DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
08 Haziran 2020 Sohbeti
Çok muhterem kardeşlerimiz! Günümüz hayırlı olsun, mübârek olsun.
Teberrüken, üç İhlâs bir Fâtiha, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in aziz, latîf, mübârek, pâk rûh-i tayyibelerine; Ehl-i Beyt’in, ashâb-ı kirâmın, enbiyâ-i izâmın, sâdât-ı kirâm hazarâtının, cümle geçmişlerimizin rûh-i şerîflerine, şehidlerimizin rûh-i şerîflerine hâssaten; diğer taraftan, dînimizin, vatanımızın, milletimizin selâmetine, hastalıklardan, musibetlerden halâsına, bütün İslâm dünyasının selâmetine; bir Fâtiha-i Şerîfe, üç İhlâs…
Muhterem kardeşlerimiz!
Bu Câsiye Sûresi’nin 1 ve 13. âyetlerinden sohbetimiz. Bu âyetlerde Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’in azametini, Allâh’ın büyük bir lûtfu olmasını, bunun yanında da şu kâinat, bu cihan, bu cihânın kevnî âyetlerle dolu olması. Yani insanın her gördüğü şeyde, kalbi olan bir insan için Cenâb-ı Hakk’ı hatırlatması ve zikre bir teşviki olmuş oluyor.
Kur’ân-ı Kerîm’de beş sûre “Hâ-Mîm” hurûf-i mukattaa ile başlıyor. Tabi bu “Hâ-Mîm” bu hurûf-i mukattaalar, Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ile Cenâb-ı Hak arasında şifre olduğu tefsirlerde bildiriliyor.
Rasûlullah Efendimiz:
“…Benim bildiğimi bilseydiniz; (yemezdiniz, içmezdiniz), sahrâlara düşerdiniz…” buyuruyor. (Bkz. İbn-i Mâce, Zühd, 19; bkz. Müslim, Fezâil, 134)
Müfessirler de zâhirî bir -Allâhu a‘lem- diyerek bir mânâ veriyorlar:
“İşte Kur’ân-ı Kerîm, bu 29 harften mürekkep. Ey insanlar! Bir şüpheniz varsa bütün insanlar ve cinler toplansın, bunun bir benzerini meydana getirsin.” (Bkz. el-İsrâ, 88)
Bunu, daha da daraltıyor, bir cevap yok çünkü; “On sûre meydana getirin.” (Bkz. Hûd, 13)
Daha daraltıyor Cenâb-ı Hak; “Bir tek sûre meydana getirin.” (Bkz. Yûnus, 38)
Daha da daraltıyor; “Hiç yoksa bir örneğini meydana getirin.” (Bkz. el-Bakara, 23)
1450 senedir bir cevap yok, kıyâmete kadar da bir cevap gelmeyecek.
Âyet, hurûf-i mukattaadan sonra;
تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَز۪يزِ الْحَكِيمِ
“Kitap, Azîz ve Hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir.” (el-Câsiye, 2)
Azîz, her şeye gâlip olan, her şeye gücü yeten, dilediğini yaptıran, kimsenin mânî olamayacağı Cenâb-ı Hak. Yani Kur’ân-ı Kerîm ile Cenâb-ı Hak meydan okuyor.
“Azîz” isminin tecellîsi olarak, Kur’ân’a karşı gelen, onu tahrip etmek isteyenler, bir benzerini getirmek için bir gayrete gelememişlerdir, teslim olmuşlardır.
Mekke’de edebiyat fuarları yapılıyordu. Yüz şâir iştirâk ediyordu. Onlardan yedisi değer kazanıyordu. Biri de baş şâir olarak geliyordu. Fakat Kur’ân indikten sonra İmruu’l-Kays’ın kızı geldi;
“–Artık Kur’ân indi dedi, babamın şiirlerinin bir ehemmiyeti kalmadı.” dedi.
Müşrikler;
“–Aman birleşelim de bir benzerini yazalım.” diye bir teşebbüse girmediler. Vicdânen teslim oldular, nefsâniyet bakımından da reddettiler. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de onların istemediği bir âhiret haberi vardı.
Yani Allâh’ın nûrunu tamamlamasına mânî olmaya çalışanların hepsi mağlup olacaklardır.
Yine Cenâb-ı Hakk’ın “Hakîm” ismini zikretmesi; Kur’ân-ı Kerîm’in en doğru hükümlerle, en güzel hikmetlerle dolu olduğunu ifade etmektedir.
