda gönül yıkan bedbaht kimselerdir…

Böyle kimseler, zâhiren ibadet ehli bile olsalar, beşerî münâsebetlerde, muâşerette, ahlâkta ve muâmelâtta yaptıkları yanlışlarla, İslâm’ın insanlık nezdindeki îtibârına halel getirirler. Buna rağmen kendilerini hak yolda görerek, nasihat kabul etmeme şaşkınlığı içinde olurlar. Bu ise kalplerindeki mânevî hastalıkların bir göstergesidir.

Riyânın, gururun, nifâkın karanlık kökü kalptedir. Lâkin onun tezahürleri, kimi zaman îmanda, kimi zaman ibadet hayatında, kimi zaman ahlâkta, kimi zaman muâşerette, kimi zamansa muâmelâtta kendini gösterir.

Dolayısıyla bir insanı, sadece bir husustaki durumuna bakarak değerlendirmek, onu gerçek mânâda tanımak için kâfî değildir. İslâm bir bütündür. Müslüman ise İslâm’ın her husustaki hükümlerine cân u gönülden teslim olup bütün vazifelerini samimiyetle îfâya gayret gösteren kimsedir.

Dolayısıyla insanları değerlendirirken Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın şu nasihatini hatırdan çıkarmamak gerekir:

“Bir kimsenin kıldığı namaza, tuttuğu oruca bakmayınız;

–Konuştuğunda doğru söylüyor mu?

–Kendisine bir şey emânet edildiği zaman, emânete riâyet ediyor mu?

–Dünya ile meşgul olurken, helâl-haram gözetiyor mu? İşte bunlara bakınız.” (Beyhakî, es-Sünenü’l-Kübrâ, VI, 288; Şuab, IV, 230, 326)

Öte yandan, gerçek mânâda ibadet ehli, namazlı-abdestli bir mü’min; hâl ve davranışlarındaki nezâket ve zarâfetle insanlar arasında ayırt edilmelidir. Zira lâyıkıyla kılınan makbul bir namaz, kulu fahşâ ve münkerden, yani dînin ve aklın çirkin gördüğü bütün kötülüklerden alıkoyar.

Tâdil-i erkân ve huşû üzere kılınan bir namaz, kişiyi ahlâken olgunlaştırarak davranışlarına da nezâket, zarâfet, incelik, hilm, şefkat, rikkat ve hassâsiyet olarak akseder. Yani kâmil mânâda namaz kılan bir mü’minde; kaba-saba, nezâketsiz, nâdan ve kırıcı davranışlar görülmez. Şayet görülüyorsa, o kimse aldığı abdestini ve kıldığı namazını gözden geçirmeli, nerede hatâ ettiğine dikkat etmelidir. Gözleriyle hangi vitrinleri seyrettiği, hangi seslere kulak verdiği, ağzından ne gibi kelâmlar çıktığı hususunda, hatâ ve kusurlarını telâfîye yönelmelidir.]

Cenâb-ı Hak, sevdiği kullarının ilminden, irfânından, güzel hâl ve davranışlarından gönüllerimize hisseler ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnot:

[1] Bkz. et-Tevbe, 104.