Beraat Kandili Sohbeti (07 Nisan 2020)

DİNLE

DİĞER İZLEME ADRESİ

İNDİR


VİDEO İNDİR SES İNDİR

Video ve sesleri İNDİR linkine sağ tıklayıp Hedefi (Bağlantıyı) Farklı Kaydet diyerek indirebilirsiniz.

7 Nisan 2020 Sohbeti 

Muhterem kardeşlerimiz!

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in azîz, latîf, pâk rûh-i şerîflerine, ehl-i beytin, ashâb-ı kirâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, şehidlerimizin ve bütün geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine;

Hicrî 1441 Beraat Kandilimiz’in, dînimiz, vatanımız, bütün Ümmet-i Muhammed için hayır ve bereket olması;

Cenâb-ı Hak ümmet-i Muhammed üzerinden, hâssaten Mehmetçiklerimiz üzerinden, belâdan ve musibetlerden muhafazası;

Aynı zamanda hayırların celbi, şerlerin def’i, hâssaten milletimizin ve ümmet-i Muhammed’in sıhhat ve selâmeti niyâzıyla, bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…

Rabbimiz, âyet-i kerîmede ümmet-i Muhammed’in fârik vasfını bildirmektedir:

“Siz, insanların (iyiliği) için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz. İyiliği emreder ve kötülükten nehyedersiniz…” (Âl-i İmrân, 110)

Cenâb-ı Hak bizleri, üç büyük nîmet ile kulluğuna dâvet ediyor:

Birincisi; Rasûlullah Efendimiz:

124 bin küsur peygamberin en zirvesi. İnsanlıktaki âbide. Hidâyet rehberi, Üsve-i Hasene, örnek karakter, örnek bir şahsiyet bütün insanlığa. Ve bizi Cenâb-ı Hak meccânen, en büyük Peygamber’e ümmet kıldı. Ve Cenâb-ı Hak aynı zamanda Efendimiz’i “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” bütün âlemlere rahmet olarak gönderdiğini müjdeliyor.

Bir mü’minin vazifesi de, Efendimiz’in üsve-i hasene, yani örnek karakter ve şahsiyetinden hisse alacak, bir “rahmet insanı” olabilecek. Yüreğinden rahmet taşıran bir mü’min olacak.

Bu ise ancak, bu kıvama erebilmek için;

Birinci şart; Efendimiz’i kalpte tanıyabilmek, yani hâlimizi, davranışlarımızı, ibadet, muâmelât, muâşeretlerimizi, O’nun hâliyle bir mîzân edebilmek. Aramızda ne kadar mesafe var, biz ne kadar yakınız?

O’nun gönül dokusundan hisse alabilmek; O’nun ibadet, muâmelât, ahlâkından kalben nasîb alabilmekle mümkündür.

Cenâb-ı Hakk’ın bizlere lûtfettiği ikinci büyük nîmet; Kur’ân-ı Kerîm:

Kur’ân-ı Kerîm insanlığa son çağrı.

Cenâb-ı Hak:

“اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ” buyuruyor.

“Rahmân Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı.” (er-Rahmân, 1-3)

Kur’ân-ı Kerîm ile istikâmetlenecek. Ona;

“عَلَّمَهُ الْبَيَانَ”

(“Ona beyânı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4])

Hikmetler, sırlar, insana Cenâb-ı Hak lûtfedecek.

Kur’ân-ı Kerîm, Hâlık’ın kuluna gönderdiği ilâhî bir mektup. Bütün insanlığın ders kitabı. İki cihan saâdetinin reçetesi. Ebedî bir huzur kılavuzu…

Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Kerîm’i Rasûlullah Efendimiz’in kalbine indiriyor. (Bkz. eş-Şuarâ, 193-195) O’nun kalbinden bütün cihana tevzî edilmiş oluyor.

Cenâb-ı Hakk’ın üçüncü büyük nîmeti; Kâinat:

Yani Mekteb-i Âlem. İnsanların ve cinlerin mektebi. Kâinat, muhteşem ve hârika bir dershâne. İlâhî bir laboratuvar. Mikrodan makroya kadar, zerreden küreye kadar ilâhî sır ve hikmetler vitrini. Kâinat, sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir kâinat…

Kâinat, ilâhî kevnî âyetlerdir. Yani Cenâb-ı Hakk’ın azamet-i ilâhiyyesini, kudret akışlarını, ilâhî nakışları bildiren muhteşem bir ilâhî manzara kâinat. Kur’ân-ı Kerîm ise kavlî âyetler… Kur’ân ve kâinat, iki muhteşem kitap. Bu iki kitabın âyetleri birbirini tefsir edecek mâhiyette.

Bir mü’min Kur’ân’ın kavlî âyetlerini, kâinat kitabının da kevnî âyetlerini, ancak kalbinin seviyesi nisbetinde idrâk eder, okur.

Bir misal verirsek:

Sahilde bulunan bir kimse, denizin sathını görür. Ufka kadar görür, o kadar. Fakat güçlü bir dalgıç, her indiği merhalede ayrı ayrı manzaralar seyreder.

İşte kevnî âyetler, kavlî âyetler, kulu büyük bir irşad mâhiyetinde.

Şeyh Sâdî ne güzel buyurur:

“İdrâk sahipleri için ağaçlardaki her bir yaprak, mârifetullâh (yani Cenâb-ı Hakk’ı kalpte tanıyabilmek) hususunda mufassal bir kitaptır, bir yaprak. Gâfiller için ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”

Meselâ bugün dünyayı büyük endişelere götüren virüs hâdisesi… Burada sebep gözüküyor. Bütün dünya, o küresel güçleri allak bullak eden bir virüs, yok kadar bir varlık. Burada sebep gözüküyor, Müsebbib’in farkında değil. Yani nasıl Müsebbib’e ilticâ edilecek, nasıl yalvarılacak, nasıl istiğfâr edilecek?.. Maalesef!..

İşte bir Hak dostu buyuruyor:

“Bu cihan âkıller için seyr-i bedâyî; ilâhî azameti, ilâhî kudret akışlarını idrâk edebilmek; ahmaklar içinse yemek ile şehvet…”

Nasıl ölümden bir kaçış furyası var?.. Tabi, ölümü halkeden kim? Hayatı halkeden kim? Yolculuk nereye? Maalesef, sebep gözüküyor, Müsebbib gözükmüyor.

Velhâsıl Cenâb-ı Hak Peygamber Efendimiz’le, Kur’ân-ı Kerîm ile, Kâinat kitabı ile bizleri ebedî kurtuluşa, insanoğlunu davet ediyor.

Bu büyük ihsan ve ikramlarına mukâbil, bizden de bunu idrâk edebilmek için takvâ üzere bir kulluk hayatı isteniyor.

Âyet-i kerîmede buyruluyor:

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde (O’nun azametine yakışır şekilde) takvâ sahibi olun « وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ» ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102) buyruluyor.

Cenâb-ı Hak muhtelif âyetlerde, bize lûtfunu bildiriyor. Nahl Sûresi’nde:

“…Allâhʼın nîmetini saymaya kalkarsanız, onu sayamazsınız…” (en-Nahl, 18) buyuruyor.