Mü’minin ve toplumun saâdeti, Kur’ân ve onun fiilî tefsiri olan Sünnet’in, hayatın her safhasına, hayatımızın bütün muhtevâsına intikal ettirmekle ancak huzur ve saâdet mümkündür. Kur’ân-ı Kerîm, mü’minin iç ve dış dünyasına huzur veren bir nurdur.
Cihan, sessiz bir Kur’ân. Yani bu kâinat, ilâhî hârikalar âlemi, bizi tefekküre davet ediyor zerreden küreye. Cihan sessiz bir Kur’ân, Kur’ân da sesli bir cihandır. Kâmil bir mü’min ise, yani nefsânî arzularını bertaraf etmiş, ilâhî vuslattan nasip almış bir mü’min ise, Kur’ân-ı Kerîm’in kavlî, kâinâtın kevnî âyetlerinin kavşağında bulunan bir irfan mihrâkıdır ve tecellîler âbidesidir.
Sonsuz incelikler, dibi görünmez derinliklerin örneği olarak yaratılan insan, yüksek kıymetini ancak; Kur’ân ve Sünnet rûhâniyeti içinde bir kulluk hayatı yaşamasıyla muhafaza eder. Bu şekilde, Rabbiyle bir dostluk kurar. Rabbi de;
خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
(“…Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [Yûnus, 62])
İnsanın geçeceği merhaleler, dünyadaki merhaleler, kabirdeki merhaleler, kıyâmetteki merhalelerde Cenâb-ı Hak kulunun dostu olmuş oluyor.
Cenâb-ı Hak melekleri indirecek;
“…Korkmayın, üzülmeyin, Allâh’ın size vaad ettiği Cennetlerle sevinin.” (Fussilet, 30) diye müjdeler verecek.
Kur’ân’ın en büyük berekâtından biri de; insanı gönül âleminden uyandırmak, intibâha getirmek, dış güzelliklerle hislendirmek, yani âfak ve enfüs cilveleri içinde, onu Rabbinin muhabbetine celbetmektir/çekmektir. Bu güzel kâinat kitabı karşısında duygulanmak, hisli bir yürekle ürpermek, (Cenâb-ı Hak “وَجِلَتْ قُلُوبُهُمْ” buyuruyor, “…Allâh’ın âyetleri okunduğu zaman yürekleri titrer…” (Bkz. el-Enfâl, 2) buyuruyor) ancak canlı bir Kur’ân olanlara mahsus bir keyfiyettir.
Zâhirî ilimde sınırlılık vardır. Cenâb-ı Hak “Az bir ilim verdik.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 85) Kur’ân ilmi olan îmanda ise bir sonsuzluk, ebedî, bitmeyen bir saâdet vardır.
Kur’ân’la hemhâl olan mü’min yürekleri, kâinâtın Hâlık’ının husûsî tecellî mekânıdır. Yani o mü’minlerin yürekleri, Cenâb-ı Hakk’ın bilhassa cemâlî sıfatlarının tecellî mekânıdır. Yani Kur’ân’la hemhâl olan mü’min yürekleri, kâinâtın Hâlık’ının husûsî tecellî mekânlarıdır.
Kur’ân-ı Kerîm âyetleri; tarihî karanlıklara ışık tutan, çözülmez muammâları açan, dünya ve âhiret hayatının huzur ve saâdet baharını yaşatan, bir mûcizeler ülkesidir Kur’ân-ı Kerîm.
Hadîs-i şerîfte şöyle buyruluyor:
“Gönderilen her peygambere, insanların îmâna gelmesine vesîle olacak bir mûcize lûtfetmiştir Cenâb-ı Hak. Bana verilen ise Allâh’ın gönderdiği Kur’ân-ı Kerîm’dir. Kıyâmet günü ümmetimin diğerlerinden sayıca çok olmasını ümîd ediyorum.” buyuruyor. (Bkz. Buhârî, İ‘tisâm, 1)
Nasıl çiçekler; havaya, suya, toprağa ve ışığa muhtaç ise, insandaki tefekkür kabiliyetinin seviye kazanması için, bu da takvâ neticesinde, “takvâ”ya bağlıdır. Yani Kur’ân-ı Kerîm’in hidâyet nûrundan nasiplenebilmek, ancak takvâ ile mümkündür.
