Genç Dergisi, Yıl: 2019 Ay: Aralık Sayı: 159
Önceki Sayıdan Devam…
“Rahmet insanı”, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinden aldığı hisseyi her şeye yansıtabilen insandır. Mü’mindeki bu rahmet tezâhürlerinin başlıcaları:
1. RAHMETİN TEFEKKÜR DÜNYASINA YANSIMASI
Rahmet insanı, kendisini nefsânî manzaralar seyretmekten koruyarak kalbî hayatını inkişâf ettirir. Dâimâ rûhânî manzaralar seyreder.
Tabi bunun için de kalbî hayatın tekâmülü zarûrî… Ham bir kalp, ilâhî vitrinleri seyredemez.
İnsan vücudunda tefekkürün merkezi olan akıl ve kalp, ikisi de birer havuz gibidir. Merhum Necip Fâzıl’ın tâbiriyle, bu havuzu dolduran oluklar çifttir; birinden nûr akar, birinden kir…
Yani bu oluklardan sürekli nefsânî iştihâlar, ihtiraslar ve gafletler gelirse, iç âlemimiz bir mezbeleye döner. Lâkin bu oluklar feyiz ve rûhâniyet pınarlarına mecrâ olursa, kalpler bir hikmet deryasına döner. İşte evliyâullâhın durumu da böyledir.
Bunun için Cenâb-ı Hak, bizden rûhânî tefekkür istemektedir. Aksi hâlde tefekkür istîdâdı, nefsânî arzuların anaforunda helâk edilmiş olur. Çünkü hak ile meşgul olmayan bir kalbi, bâtıl işgal eder. Bugün de bundan çok muzdaribiz. Bugün televizyonun bazı yanlış programları, reklâmların verdiği nefsânî iştihâlar, internetin çıkmaz sokakları, nefsi alıp götürüyor maalesef…
Tekâmül etmiş bir kalp için kâinattaki her şey, ibret ve hikmet nazarıyla seyredilen ilâhî bir vitrindir. Kalp, her vitrinden muhakkak bir tesir alır. Şu çiçekler bir vitrindir. Ona bir kalp gözüyle baktığımız zaman düşünmeliyiz ki;
“Bize bir buket verene teşekkür ediyoruz. Peki bu buketlerin asıl sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a ne kadar teşekkür edeceğiz?.. İlkbaharda ayrı, yazın ayrı, sonbaharda ayrı, kışın ayrı… Her mevsim ayrı ayrı ihsan hâlinde…”
Velhâsıl kalbin Rahmânî vitrinleri mi, şeytânî vitrinleri mi seyrettiğine dikkat edilmelidir. Zira parmak izi nasıl ki maddî bir kimlik ise, insanın seyredip tefekkürüne mâl ettiği vitrinler de, kişinin mânevî kimliğini meydana getirir.
Öte yandan, rûhânî tefekkür kâbiliyeti, insanı diğer mahlûkattan ayırıp farklı ve üstün kılan bir husûsiyettir. Mevlânâ Hazretleri diyor ki:
“Ey kardeş! Bedenin et ve kemik olarak (yani maddî bakımdan) hayvanlarla aynı. Sen, asıl tefekkür ile hayat bulmalısın. Tefekkürün gül ise, sen bir gül bahçesindesin. Eğer diken gibi düşünüyorsan (yani nefsânî arzularına mağlup isen) ateşte yanacak bir kütüksün!”
Bu itibarla rahmet insanı, tefekkürünü dâimâ Rahmânî vitrinlere bakarak besler. Nefsânî ve şeytânî vitrinlerden kendini korur. Bilhassa kâinat kitabında sergilenen ilâhî rahmet tecellîlerinin, ilâhî kudret akışlarının ve ilâhî nakışların tefekküründe derinleşir.
Zira beşer idrâk ve zevkinin ötesinde, âdeta bir gelin odası hassâsiyet ve îtinâsı ile döşenen bu kâinat; zerrelerin, tanelerin, hücrelerin, bitkilerin, hayvanların, insanların ve maddenin, hattâ atom içindeki elektron ve proton gibi esrarlı unsurlara kadar bütün eşyânın karakterlerine göre sır ve hikmet dolu kanunlara tâbî kılınmıştır. Bu da bizlere muhteşem bir tefekkür ufku açmaktadır.
Velhâsıl, Allah tefekkürümüzü dâimâ ilâhî vitrinlere sevk ettirsin -inşâallah-.
Kâinâta baktığımız zaman; bir mekteb-i âlemin içindeyiz. Esere bakacağız, Müessir’i tefekkür edeceğiz. Zira eser, Müessir’in şâhididir. Sanat, Sanatkâr’ın kudretini gösterir. Mü’min, kâinatta mükemmel bir ölçü ve âhenkle işleyen ilâhî sanatın tefekküründe derinleşecek. Bu kalbî derinlik ile;
“Aman yâ Rabbi! Sen’i her türlü eksiklik ve noksanlıktan tenzih ederim.” diyecek. Bunu kalben diyecek. Cenâb-ı Hakk’a karşı dâimâ hamd, şükür ve zikir hâlinde bulunacak.
2. RAHMETİN GÖNLE/KALBE YANSIMASI
Mü’min; Hâlık’ın rahmet nazarıyla bütün mahlûkâta bakış tarzı kazanacak.