Nîmetleri saymamız mümkün değil. Maddî ve mânevî nîmetleri ancak kalp okuyabilir. O da kalbin sanatıdır. Üzerimizdeki nîmetler, dışımızdaki nîmetler, maddî nîmetler, mânevî nîmetler…

Yine Cenâb-ı Hak:

“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olarak) sizlere âmâde kıldı. Düşünen bir toplum için.” (el-Câsiye, 13)

Kâinâtı, o kevnî âyetleri seyrettiğimiz zaman; Güneş, Ay vs. toprak, atmosfer vs. hepsi ayrı ayrı bu kâinat kitabının sayfaları. Bunu ancak kalp okuyabilir.

Yine Cenâb-ı Hak verdiği nîmetlerin mukâbilinde:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzûrumuza geri döndürülmeyeceğinizi mi zannediyorsunuz?” (el-Müʼminûn, 115)

Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor Kıyâme Sûresi’nde:

“İnsan, kendinin başıboş bırakılacağını mı zannediyor.” (el-Kıyâme, 36)

Dünyada başıboş, serbest. Fakat öbür tarafta zerre hayrın mukâbili, zerre şerrin de karşılığı görülecek.

Yine Cenâb-ı Hak:

“İnsan, kendinin başıboş bırakılacağını mı zannediyor?” (el-Kıyâme, 36) buyuruyor.

Yine dünyaya gelişi, Duhan Sûresi’nde:

“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, bir eğlence olsun diye yaratmadık.” (ed-Duhân, 38) buyuruyor.

Bu dünya, ilâhî bir imtihan dershânesi…

Lûtuf olarak, ihsân-ı ilâhî olarak, Cenâb-ı Hak bazı günlerde, bazı gecelerde, bazı aylarda muhtelif lûtuflar ihsan ediyor. İçinde bulunduğumuz Şâbân-ı Şerîf, bu müstesnâ aylardan biridir.

Şâbân-ı Şerîf’in 14. gününü 15. gününe bağlayan gecesi Berâat Gecesi… Yani Cenâb-ı Hakk’ın müstesnâ gecelerinden biridir. Bu Berâat Kandili sâlih mü’minler tarafından büyük bir îman vecdi içinde dâimâ ihyâ edilegelmektedir.

Fazîletine binâen bu geceye;

Leyle-i Mübâreke (Yani Cenâb-ı Hakk’ın af, mağfiret ve rahmetinin bol bol tecellî ettiği bereketli bir gece)

Yine diğer bir ifâdeyle;

Leyle-i Berâe (Yani kurtuluş berâtını, kurtuluş belgesini alma gecesi)

Yine;

Leyle-i Sakk (Vesîka gecesi)

Leyle-i Rahmet denilmiştir.

Cenâb-ı Hak, mü’minin temizlenmesi, felâha ermesi için feyizli bir gece lûtfetti. Bu gece rahmet gecesi, bu gece af gecesi…

Tebrie ve Teberrâ, Berâat kelimeleri aynı kökten gelmektedir. Yani tebrie olacak, teberrâ olacak, bu iki vasıfla kul beraat edecek.

İlâhî huzurda beraat edebilmek için:

Teberrî, yani Cenâb-ı Hak’tan uzaklaştıracak her şeyin kalpten silinmesi. Yani kelime-i tevhîd; “لَا اِلٰهَ” ile başlıyor. Mâsivâ, Allah’tan uzaklaştıran, insanı gaflete götürecek her şeyin kalpten kazınması…

Yani bunlar nedir? Şirk, küfür, nifak, gurur, kibir, enâniyet, dedikodu, yalan, israf, pintilik, iffetsizlik hâssaten ve emsallerinden kalbin selâmet bulabilmesi…

Yani bunlardan kalp temizlenecek, cemâlî sıfatlar, yani;

Tebrie, Cenâb-ı Hak ile beraberliğin neticesinde temizlenecek. “اِلَّا اللّٰه” Cenâb-ı Hak’la beraber olacak. Îman, ihlâs, takvâ, merhamet, şefkat, hizmet, nezâket, tevâzu, sabır, edep, hayâ ve emsalleri ile kalbin müzeyyen bir hâle gelebilmesi…

Yani kalp, nefsânî hayattan uzaklaşacak ve rûhâniyet kalpte inkişâf edecek, cemâlî sıfatların tecellîgâhı hâline gelecek…

Mevlânâ’nın güzel bir ifadesi var, bu vasfa, bu beraate gelebilmek için. Buyuruyor ki:

“Kâbe’ye gidenler diyor, Kâbe’nin Rabbiyle buluşmaya baksınlar diyor. Eğer diyor, Kâbe’nin Rabbiyle buluşabilirlerse her yerde Kâbe’yi bulabilirler.”

Yani nefsânî arzuları bertaraf edip cemâlî sıfatlar o kalpte tecellî ederse her yerde Kâbe’yi bulabilirler.

Cenâb-ı Hak fücurdan temizlenerek takvâda mesâfe almamızı arzu ediyor:

فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰيهَا ﴿8﴾ قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا ﴿9﴾

(“Sonra da ona (o kişiye) günahını ve takvâsını (neyin isyan, neyin itaat olduğunu bildirerek) ilhâm edene (yemin olsun ki) onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur!” [eş-Şems, 8-9])

Kalp fücurdan uzaklaşacak, takvâya merhaleler kazanacak.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰيهَا

(“Onu (o nefsini, günahlardan) temizleyen muhakkak kurtulmuştur!” [eş-Şems, 9])

Muhakkak o kalp temizlenmiş olacak. Huzûr-i ilâhîye o tertemiz kalple gidecek.

Tefsirlerde bildirildiğine göre, bu gece:

–Doğacak ve ölecekler yazılır,

–Rızıklar indirilir.

Yine bir hadîs-i şerîfte buyrulduğuna göre, bu gece:

–Ameller ilâhî huzûra yükseltilir. (Nesâî, Sıyâm, 70/2355; Ahmed, V, 201)

Yine buyruluyor:

Kulların amelleri;

–Günlük muhâsebe için sabah ve akşam Allâh’a yükseltilir,

–Haftalık muhâsebe için pazartesi ve perşembe günleri arz olunur.

–Senelik muhâsebe için Şâbân Ayı’nda ilâhî huzura takdim edilir.

Tabi burada zerreler kaybolmayacak, hayırda ve şerde… Her hâlimiz, Kirâmen Kâtibîn tarafından kayda alınıyor ve bu ilâhî dosyalara her an tevzî hâlinde. Kişi, müsbet veya menfî ne yaptığını, nasıl amellerde bulunduğunu, âhireti için ne biriktirdiğini görecek:

“اِقْرَاْ كِتَابَكَ كَفٰى بِنَفْسِكَ الْيَوْمَ عَلَيْكَ حَسِيبًا” buyruluyor.

Ekranlar inecek;

“Kitabını oku! Bugün hesap sorucu olarak kendi nef­sin yeter.” (el-İsrâ, 14) denilecek.

Yine buyruluyor Kıyâme Sûresi’nde:

“O gün insana, ileri götürdüğü ve geri bıraktığı ne varsa bildirilir.” (el-Kıyâme, 13)

“Artık insan, kendi kendinin şahididir.” (el-Kıyâme, 14)

Gözler şâhit, kulaklar şâhit, deriler şâhit, mekânlar şahit olacak. Bu dünyada yalnız dilimiz konuşuyor, ilâhî huzurda diğer uzuvlarımız da dile gelerek şâhitlik edecek.