Âyet-i kerîmede buyrulur:
ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
(“O kitap (Kur’ân); onda asla şüphe yoktur. O, takvâ sahipleri için bir yol göstericidir.” [el-Bakara, 2])
Bu, hiç şüphesi olmayan bir Kur’ân-ı Kerîm. Aslâ şüphe yok. zâten diğer âyette:
“Şüpheniz varsa bir benzerini meydana getirin.” (Bkz. el-İsrâ, 88)
هُدًى لِلْمُتَّقِينَ
Kur’ân-ı Kerîm o takvâ sahiplerine hidâyet verir.
Kur’ân-ı Kerîm’de 258 yerde “takvâ” geçer. Bir mü’minin en mühim hedefi, takvâ sahibi olmak. Yani kendisini;
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4)
Kulun kendini ilâhî kameranın altında olduğunun idrâk ve şuur hâline gelebilmesidir.
Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâde edebilmek için, ona kalbi açmak îcâb eder. Yani bir kalp eğitimi zarûrîdir. Yani zihnî bilgilerin kalp tarafından hazmedilmesi. Bu olmazsa, nasıl bahar yağmurları çöle yağarsa bir netice vermez, kayalar üzerinden yağıp da denizde kaybolan yağmur tanelerinin faydası olmaz, ancak gâfil insanın durumu da bu şekildedir. Yani bu neye benzer?
Kur’ân-ı Kerîm bir hazinedir. Hazineden nasipsiz yaşamak, sanki define üzerinde bulunup da açlıktan ölen bir insanının durumu gibidir.
Cenâb-ı Hak Fâtır Sûresi’nde:
“Biz Kur’ân’ı mîras kıldık…” (Fâtır, 32) buyuruyor. Bu, üç kategoride:
Birincisi “Nefsine zulmedenler.”
Cenâb-ı Hakk’ın indirdiği bu kitapla alâkası -biliyor fakat- alâkası yok. Hayatı, nefsânî arzuların curcunası içinde. Nefs-i emmâre, nefs-i levvâme durumunda. Farkında değil. Niçin dünyaya geldi, kimin mülkünde yaşıyor, kimin verdiği rızıkla merzuk, geliş niye, gidiş niye?.. Farkında değil.
Bunları, Cenâb-ı Hak Kur’ân’a vâris kılıyor, fakat bu, nefsinin zebûnu olmuş kimseler, -Allah korusun- nefsine zulmedenler buyruluyor.
İkincisi; “muktesitler” buyruluyor. Orta yoldan gidenler. Kâh böyle, kâh öyle. O da tam makbul değil.
Üçüncüsü; “hayratta öne geçenler”. Yani canlı bir Kur’ân olan, Kur’ân’ı yaşayanlar ve Kur’ân’ı yaşatanlar, Kur’ân’a emek verenler, Kur’ân’la hayat bulanlar, Kur’ân’la huzur bulanlar. İşte sahâbînin durumu gibi.
Cenâb-ı Hak buyuruyor:
وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ
“…Kur’ân-ı Kerîm şifâ ve rahmettir, mü’minler için. Zâlimlerinse ancak hüsrânını artırır.” (Bkz. el-İsrâ, 82) buyuruyor Cenâb-ı Hak.
Yani insan, Kur’ân’a, takvâ ile yaklaştığında hidâyet ve şifâ rahmetini bulur. Şifâ ve rahmet tecellîsinin içinde kalır. Bunun zıddına; takvâdan mahrum, gâfil bir kalple yaklaşırsa, ancak o da hüsrânını artırır.
Şunu unutmamak lâzım ki 124 bin küsur peygamber gelmiştir. Her birine vahiyler gelmiştir, suhuflar gelmiştir, 4 kitap gelmiştir. Fakat Kur’ân-ı Kerîm, insanlığa en son çağrıdır. Dünya ve âhiret saâdetine erdirmek için gönderilen bir Cennet davetiyesidir.
Cenâb-ı Hak bize Kur’ân-ı Kerîm ile büyük bir nîmetini, ihsânını bildiriyor:
اَلرَّحْمٰنُ . عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ . خَلَقَ الْاِنْسَانَ . عَلَّمَهُ الْبَيَانَ .
“Rahmân Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)
Cenâb-ı Hak burada bir “Rahmân”/merhamet sıfatını bildiriyor. Demek ki Cenâb-ı Hak ümmet-i Muhammed’e ne kadar merhametli! Burada “Rezzak” sıfatını değil, “Rahmân” sıfatını bildiriyor.
“Rahmân Kur’ân’ı öğretti.” (er-Rahmân, 1-2)
Demek ki Kur’ân da rahmet tecellîleri.