Muhyiddîn ibn-i Arabî Hazretleri:
“Allâh’ın kullarına, şefkat ve merhametle muâmele et. Merhamet ve şefkatini bütün canlılara ve mahlûkâta bolca yay ve sakın ola ki; «Bu ottur, cansızdır, faydası yoktur.» deme! Bilâkis, senin idrâkinin ötesinde, onların pek çok faydası ve hayrı vardır. Yaratılmışı, bulunduğu hâl üzere bırak ve ona Yaratıcı’nın merhametiyle merhamet et!” buyuruyor.
Bir bedevî, hayvanlarına yedirmek için elindeki sopayla bir ağacın dallarına vurarak yapraklarını dökmeye çalışıyordu.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–O bedevîyi bana getirin, ancak yumuşak davranın, onu korkutmayın!» buyurdu.
Bedevî yanına geldiğinde:
«–Ey bedevî! Yumuşak bir şekilde ve tatlılıkla sallayarak yaprakları dök, vurup kırarak değil!» buyurdular. (Bkz. İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VI, 351)
Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri, zikreden, yaş bir dalı koparamadı. Çünkü o dalın hâl lisânından anlıyordu.
Yine mü’min; yumuşak ve yufka gönüllü olacak. İncitmeyecek, incinmeyecek, affedecek. Aslâ kalp kırmayacak ve kimseden kırılmayacak.
Yunus Emre ne güzel ifade ediyor:
Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı,
İki cihan bedbahtı,
Kim gönül yıkar ise!
İmâm-ı Rabbânî Hazretleri de diyor ki:
“Gönül/kalp, Allâh’ın komşusudur. (Kalp, nazargâh-ı ilâhîdir.) O’nun mukaddes Zâtʼına kalpten daha yakın bir şey yoktur. O hâlde ister mü’min olsun ister âsî, kalbe eziyet etmekten sakınınız! Çünkü komşu âsî de olsa himâye edilir. Aman bundan uzak durun! Zira küfürden sonra, kalbe eziyet etmek kadar Allah Teâlâ’nın incinmesine sebep olan başka bir günah yoktur. Zira kalp, Cenâb-ı Hakk’a yaklaşabilen varlıkların en yakınıdır.”[1]
Cenâb-ı Hakk’ın tecellîsi kalbedir. Kelime-i tevhîd de, “Lâ ilâhe” ile başlıyor. Önce yanlışlıklar çıkacak kalpten. Kalp, dünyevî arzuların putperesti olmayacak. Sonra da “İllâllah” ile, kalp Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatlarının mazharı olacak.
Rahmet insanı, yalnız kendini düşünen (hodgâm) insan olmayacak. Kardeşi için kendisinden ferâgat eden, îsar sahibi olacak.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- kölesiyle Şam’a girerken:
“−Sıra sana geldi, haydi deveme sen bin!” demişti. Kölesi ise:
“−Yâ halife! Beni halife zannederler.” diyerek itiraz eti. Demek ki giysileri de aynı. Hazret-i Ömer ise “sıra sana geldi” diyerek köleyi deveye bindirdi, kendisi yaya olarak Şam’a girdi.
Bu davranışıyla Hazret-i Ömer âdeta;
“Allah indinde seninle benim aramda bir fark yok.” demiş oluyordu. Yegâne fark:
اِنَّ اَكْرَمَكُمْ عِنْدَ اللّٰهِ اَتْقٰيكُمْ
“…Muhakkak ki Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır…” (el-Hucurât, 13)
Mü’minin rûhu merhametle yoğrulacak. Rûhundan rahmet taşıracak. Merhametten nasipsiz bir insana dahî merhametle muâmele edecek, onun ebedî âkıbetini düşünerek ona acıyacak. Mücrime bile, yaralı bir kuş gibi muâmele edecek. Günaha olan nefreti, günahkâra yansıtmayacak.
Yani kalp, bir dergâh hâline gelecek. Ebû Saîd-i Ebu’l-Hayr’a ait olmasına rağmen, muhtemelen fikirlerine uygunluğu sebebiyle Hazret-i Mevlânâ’ya izâfe edilen bir rubâîde şöyle deniliyor:
بَازآ بَازآ هَرْ آنْچِه هَسْتِی بَازآ
گَرْ کَافِرُ و گَبْرُ و بُتْ پَرَسْتِی بَازآ
اِینْ دَرْگَهِ مَا دَرْگَهِ نَوْمِیدِی نِیسْتْ
صَدْ بَارْ اَگَرْ تَوْبَه شِکَسْتِی بَازآ
“Gel! Gel! Ne olursan ol, yine gel!
Kâfir, mecûsî veya putperest olsan da gel!
Bizim dergâhımız (olan İslâm) ümitsizlik dergâhı değildir.
Yüz kere tevbeni bozsan, yine de gel!”
Yani kalp, bir tâmirhâne olacak. Hazret; “dön” diyor, “geri dön, gel” diyor. Kimi çağırıyor? Mücrimleri çağırıyor, kâfirleri çağırıyor. “Burada îman neşvesini gör.” diyor. “Burada Hakk’ın tecellîlerini gör, ilâhî rahmeti gör.” diyor. “Tevbeni yüz kere bozmuş olsan yine de gel!” diyor.
Velhâsıl bu neyi gösteriyor? Mü’minin kalbi, bir dergâh olacak. O kalpte bir mahşer kaynayacak. Bütün insanların ve hayvanâtın derdi o gönülde olacak. İşte rahmet insanının fârikası…
Önümüzdeki Sayı Devam Edecek…
Dipnot:
[1] İmâm-ı Rabbânî, Mektûbât, III, 326, no: 45.