Âyet-i kerîmede buyruluyor, Fussilet 20. âyet:

“Nihayet oraya geldikleri zaman kulakları, gözleri ve deri­leri, işledikleri şeye karşı onların aleyhine şahitlik edecektir.”

“O gün onların ağızlarını mühürleriz; yaptıklarını bize elle­ri anlatır, ayakları da şahitlik eder.” (Yâsîn, 65)

Muhterem Kardeşlerimiz!

Kur’ân’ın nüzûlü ile ilgili iki mübârek gece vardır:

Biri, bu gece yaşadığımız Berâat Gecesi:

Bu, ilm-i ilâhîden topluca zâhir olup meleklere yazdırıldığı gecedir. Yani icmâlî olarak Kur’ân-ı Kerîm’in Dünya semâsına indiği gece.

İkinci; Kadir Gecesi’dir:

Fiilen indirilmeye başlandığı gecedir. Bu gece:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1) İlk emir.

اَلْيَوْمَ اَكْمَلْتُ

(“…Bugün size dîninizi tamamladım…” [el-Mâide, 3]) âyetiyle, 23 senede, Kur’ân, âyet âyet, nâzil olacak.

Bu şekilde bir İslâm medeniyeti meydana gelmiş oluyor. Sâlih insanlar, sâdık insanlar, kemâle ermiş insanlar, bu İslâm medeniyeti ile meydana geldi.

İşte ashâb-ı kirâm devri. Cenâb-ı Hak bizlerin de onlar gibi olmamızı arzu ediyor. Onlar nasıl İslâm’ı hazmettiler, yaşadılar, yaşattılar, fedakârlıkta bulundular, her türlü cefaya katlandılar, daimâ âhireti unutmadılar, Allah rızâsı üzerinde büyük gayretler gösterdiler. Cenâb-ı Hak o Muhâcirler, Ensâr, onlar gibi bizlerin de onlara tâbî olan ihsan sahipleri olmamızı Rabbimiz arzu ediyor. (Bkz. et-Tevbe, 100)

İcmâlen nüzûlü “Berâat Gecesi”nde. Yani;

“Hâ. Mîm. Apaçık olan Kitâb’a andolsun ki, Biz onu (o Kur’ân’ı) mübârek bir gecede indirdik. Kuşkusuz Biz uyarıcıyız (irşâd ediciyiz, buyurmaktadır. Yine âyetin devamında:) Katımızdan bir emirle her hikmetli işe o gecede hükmedilir. Çünkü Biz, Rabbinin bir rahmeti olarak peygamberler göndermekteyiz. O işitendir, bilendir.” (ed-Duhân, 1-6) buyruluyor.

Tafsîlen nüzûlü de “Kadir Gecesi”ndedir.

Kur’ân-ı Kerîm ölçüleri içinde yaşayabilmek, İslâm kültürünü hazmedebilmek, kalbî merhalelerde netice alabilme nisbetindedir. Cenâb-ı Hakk’a, sâlih ve sâdık bir kul olabilmek… Rasûlullah Efendimiz de inen her âyeti bizzat yaşayıp yaşatmak sûretiyle ashâbına tebliğ etmiştir. Yani demek ki her inen âyeti yaşamamız ve hâlimizle kavlimizle tebliğ etmemiz zarûrî olmuş oluyor.

Şâbân-ı Şerîf, Ramazân-ı Şerîfʼe bir hazırlık ayıdır. Ayların sultanı olan Ramazân-ı Şerîf ise, ilâhî rahmet ve mağfiretin âdeta tuğyân ettiği mübarek bir aydır.

Biz de Ramazân-ı Şerîfʼi yüksek bir şuur ve idrâk ile ihyâ edelim ki, Cenâb-ı Hakkʼın lûtfuyla ebedî bir bayram huzuruna ulaşabilelim -inşâallah-.

Rasûlullah Efendimiz, üç ayların başlangıcı Receb-i Şerîf ile, sonu Ramazân-ı Şerîf ayları arasında kalan Şâbân-ı Şerîfʼi ihmal etmekten sakınmamızı arzu etmektedir.

Üsâme bin Zeyd buyuruyor:

Bir gün:

“‒Yâ Rasûlâllah! Hiçbir ayda, Şâban ayındaki kadar oruç tuttuğunuzu görmüyorum.” dedim. Ona Efendimiz şöyle buyurdu:

“‒O ay, Receb ile Ramazan arasında insanların kendisinden gâfil kaldığı bir aydır. (Yani insan heyecanla üç aya giriyor, Receb ayına, fakat zaman içinde tabiî hâle geliyor. Yine Efendimiz buyuruyor:)

O, kendisinde amellerin Âlemlerin Rabbi’ne yükseltildiği bir aydır. Ben de amellerimin oruçlu iken yükseltilmesini arzu ediyorum.” (Nesâî, Sıyâm, 70/2355)

Bizler de -inşâallah- üç aylar heyecanını devam ettirelim, Ramazân-ı Şerîf’in feyzinden lâyıkıyla müstefîd olalım.

Hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır, genel olarak:

“Şâban’ın yarısı gecesinde namaz kılınız…” (İbn-i Mâce, İkāmetü’s-Salât, 191)

Yani bu gece namazı huşû ile kılmaya gayret edelim ki namazımız Cenâb-ı Hakk’a yaklaştırsın, bir mîrâc olsun. Zira Cenâb-ı Hak:

“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor.

Yine Efendimiz’in yanında olan ashâb-ı kirâmı veya ümmeti tarif ederken Cenâb-ı Hak:

“…Sen onları rükû ederken, secde ederken görürsün…” (el-Fetih, 29) buyuruyor. Cenâb-ı Hak öyle bir namazdan hisseler nasîb eylesin -inşâallah-.

“…Gündüzünde de oruç tutunuz…” buyruluyor. (İbn-i Mâce, İkāmetü’s-Salât, 191)

Oruç da göze, kulağa, bilhassa dile tutturabilmekle orucun faziletini korumak gerekir. Zira oruçtan maksat:

“لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” (el-Bakara, 183)

Yine hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“…Allah Teâlâ, Güneş’in batmasıyla beraber Dünya semâsına rahmet nûruyla tecellî buyurur;

«–Yok mu Ben’den af dileyen, onun günahlarını bağışlayayım?

Yok mu Ben’den rızık isteyen, onu rızıklandırayım?

Yok mu bir musîbetzede, duâ etsin de ona âfiyet vereyim?

Şöyle olan yok mu, böyle olan yok mu?..» diyerek kullarına tan yeri ağarıncaya kadar hitapta bulunur.” (İbn-i Mâce, İkāmetü’s-Salât, 191)

Tabi bunun, bizden olan cevabı; gözyaşı olacak, duâlar olacak, istiğfâr olacak, velhâsıl ihlâs olacak, amel-i sâlihler olacak. Cenâb-ı Hakk’ın bu lûtfuna karşı bu şekilde bir yaklaşabilmek…

Beraat Gecesi’nde, ilâhî af berâtına nâil olabilmek için bilhassa duâ, tevbe ve istiğfâra samimiyetle güç gerekir.