خَلَقَ الْاِنْسَانَ
“İnsanı yarattı. Ona «عَلَّمَهُ الْبَيَانَ» (hikmetler, sırlar) beyanı (insana) lûtfetti (bütün mahlûkattan farklı olarak).” (er-Rahmân, 3-4)
Yani şunu unutmamak lâzım ki, Kur’ân’ı en iyi idrâk edenler, “takvâ” üzere yaşayıp gönüllerine seviye kazandırabilenlerdir. Yani Kur’ân okuyan her insan, ancak kalbinin durumuna göre bir netice alır. Yani rahle başında birçok insan Kur’ân-ı Kerîm okur, fakat kalbinin durumuna göre Kur’ân-ı Kerîm’den hissiyat alır, duygular alır. Cenâb-ı Hakk’ın cemâlî sıfatları o kalpte tecellî eder.
Yani kalpten kalbe fark eder, Kur’ân-ı Kerîm’in tecellîsi, takvâya göre.
Rivâyete göre, Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- otururken bir garip geldi.
“–Yâ Ali dedi, çok, fakirlikten, çok muhtaç durumdayım dedi. Çok zor durumdayım dedi. Ne olursun bana bir şeyler ver!” dedi.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın verecek hiçbir şeyi yoktu. Şöyle, eline bir kum aldı, ona okudu;
“–Aç avucunu.” dedi. Garip, avucunu açtı. Altın zerreleri dökülmeye başladı. Garip sevindi:
“–Yâ Ali dedi, beni âbâd ettin, ihyâ ettin dedi. Ne olursun Ali dedi, ne okuduğunu bana söyle! Ben de okuyayım, artık bu fakirlikten ben de gariplikten kurtulayım.” dedi.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- dedi ki:
“–Yâhu, adam dedi, gel geç dedi, bu iş senin işin değil.” dedi.
“–Yok, Ali dedi, ne olursun dedi, ne okuduğunu söyle dedi bana!” dedi.
“–Fâtiha okudum.” dedi.
Adam sevindi, eline bir avuç aldı. Fâtiha okudu, üfledi. Elini bir açtı; kum taneleri dökülmeye başladı.
“–Yâ Ali dedi, sen okudun altın oldu, ben okudum, yine hiçbir şey değişmedi. Nedir bunun hikmeti?” dedi.
“–Bu dedi, (Hazret-i Ali Efendimiz) kalp farkıdır.” dedi.
Demek ki Kur’ân-ı Kerîm ne kadar bir kalple okunursa, yaşanırsa, yaşatılırsa, Kur’ân-ı Kerîm’in kalpte o şekilde tecellîleri olur.
Kur’ân-ı Kerîm’den lâyıkıyla istifâde etmek için, yaşamak şart. Mushaf-ı Şerîf’in kapağını, hürmet, tâzim ve edep duygularıyla açmak, onu âdeta yeni nâzil oluyormuş gibi iştiyakla okumak, rûhumuza nakşetmemiz zarûrî.
Ömer -radıyallâhu anh- buyuruyor ki:
“Sanki diyor, her âyet indiği zaman biz toplanırdık diyor, Allâh’ın bu âyetindeki murâdı nedir derdik diyor. Nasıl Allah rızâsını kazanırız derdik diyor. Bunun telâşına düşerdik, istişâre ederdik.” diyor.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-’ın güzel bir îkâzı var:
“Eğer gönüller mânevî kirlerden arınmış olsaydı, Kur’ân’ın zevkine aslâ doyulmazdı.”
Yine Mevlânâ Hazretleri:
“Kur’ân-ı Kerîm’in âyetlerini, Hazret-i Peygamber’in hadîs-i şerîflerini okumadan evvel, kendine çeki-düzen ver! Gül bahçelerindeki güzel kokuları duymuyorsan, kusuru bahçede değil, gönlünde ve burnunda ara!..”
“Kur’ân’ın mânâsını ancak; hevâ-hevesini ateşe verip kül etmiş, Kur’ân yoluna kurbân olmuş ve rûhu Kur’ân kesilmiş kimseler anlar.”
Sayısız misallerden biri, bu, kıraat âlimi Nâfî, Kur’ân-ı Kerîm’i dinlerken yahut okurken ağzından güzel kokular geliyor. Talebesi diyor ki:
“–Üstad diyor, siz Kur’ân-ı Kerîm’e her başlarken güzel koku mu sürüyorsunuz?” diyor.
“–Yok diyor, hayır diyor. Ben diyor, Allah Rasûlü benim ağzıma Kur’ân-ı Kerîm okudu. Onun için bu koku benim ağzımda devam ediyor.” buyurdu.
Bunun gibi misaller çok.
Hazret-i Ömer’in hâli, ne kadar ibretlidir:
Bir gün Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, bir evin önünden geçerken, hâne sahibinin, evinin dışına taşacak kadar yüksek sesle Tûr Sûresi’ni okuduğunu işitti. Adam, Tûr Sûresi’nin 7-8. âyetlerinde:
“Rabbinin azâbı hiç şüphesiz vukû bulacaktır, onu defedecek hiçbir şey de yoktur!”
Dinleyince, Hazret-i Ömer bineğinden indi, bir müddet duvara yaslanarak devam etti dinlemeye. Sonra bu âyetin îkâzındaki şiddetin tesiriyle bir müddet evine gitti, hasta oldu. (İbn-i Receb el-Hanbelî, et-Tahvîf mine’n-Nâr, Dımaşk 1979, s. 30)
Bir muhâsebe…
Yine, Tâbiînden Ebû Vâil de anlatıyor:
“Abdullah bin Mes’ûd ile yola çıktık diyor. Yanımızda Rebî bin Haysem de vardı. Bir demircinin yanından geçiyorduk diyor. Demirci, ateşi tavlıyordu diyor. Rebî diyor, bir müddet ateşe baktı diyor, düşecek gibi oldu diyor, Cehennem hatırına geldi…
Yine Abdullah diyor, fırının içindeki ateşin alev alev yandığını görünce, o da diyor, Furkan Sûresi’nin 12-13. âyetlerini okudu diyor. Rebî bayıldı diyor. Âilesine götürdük. Abdullah bin Mes’ûd öğleye kadar diyor onun başında bekledi, Rebî ayılmadı. Ancak ikinci vakti kendine gelebildi.” diyor. (Bkz. Ebû Ubeyd, Fedâilü’l-Kur’ân, s. 23)
Yani Kur’ân-ı Kerîm, kalbin seviyesi nisbetinde derinliğine inilebilen uçsuz bucaksız bir okyanus gibidir. Nasıl ki yüzme bilmeyen biri, ancak sığ sularda yüzebilir, fakat güçlü bir dalgıç, denizin derinliklerine doğru iner; her gördüğü derinlikte ayrı ayrı manzaralar, ayrı ayrı mahlûkat görür. Tabi bu, takvâ yolunda merhaleler alabilmeye bağlıdır.
Şu da tarihî bir gerçektir ki, Kur’ân ile hemhâl olan fertler, âileler, toplumlar ve devletler âbâd olur. Buna en büyük misal, kendi tarihimizdir. Osmanlı, 620 sene devam ediyor. Dünyada ikinci böyle ömrü uzun olan devlet yoktur.
Bu, Osman Gâzi’nin Kur’ân-ı Kerîm’e gösterdiği saygı ve hürmetle başlar. Kur’ân-ı Kerîm olan yerde ayağını uzatmaması.
Edebali silsilesinin de halkı takvâ ile tenvir etmesi. Takvâ ile halkın yaşamasına gayret etmesi. İrşad bekleyenleri irşâd etmesi.
Yavuz Sultan Selim Hân’ın mukaddes emânetleri getirip onlara ayrı bir hürmet, bir tâzim gösterilmesi.
Velhâsıl, İznik’te kurulan ufacık bir aşiret devlet, üç asır sonra, bugün Türkiye’nin 30 misli, 24 milyon kilometre kareye sahip oldu. Fakat tabi Lâle Devri’nden sonra nefsî plân arttı, rûhânî plân azalınca, yavaş yavaş azalmaya başladı mâneviyat, iniş başladı.
Bizler de, Allâh’ın emâneti olan yavrularımızı Kur’ân ile müzeyyen hâle getirebilirsek, onları irşâd edebilirsek Kur’ân ile, yaşarsak yaşatabilirsek ne mutlu! Âhirette o zaman:
سَلَامٌ قَوْلًا مِنْ رَبٍّ رَحِيمٍ
(“Onlara merhametli Rabbin söylediği selâm vardır.” [Yâsîn, 58])
Âhirette onlarla beraber olacağız. Eğer olmazsa, “uydum kalabalığa” olursa, sokakların, kaldırımların insafına bırakılırsa, “nasılsa olur, zamanla olur” diye ihmâl edersek, o zaman;
وَامْتَازُوا الْيَوْمَ اَيُّهَا الْمُجْرِمُونَ
(“Ayrılın bir tarafa bugün, ey günahkârlar!” [Yâsîn, 59])
“Siz mücrimler, bu tarafa, siz Cehennem yoluna, bu tarafa!” denilecek; Allah korusun, hafazanallah!.. Cenâb-ı Hak cümlemizin yavrularını muhafaza eylesin.