Duâ ve istiğfar, evvelâ nasuh bir tevbe ile olacak. Yani samimî olacak, hâlisâne olacak, gözler dolacak ve bu, kalpten olacak…

Beşeriyet îcâbı, farkında olduğumuz veya olmadığımız nice hata, kusur ve günahlarımız vardır. Hiçbir günahı olmayanın dahî istiğfâr etmesi gerekir. Nitekim “ismet” sıfatıyla müzeyyen olan Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, günah işleme durumu da olmadığı hâlde, buyuruyor Efendimiz;

“Bazen kalbimin perdelendiği olur. Ama ben Allâh’a günde yüz defa istiğfâr ederim.” buyuruyor. (Müslim, Zikir, 41; Ebû Dâvûd, Vitir, 26)

Yine diğer bir hadîs-i şerîfte:

“Vallâhi ben günde yetmiş defadan fazla Allah’tan beni bağışlamasını diler ve tevbe ederim.” buyuruyor. (Buhârî, Deavât, 3; Tirmizî, Tefsîr, 47; İbn-i Mâce, Edeb, 57)

Yani insan o günahlarıyla beraber, Allâh’ın verdiği nîmetleri idrâk edememek, tabi gafletinden dolayı, daima diliyle, kalbiyle bir istiğfar hâlinde olması zarûrî.

Yine bir müjdeli bir hadîs-i şerîf:

“Bir kimse istiğfârı dilinden düşürmezse, (yani daima estağfirullâh el-azîm, estağfirullâh el-azîm…) Allah Teâlâ ona her türlü darlıktan bir çıkış, her üzüntüden bir kurtuluş yolu gösterir, ona ummadığı yerlerden rızık verir.” (Ebû Dâvûd, Vitir, 26/1518; İbn-i Mâce, Edeb, 57)

Yani burada Cenâb-ı Hak buyuruyor:

Râdıye: Kul, Allah’tan râzı olacak, devamlı Allâh’a ilticâ edecek.

Merdıyye: Allah da o kuldan râzı olacak. (Bkz. el-Fecr, 28)

Yine Cenâb-ı Hak iki kurtuluş bildiriyor. Enfâl Sûresi 33. âyet, iki fasıl. Birinci fasıl:

“Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umûmî bir) azap indirmeyecektir…” (el-Enfâl, 33)

Yani Mekke’de türlü türlü hakaret, türlü zulüm işledikleri hâlde, müşriklere azap inmedi. Çünkü içlerinde Rasûlullah Efendimiz vardı.

İşârî olarak buyrulmaktadır:

Kimin kalbinde Rasûlullah Efendimiz olursa, daima amellerini, hâlini O’nunla mîzân ederse, O’na yaklaşma gayreti içinde olursa, O’na da azap intikal etmez.

İkincisi:

“…Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allah onlara azâb etmeyecektir.” (el-Enfâl, 33)

Demek ki bu, seherler çok mühim. Yine Efendimiz buyuruyor:

“…Ben aralarından ayrıldığımda, (yani vefatımda, Allâh’ın azâbını önleyecek ikinci emân olan) istiğfârı kıyâmete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî, Tefsîr, 8/3082)

Demek ki gönül, dil; dâimâ insan aczini hatırlayacak, Allâh’ın nîmetlerini düşünecek ve Cenâb-ı Hakk’a istiğfar hâlinde olacak.

Efendimiz buyuruyor, anlık gafletten;

“Yâ Rabbi! Beni göz açıp kapayıncaya kadar bile «طَرْفَةَ عَيْنٍ» beni nefsime bırakma!..” buyuruyor. (Câmiu’s-Sağîr, I, 58)

Ona göre kendimizin durumunu da hesap etme durumunda olacağız.

Dolayısıyla içinde bulunduğumuz şu günleri, hayırların fethi, şerlerin def’i, ümmet-i Muhammed’in sıhhat ve selâmeti için bilhassa istiğfâr ile ihyâ edelim.

Ayrıca hem bu günlerde hem de Ramazân-ı Şerîf’te Cenâb-ı Hakk’a öyle bir ibadet, tâat, sâlih amellerde bulunalım ki, onlar, dünyada ve ukbâda karşılaşacağımız zorluklara birer vesîle-i necât, yani bir kurtuluş vesîlesi olsun.

Nitekim Kehf Sûresi’nde, ibretli birkaç hâdise naklediliyor. 9. âyette:

(Rasûlüm)! Yoksa Sen, Biz’im âyetlerimizden Ashâb-ı Kehf ve Ashâb-ı Rakîm’in durumlarını şaşırtıcı mı buldun?” (el-Kehf, 9)

Demek ki burada Ashâb-ı Kehf’in durumu. Onları 309 sene Cenâb-ı Hakk’ın, Dakyanus’un şerrinden koruması.

Ashâb-ı Rakîm’in de durumunu bildiriyor. Rasûlullah Efendimiz bir hadîs-i şerîflerinde onların, düştükleri zor durumdan, sâlih amellerini vesîle edinerek kurtulduklarını haber veriyor.

Biz de daima dünyamızda başımıza böyle zor anlar gelebilir. Kabirde olabilir. Bunlar için Ashâb-ı Rakîm’i düşünmemiz lâzım. Demek ki, zorluklardan, meşakkatlerden, belâ ve musîbetlerden kurtuluş için, âdeta fiilî duâlar mevkiinde sâlih amellere gayret etmek zarûrî… İşte Ashâb-ı Rakîm’in kıssası, bu hakikatin en güzel bir misâli…

Seherler ise hâssaten, gözyaşı ve tefekkür ile Cenâb-ı Hakk’a yaklaşma anları…

Mevlânâ buyuruyor:

“Geceleri uyan buyuruyor, geceleri uyan ve Hakk’a yürü! Çünkü gece, senin için sırlar yurduna rehberlik eder. Herkes uyurken ilâhî aşk sırları, mânâ zevkleri gönlüne bereketli bir yağmur gibi yağar. Çünkü geceleyin, seherlerde gönül pencereleri açılır, ötelerden nasipler gelir. Lâkin bu hâller, yabancıların yani gâfillerin gözlerinden gizlenir.”

Ârifler buyururlar ki:

“Üç türlü insanın, Allâh’ı göreceği müjdelenmiştir:

1) Saf ve samimî kalpler. (Yani kalpte dostluğu elde edebilenler. Yani kalbin cemâlî sıfatlarla müzeyyen hâle gelebilmesi. Yani “اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ” (“…Bilesiniz ki, kalpler ancak Allâhʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28]) Kalbin Cenâb-ı Hak’la hep beraberliği. Saf ve samimî kalpler. Birincisi.)

İkincisi: Gecenin karanlığında güneşi bulanlar. (Yani seherlerin feyzinden istifade ederek gecelerini gündüzlerinden daha fazla aydınlık hâle getirenler. Çünkü geceler;

“وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ” (“…Seherlerde istiğfar ederler.” (Âl-i İmrân, 17]) Cenâb-ı Hak kapılar açıyor.)

Üçüncüsü: Ölümü hayatta iken bütün hareketleriyle birleştirmiş olanlar.” (Yani “يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” (“…Âhiretten korkan…” [ez-Zümer, 9]) Ölümü hiçbir zaman unutmayanlar.)

Dünyaya zaten niye geldik? Son nefesimizde ne olacak? Cenâb-ı Hak “…Ancak müslümanlar olarak ölün.” (Âl-i İmrân, 102) Sakın başka türlü ölmeyin, buyuruyor.

Yani günümüzde bu virüs hastalığı dolayısıyla mâtem ülkesine dönen dünyada esas hatırlanması gereken gerçek, ölüm hakikatidir.

Onun için Rasûlullah Efendimiz hem hüzün anlarında hem sevinç anlarında… Hüzün anlarında kurtuluş için, Cenâb-ı Hakk’a ilticâ için, zafer anlarında taşmamak için, daima:

اَللّٰهُمَّ لَا عَيْشَ إِلّٰا عَيْشُ الْآخِرَةِ buyururdu.

“Yâ Rabbi! Esas hayat âhiret hayatıdır.” (Buhârî, Rikāk, 1)

Yani bunun idrâki içinde kulun yaşayabilmesi.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Bütün zevkleri kökünden yok eden ölümü çok çok hatırlayın.” buyuruyor. (Tirmizî, Zühd, 4)

Efendimiz sık sık duâlarında buyururdu:

اَللّٰهُمَّ إِنِّي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

“Allâh’ım! Kabir azâbından, Cehennem azâbından Sana sığınırım.” (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134)

Demek ki hastalıklar ve ölümler ile dolu olan zor günler; bizlere kabir hayatını, sonsuzluk yurdu âhireti çok çok tefekkür ettirmelidir.

Hikmet ehli şöyle buyurur duâ ve gözyaşı hususunda:

“Gözyaşı ve duâ, Cenâb-ı Hakk’ın ümit dergâhıdır. Bu dergâhın eşiğinde ağlayabilenler, gerçek bahtiyarlardır.”

Cüneyd-i Bağdadî -kuddise sirruh-, yakaza hâlinde şöyle bir hâdiseyi anlatıyor:

Bir gün yolda giderken yakaza hâlinde diyor, gökten meleklerin indiğini, yerden bir şeyler kapıştıklarını gördüm diyor. Onlardan birine:

“–Kapıştığınız şey nedir?” diye sordum.

Melek de şöyle cevap verdi:

“–Bir Allah dostu buradan geçerken iştiyaklı bir şekilde bir «Âh!..» çekti. Gözünden birkaç damla yaş döküldü. Bu vesîle ile Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine nâil olalım diye biz o damlaları kapışıyoruz.” dediler melekler.

Bu, bir misal olarak, Tebük Seferi zor bir seferdi. Yedi kişi Efendimiz’e geldiler:

“–Yâ Rasûlâllah dediler, biz Sen’den ayrılmak istemiyoruz dediler. Biz Tebük’e Sen’inle beraber gitmek istiyoruz. (Bin km. gidecekler, bin km. dönecekler.) Fakat ne erzakımız var, ne hayvanımız var.” dediler.

Efendimiz de:

“–Sizi bindirecek bir hayvan bulamıyorum.” deyince, üzüldüler. Efendimiz de üzüldü. Gözlerinden yaş döke döke ayrıldılar. (Bkz. et-Tevbe, 92)

İşte Cüneyd-i Bağdâdî… O yaş işte, Allah yolunda dökülen bu yaşlar, meleklerin kapıştığı yaşlar olmuş oluyor.

Mevlânâ’nın da buna güzel bir şeyi var:

“Hak Teâlâ, bu dünyada senden birkaç damla gözyaşı alır, ama karşılığında sana nice Cennet kevserleri bağışlar.

O, senden ilâhî sevdâlarla, ilâhî ıztıraplarla dolu olan âhları, feryatları alır; her âha, her feryâda karşılık yüzlerce mânevî yüksek mevkîler, erişilmez makamlar ihsân eder.”

Hasan-ı Basrî Hazretleri de:

“Duâlarınızın kabul olmayacağından endişe etmiyorum diyor, lâkin duâ edemez hâle gelmenizden endişe ediyorum.”

Yani duâ lâfızda kalıyor, kalbe intikal etmiyor. Yani duâlar, amel-i sâlihlerle te’yid edilmesi zarûrî…

Vecd hâlindeki duâlar, gönlün ilâhî rahmetle kucaklaşma anlarıdır, buyruluyor.

Yine, duâda istenen, ilâhî rahmet ve merhamettir. Bu itibarla duâda yüreklerden ilâhî dergâha yükselecek ilk ifade; kulun günahkârlığını idrâk etmesi, zayıflığını, acziyetini îtiraf olmalıdır. Yani kul, evvelâ bir “abd-i âciz” olduğunu Cenâb-ı Hakk’a karşı, ifade etmelidir.

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)

Kul âcizliğini bildiği kadar Rabbini bilmeye başlar.

Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne Bursa sokaklarından sırmalı kaftanıyla ciğer sattırıldı. Abd-i âcizliğini tatması için, o yüksek mevkiinden.

Hâlid-i Bağdâdî Hazretleri ilimde zirveydi. Ona da dergâhın tuvaletlerinin temizliği verildi.

Bahâüddin Nakşibendî Hazretleri mahlûkâta yedi sene hizmet ettirildi. Hep abd-i âcizlik.

İmâm Gazalî Nizâmiye Medresesi’nde sayısız talebeleri vardı:

“Acaba ben Hak rızâsında mıyım, şöhret sevdâsında mıyım?” diye düşünerek büyük bir riyâzata girdi.

Velhâsıl hep bunlar, evliyâullah ve emsalleri, bir acziyeti, kulun acziyetini idrâk edecek, o acziyetle Cenâb-ı Hakk’a daimâ ilticâ hâlinde olacak.

Tekke ve dergâhlarda, “Hîç” yazan bir levha vardır ki bu, insana, enâniyetten vazgeçip ilâhî kudret karşısında, Allâh’ın kendisine verdiği lûtuflar karşısında acziyetini idrâk etmeyi telkîn eder.

Bütün mesele bu acziyeti idrâk edip kulluğun farkında olabilmek. Kul mâzîsine bakacak; nasıl dünyaya geldi, hiçliğini hatırlayacak, nîmetler kime âit? Kim nîmeti ihsan edici? Sebepleri görüp Müsebbib’i hatırlayacak. Eserden müessiri hatırlayacak. Sanattan sanatkârı hatırlayacak. Ve kendi acziyetinin idrâki içinde olacak. Bir tefekkür hayatı içine girecek.

Cenâb-ı Hak yine insana mâzîsini hatırlatıyor, İnsan Sûresi’nde:

“İnsanın üzerinden, henüz kendisinin anılan bir şey olmadığı uzun bir süre geçmedi mi?” (el-İnsân, 1)

Nasıl Cenâb-ı Hak lûtuf olarak insanı halketti?..

Hazret-i Mevlânâ -kuddise sirruh- duânın kabûlünü temin sadedinde şöyle buyurur:

“Nedâmet ateşiyle dolu bir gönülle (yani pişmanlık ateşiyle dolu bir gönülle) ve nemli gözlerle duâ ve tevbe et! Zira çiçekler, güneşli ve ıslak yerlerde açar!”

Yine hadîs-i şerîfte buyruluyor:

“Şüphesiz Allah Teâlâ Şâban ayının on beşinci gecesi (kullarına rahmetle) nazar eder ve herkesi mağfiret buyurur.

Yalnız O’na şirk koşana veya kin ve düşmanlık besleyene mağfiret etmez.” (İbn-i Mâce, İkâme, 191; Ahmed, II, 176 [Hasen])

Yani bu, Allâh’ın emirlerinin dışına çıkan, orada isyan eden -Allah korusun-…

Yine bu, Efendimiz’in en çok Şâban ayı, oruç tuttuğu ay olmuş oluyor. (Bkz. Buhârî, Savm 52; Müslim, Sıyâm 177)

Bizler de Berâat gecesinde, namazlara ilâveten Kur’ân, zikir, tesbih, salevât-ı şerîfe ve mânevî sohbetlerle ihyâ etmeye gayret edelim. Gündüzü de mümkünse oruçla ihyâ etmeye çalışalım. En mühim; bugün, gününde-gecesinde mahrumları sevindirmeye çalışalım.

Seriyy-i Sakatî Hazretleri;

“Müminlerin dertleriyle dertlenmeyen, bizden değildir.” (Hâkim, IV, 352; Heysemî, I, 87) hadîs-i şerifini okutuyordu. O gün bir talebesi geldi:

“–Üstad! Sizin mahalle yandı, sizin ev kurtuldu.” dedi.

“Sevindim, elhamdülillah dedim. Otuz sene sonra bunun hâlâ bunun istiğfârı hâlindeyim. O gün kendi evimin yanmadığına sevindim, fakat evi yananlar hatırıma gelmedi. Otuz senedir bunun istiğfârı içindeyim.”

Demek ki nasıl bir kardeşlik olacak?..

Yani günümüzde, bugün zâlimlerin zulmü altında inleyen müslümanların hissiyâtına ortak olabilmek… Biz orada olabilirdik, o zulmün altında; onlar burada olabilirdi.

İşte görüyoruz, nasıl bir Akdeniz onların bir kabristanı oldu. Suriye ne durumda, Myanmar ne durumda? Nasıl bu, huduttan bu Yunan hududuna giden kardeşlerimiz orada büyük bir zulüm altında kalıyorlar?

Demek ki daima onlara gönlümüzü açabilmek. Hiçbir şey yapamıyorsak onlara duâ edebilmek, hiçbir gücümüz yetmiyorsa. Yani onların gönül yangınlarını yüreğimizde hissedebilmek… Yani küresel güçlerin zulmü altında ezilen o kardeşlerimize yardım elini, gönlümüzü onlara uzatabilmek.

Mazlumlar, çâresizler, yetimler, garipler, kimsesizlere karşı Muhâcir ve Ensar din kardeşliğini yaşayabilmek. Zira kardeş kardeşe, mü’min mü’mine zimmetlidir. Sevinçler paylaştıkça çoğalır, hüzünler de paylaştıkça azalır. Dolayısıyla din kardeşimizin sevinciyle sevinmeli, derdiyle dertlenmeliyiz. Bu şekilde egoizmin civarından uzaklaşmalıyız.

Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri buyurur:

“Türkistan’dan Şam’a kadar olan sahada birinin parmağına batan diken, benim parmağıma batmıştır. Birinin ayağına çarpan taş, benim ayağıma çarpmıştır. Onun acısını ben duyarım. Bir kalpte hüzün varsa, o kalp benim kalbimdir.”

Şeyh Sâdî de buyurur, buna yakın bir ifade:

“Mü’min kardeş! Merhamet ve şefkat ehli ol, sâlih kişilerin yolunu tut! Sen ayaktasın, düşmüş insanları kaldırmak için onların elinden tutuver.

Gönlün, bir çiçek bahçesi gibi olsun. Şunu bil ki, Allah dostları, daha ziyade kimsenin uğramadığı dükkânlardan alışveriş ederler.”

Yani yüksek edep ve hayâ sebebiyle ihtiyacını arz edemeyenleri sîmâlarından tanır, yalnızlara, bîçârelere dert ortağı olur.

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede, sen onları ara bul;

“…Çünkü onlar taaffüf/iffetleri dolayısıyla hâllerini arz edemezler, sen onları sîmâlarından tanırsın…” (el-Bakara, 273) buyuruyor.

Burası da çok mühim:

Bir kimse Rasûlullah Efendimiz’e gelerek:

“–Yâ Rasûlâllah! Bana faydalı ve özlü bir söz öğret.” dedi. Efendimiz de ona şunları söyledi:

“–Namaza durduğun zaman, dünyaya vedâ eden bir kimse gibi ol!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

Yani kalp ve beden âhengi içinde…

İki:

“…Özür dilemeni gerektiren bir sözü konuşma!..” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

Buna bir misal, çünkü bu çok mühim:

Bir gün Rasûlullah Efendimiz devesinin üzerinde, arkadaşları da O’nun önünde yürüyorlardı. Muâz bin Cebel:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’i rahatsız etmeyeceksem, yanına yaklaşmama izin verir misin?” diye sordu. Efendimiz:

“–Yaklaş, yaklaş!” dedi. Yan yana ilerlemeye başladılar. Hazret-i Muâz:

“–Canım Sana fedâ olsun, yâ Rasûlâllah! Cenâb-ı Mevlâ’dan niyâzım, bizim emânetimizi Sen’den önce almasıdır. Allah göstermesin, eğer Sen bizden önce vefât edersen, Sen’den sonra hangi ibadetleri yapalım?” diye sordu.

Rasûlullah Efendimiz bu soruya cevap vermedi. Bunun üzerine Muâz:

“–Allah yolunda cihâd mı edelim?” diye sordu. Efendimiz şöyle buyurdu:

“–Allah yolunda cihâd çok güzel şeydir; ama insanlar için bundan daha hayırlı ameller vardır.”

“–Yani oruç tutmak, zekât vermek mi?”

“–Oruç tutmak, zekât vermek de güzeldir.”

Muâz, bu minvâl üzere insanoğlunun yaptığı bütün iyilikleri sayıp döktü. Rasûl-i Ekrem her defasında:

“–İnsanlar için bundan daha hayırlısı vardır.” diyordu. Hazret-i Muâz:

“–Anam, babam Sana kurban olsun yâ Rasûlâllah! İnsanlar için bunlardan daha hayırlı ne olabilir?” diye sordu. Yani hepsini döktüm, saydım dedi.

Efendimiz ağzını gösterdi:

“–Hayır konuşmayacaksan sus.” buyurdu. Muâz:

“–Yâ Rasûlâllah! Konuştuklarımızdan dolayı hesâba mı çekileceğiz?” diye sordu.

Bunun üzerine Rasûlullah Efendimiz, Muâz’ın dizine hafifçe dokundu, şunları söyledi:

“–Allah hayrını versin Muâz! İnsanları yüzüstü Cehennem’e sürükleyen, dillerinin söylediğinden başka nedir ki? Kim Allâh’a ve âhiret gününe inanıyorsa, ya faydalı söz söylesin veya sussun, zararlı söz söylemesin!..” (Hâkim, IV, 319/7774)

Demek ki ne kadar dilimizi disipline edeceğiz, dilimizi muhafaza edeceğiz?..

Üçüncüsü:

“…İnsanların elinde bulunan dünyalıklardan ümidini kesmeye karar ver, buna azmet!” (Yani insanlardan müstağnî ol!) (İbn-i Mâce, Zühd, 15)

İşte bunun en güzel; Medîneli Ensâr, vermek istedi, Muhâcir kardeşi ise istiğnâ gösterdi:

“–Sen kardeşim dedi, bana çarşının yolunu göster veya sen bana bir iş ver!” buyurdu.

Bilhassa bu gece, senelik vukûatın hükme bağlanacağı bir gece. Rabbimiz’den hayırlı bereketler isteyelim, arzu edelim, ilticâ edelim.

Nefsimiz, âilemiz, hısım ve akrabalarımız, bilhassa evlâtlarımız bu zamanda, hâssaten bütün din kardeşlerimizin selâmet ve saâdetleri hususunda, musibetlerin ve hastalıkların def’i, hayırların celbi hususunda, insanlığın hidâyeti hususunda ısrarla duâ edelim -inşâallah-.

Bilhassa şunun için duâ edelim ki, sebebe bakıp müsebbibi görmek:

Ne gibi bizim yanlışımız oldu ki elimizden Beyt-i Makdis gitti. Kâbe ve Medîne-i Münevvere’nin Ravza’nın kapıları kapandı. Câmiler de cemaatsiz kaldı. Cumalar cemaatsiz kaldı. Demek ki -inşâallah- öyle bir ilticâda bulunalım ki Cenâb-ı Hak -inşâallah- bu musibetleri bertaraf eder. Yine -inşâallah- Beyt-i Makdis de, Mekke’miz de Medîne’miz de câmilerimiz de cemaatlerimiz de cumalarımız da -inşâallah- Cenâb-ı Hak kalplere, yüreklere huzur ihsân eder -inşâallah-.

Şunu unutmamak lâzım ki;

–İhyâ olunan kandil geceleri, mezar karanlıklarının Cennet âvizeleridir.

–Seherlerde ilâhî nurlarla sürmelenen, nemlenen gözlerin mükâfatı, Hakk’a vuslattır.

Berâat Gecesi’nden sonraki gün ve gecelere de Ramazân-ı Şerîf’e hazırlık mâhiyetinde oldukları için îtinâ gösterelim. Zira o gelen geceler;

–Birer rahmet geceleri olup, nur kaynağı Ramazân-ı Şerîf’in mukaddes davetiyeleridir.

Ramazan neşvesiyle;

Îmanlı adımlarımızı hızlandırmalı, hayırlarımızı çoğaltmalı, dînî muhabbetlerimizi, Hakk’a sadâkatimizi artırmalıyız -inşâallah-.

Şunu da unutmayalım ki Rasûlullah Efendimiz bir yetim olarak dünyaya geldi. Dolayısıyla yetimlerin hem maddî hem mânevî, bilhassa dînî ve uhrevî istikballeri için çok gayret göstermeliyiz. Onlara ufak bir hediye vermek de kâfî gelmez, onların bilhassa mânevî istikbâli için gayret göstermeliyiz. Zira eğer bunu gösteremezsek, yarın onlar birtakım yanlış kuruluşların peşinde kalırlar, biz de bunun vebâlinde kalmış oluruz.

Kalplerimiz bir dergâh hâline gelmeli. Kendimizi bütün insanların ve mahlûkâtın mes’ûlü görmeliyiz kendimizi.

Yani sakın, dünyanın gel-geç arzuları, fanî parıltıları bizi ebedî saadetimizden alıkoymasın!

Muhterem Kardeşlerimiz!

En büyük Cenâb-ı Hakk’ın bize lûtfu, Rasûlullah Efendimiz’e ümmet olmamız.

Bir mü’min de rahmet insanı olacak. Efendimiz raûf ve rahîm, merhamette zirve. Bir ananın-babanın evlâdına olan düşkünlüğünden ümmete düşkünlüğü çok daha fazla. Bizim de Cenâb-ı Hak rahmet insanı…

O’nu numune alabilmek.

اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” (Buhârî, Edeb 96)

Âhirette de O’nunla beraber olabilmek için bizim de bir rahmet insanı olmamız zarûrî.

İnşâallah bu Ramazân-ı Şerîf bize bir rahmet insanı olmakta mesafeler katettirir -inşâallah-.

Bir rahmet insanının rûhânî durumuna baktığımız zaman:

Tefekkür dünyasına rahmet aksedecek:

Yani kalp, daima Rahmânî vitrinler seyredecek. Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî azamet tecellîlerine karşı kalbin duyuşları artacak. Daima “Aman yâ Rabbi!” diyecek. Ve bu, onu daimî bir zikre götürecek. Zira Cenâb-ı Hak:

“Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerindeyken (her vakit) Allâh’ı zikrederler, göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler. «Yâ Rabbi!.. Sen Sübhan’sın. Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Bkz. Âl-i İmrân, 191)

Demek ki Cenâb-ı Hak bizden böyle bir gönül istiyor. Ve gönlümüz bir rahmet dergâhı olacak. Kevnî âyetleri, kavlî âyetleri okuyacak.

İkinci:

İbadete yansıyacak:

Kalp ve beden âhengi içinde ibadetler olacak. Huşû ile rûhâniyetimiz artacak. İbadetlerimiz bizi fahşâdan, münkerden koruyacak.

لَعَلَّكُمْ تَتَّقُونَ

(“…Umulur ki takvâ sahibi olursunuz.” [el-Bakara, 183]) buyruluyor.

Sadakalarımız, zekâtlarımız, Cenâb-ı Hakk’a…

لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ

(“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sarf etmedikçe, iyiliğe/birrʼe eremezsiniz…” [Âl-i İmrân, 92])

Sevinerek vereceğiz, huzur duyarak vereceğiz -inşâallah-.

Rahmet mü’mininin en mühim vasıflarından biri de bu olacak.

Rahmet gönle yansıyacak:

Gönül, bütün insan ve mahlûkâtı içine alan bir dergâh gibi olacak. Kardeşinin sevinciyle sevinecek, derdiyle dertlenecek.

Dile yansıyacak rahmet:

Nezâket, zarâfet, tatlı dil olacak. Girdiği her mekânda bir huzur tevzî edecek.

Göze yansıyacak rahmet:

Haramlardan gözü koruyacak. Rûhânî vitrinlerden feyz alacak.

Yine rahmet eline yansıyacak:

Cömert olacak. Zira “اَلْمُلْكُ لِلّٰهِ” mülkün Allâh’ın olduğunun idrâki içinde olacak. Mülk, benim değil; mülk, Allâh’ındır diyecek daima.

Makâma yansıyacak:

Makamların gelip geçici olduğunun idrâki içinde olacak. Kul hakkına bilhassa dikkat edecek.

Mala yansıyacak:

Helâlden kazanacak. Zira irâde kişide değil, kişinin kazancındadır, yani paranın helâliyet derecesine göre, helâl kazanç sahibini de helâle, yanlış kazanç ise sahibini harama sevk eder.

Mülkün sahibinin Cenâb-ı Hak olduğunun idrâki içinde olacak. Kul bir emanetçi olduğunu unutmayacak.

Şahsiyete yansıyacak rahmet:

el-Emîn, es-Sâdık olacak. Dâimâ İslâm karakterini, İslâm şahsiyetini sergileyecek, numune olacak. İşte ecdad, her fethettiği yerde Anadolu’nun sâlih ve sâdık, sâliha ailelerini götürdü. Onların hâliyle, İslâm’ın şahsiyetini orada hâl ile tebliğ etmekle Arnavutların yüzde doksanı, Boşnakların tamamı müslüman oldu.

Emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münker kendisinden sudûr edecek:

Yani hâliyle-kāliyle iyiliği emredip, kötülükten neyh edecek. Kendisi de bir numune olacak.

Hazret-i Ömer:

“–Konuşmadan, halkın davetçileri olun!” buyurdu. Kendisine:

“–Yâ Halîfe! Konuşmadan nasıl davetçi olalım?”

“–Hâliniz ve ahlâkınızla…”

En mühim şey; yine rahmet zamana yansıyacak:

Zamanı israf etmeyecek. Zira zaman çok kıymetli. Cenâb-ı Hak son nefeste o zamana hasretimizi bildiriyor:

“Herhangi birinize ölüm gelip de: «Rabbim! Beni yakın bir süreye kadar geciktirsen de sadaka verip sâlihlerden olsam!» demesinden önce, size verdiğimiz rızıklardan infak edin.” (el-Münâfikûn, 10)

Efendimiz buyuruyor:

“Salihler dahî bir pişmanlığın içinde… Keşke daha öteye gitseydik.” (Bkz. Tirmizî, Zühd, 59/2403) hâlinde olacak.

Rahmet, aile hayatına yansıyacak:

Rasûlullah Efendimiz’in âile hayatından ailemiz nasipler alacak. Takvâ, rızâ, rûhâniyet üzere bir yuvaya sahip olacak. Bilhassa evlâtlarımız, zamanın şerlerinden muhafaza edilecek. Onlar, kaldırımların, sokakların insafına bırakılmayacak.

“Müslüman, dilinden-elinden müslümanların zarar görmediği kimsedir…” (Buhârî, Îmân, 4-5)

Müslüman, daima aile hayatında evlâtlarından başlayarak daima onları güzel bir İslâm’ın şahsiyet ve karakterini telkin edecek. Bir annenin-babanın en büyük mirası, evlâdına olan bu karakter ve şahsiyet mirasıdır.

Efendimiz buyuruyor:

“Mü’min bal arısına benzer. Arı; daima temiz olan şeyleri yer, temiz olan şeyler ortaya koyar, temiz yerlere konar, nâzik davrandığı için konduğu yerlere zarar vermez, orayı kırıp bozmaz. Düştüğünde ise kırılmaz ve bozulmaz.” (Bkz. Ahmed, II, 199; Hâkim, I, 147; Beyhakî, Şuab, V, 58; Süyûtî, el-Câmi, no: 8147)

Velhâsıl nasıl bir arı, bir çiçeklerin özünden toplar, baştan ona bir kafesler yapar, o kafesin içini doldurur, üzerine ambalaj yapar kapatır, insanoğluna takdim eder. Demek ki Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki, bir mü’min bal arısı gibi olacak. Demek ki haramlardan, kerahatlerden kendini koruyacak. Sâlihlerle-sâdıklarla beraber olacak. Kur’ân ve Sünnet muhtevâsı içinde hayatını devam ettirecek.

Rahmetin şahsiyete yansıması için, öncelikle nefsânî arzular bertaraf edilecek;

Yani gurur, kibir, enâniyet, dedikodu, iftira, yalan, israf, cimrilik ve emsâli kötü hasletler, o kalpte silinecek, yok olacak.

Rûhânî istîdatlar inkişâf ettirilecek. Yani gönüller de;

Cömertlik, merhamet, şefkat, hizmet, tevâzû, nezâket, sabır, edep, hayâ, vakar gibi faziletlerle müzeyyen hâle gelecek.

İlâhî müşâhedenin altında olduğumuz, kalpte idrâk ve şuur hâline gelecek.

Böylece bir rahmet insanında;

Rakik bir kalp, duygu derinliğine sahip bir gönül, mârifetullah’tan nasib alacak bir yürek olacak. Bulunduğu yere huzur veren bir kişiliğe sahip olacak. Yaşadığı zaman ve mekânda, Âlemlere Rahmet olan Peygamber Efendimiz’in temsilcisi olmanın gayretinde olacak.

Benliğini bertaraf edecek. Çoraklaşmış gönüllere, bir yağmur misâli rahmet olabilmenin derdinde olacak.

Vakıf insanı olacak. Diğergâm olacak. Önce kendini düşünmek yerine dâimâ “Kardeşim, sen” diyecek.

Medeniyet nedir?

Bugün en mühim… Zamanımızın medeniyeti nedir?

Zamanımızın medeniyeti, demir parçalarının inkişâfı, yahut da elektronik âletlerin inkişâfı şeklinde gözükmektedir. Rûhânî tarafı olmayan, nefsânî bir medeniyet…

“Bırakınız yapsın, bırakınız geçsin, altta kalan ne olursa olsun, canı çıksın.” şeklinde kapitalist bir zihniyet, duygusuz ve vicdansız bir medeniyet. Silaha, paraya, maddî güce dayanan bir medeniyet. Merhamet filizini çürüten bir medeniyet. Vicdanları dumura uğratan bir medeniyet. İnsanlık izzet ve haysiyetine veda eden bir medeniyet. Mâneviyâta dayanmadığı için, vicdanı olmadığı için arkasında enkaz bırakan bir medeniyet. İşte Suriye, Myanmar, emsalleri vs…

Hâlbuki esas medeniyet, Asr-ı Saâdet medeniyetidir, İslâm medeniyetidir.

Çünkü bu medeniyet, insanın rûhânî yapısını inkişaf ettirdi. Şefkat filizleri neşv ü nemâ buldu bu medeniyette. İnsan ruhunu zirveleştirdi. Ameller “اَحْسَنُ عَمَلًا” oldu. (Bkz. Hûd, 7; el-Kehf, 7, el-Mülk, 2)

Bu medeniyet, İslâm; bir kardeşlik medeniyetidir. Diğergâmlık medeniyetidir. Vakıf medeniyetidir. Kardeşin kardeşe zimmetli olduğu bir medeniyettir. Hattâ bütün mahlûkâta, Hâlık’ın şefkat nazarıyla bakabilme medeniyetidir.

Rasûlullah Efendimiz’in 23 senelik nübüvvet hayatı, terörle mücadeledir. Kölenin, hayvanın, nebâtâtın hakkını hukukunu koruma medeniyetidir.

Her medeniyet kendi insan tipini inşâ eder. İşte bizim medeniyetimiz, Allah’ın Rasûlü’nün kurduğu ve sahâbe-i kirâm hazarâtının devam ettirdiği bir medeniyettir.

İşte ecdâdımıza baktığımız zaman -gençlerin buna çok dikkat etmesi lâzım- ecdâdımız Osmanlı, 620 sene bir ömrü var. Hiçbir dünya devletlerinde, kâinâtın kuruluşundan beri böyle 620 sene devam eden bir medeniyet yok. Bu medeniyete baktığımız zaman, bu medeniyetin bir Kur’ân-ı Kerîm’e olan hürmet, tâzim ile başlaması, Yavuz Sultan Selim’in mukaddes emanetleri getirip onların bir, imparatorluğa rahmet ve bereket olması.

Velhâsıl -inşâallah- memleketimiz, İslâm dünyasının bir medeniyet eşiği olur -inşâallah-.

Cenâb-ı Hak bu kandilimizi -inşâallah- mübârek eylesin. Elimizden, dilimizden, yüreğimizden ümmet-i Muhammed’i müstefid olacağı rahmet mü’minleri olmamızı Cenâb-ı Hak ihsan eylesin.

İnşâallah, önümüzdeki hulûlüyle müşerref olacağımız Ramazân-ı Şerîf’i ümmet-i Muhammed için hayır, bereket ve rahmet olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyâz edelim. İnşâallah o şekilde bir bayram sabahına erişelim. Hayatımız -inşâallah- bir Ramazân-ı Şerîf, son nefesimiz bir bayram sabahı olur.

Bu niyaz, bu temennî ile -inşâallah- Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..