Üçüncü âyette Câsiye Sûresi’nde:
اِنَّ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ لَاٰيَاتٍ لِلْمُؤْمِنِينَ
“Şüphesiz göklerde ve yerde mü’minler için birçok âyetler vardır.”
Buradan Cenâb-ı Hak; Kur’ân-ı Kerîm’in azametini, muhteşemliğini, ihtişâmını bildirdikten sonra, kâinattaki kevnî âyetlere dikkatimizi çekiyor.
Kur’ân-ı Kerîm’de “âyet” mefhumu, sadece vahyin kelâma aksetmiş sûretleri için değil; Allâh’ın varlığına, birliğine, sonsuz ilim ve kudretine delâlet eden her şey için kullanılır “âyet”. Şu kâinat; nasıl Kur’ân-ı Kerîm kavlî âyetlerle doluysa, bu kâinat da zerreden küreye, bir atomdan galaksilere kadar, kevnî âyetlerle dolu.
Meselâ Cenâb-ı Hak Bakara 164. âyetinde Cenâb-ı Hak îkâz ediyor, kâinattaki kevnî âyetlerle îkâz ediyor:
“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ve gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara fayda veren şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allâh’ın gökten indirip de ölü hâldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, düşünen bir toplum için (Allâh’ın varlığını ve birliğini ispatlayan) birçok âyetler (deliller) vardır.” (el-Bakara, 164)
Tabi bu, buradan daha ziyâde kalbi olanlar bu âyetlerle derinleşir. Yani her varlık, kalbin seviyesine göre, bakmasını bilene, Yaratıcı’sını tanıtıyor.
Cenâb-ı Hak, kevnî âleme, yani varlıklar âlemine dâir âyetlerin yer aldığı bu kâinat ile; kavlî âyetlerden müteşekkil Kur’ân’ı, bütün insanlığa, okunması gereken iki kitap olarak lûtfetti. İki kitap. Kâinat bir kitap, Kur’ân-ı Kerîm bir kitap. Biri kavlî kitap, öbürü kevnî kitap.
Rabbimiz, kâinatta sergilediği âyetleri Kur’ân ile, Kur’ân’da beyan buyurduğu âyetleri de kâinât ile tefsîr etmektedir.
Yani Kur’ân-ı Kerîm bir taraftan kavlî âyetler, yani Kur’ân-ı Kerîm âyetleriyle kulları irşâd ederken; diğer taraftan, varlıklar âleminde sergilediği ilâhî azamet tecellîleri, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlarla kulları derin bir tefekküre davet ediyor. Nitekim bu cümleden olmak üzere Cenâb-ı Hak kâinatta yarattığı muhtelif mahlûkatlarla tefekküre davet ediyor. Meselâ hayvanlarla:
“Onlar deveye bakmazlar mı?..” (el-Ğâşiye, 17) buyurarak hayvanâta dikkat çekerken; her hayvanın ayrı bir yaratılış hususiyeti var. Birçoğu insanın emrinde. Cenâb-ı Hak bir nîmetini bildiriyor. Ve o hayvandaki özellikler… Devede ayrı, koyunda ayrı, diğer hayvanlarda ayrı. Kelebeklerde ayrı, ayrı bir manzara. Toz kadar kanatlar, kısacık bir ömür, ayrı bir manzara veriyor.
Denizdekiler ayrı, havadakiler ayrı, toprağın yirmi santim içinde yaşayanlar ayrı…
Yine Cenâb-ı Hak coğrafî hâdiselerden misal veriyor:
“Buluta, yağmura, dağlara, yeşil bitkilerin kışın ölüp baharda dirilmesine bakmazlar mı?..” (Bkz. Kāf, 6; Yûnus, 101; el-Gâşiye, 17-20; en-Nûr, 43; el-Hac, 63; er-Ra’d, 3; el-Enbiyâ, 31; en-Nahl, 65; er-Rûm, 50…)
Cenâb-ı Hak bu kâinatla bir “ba‘sü ba‘de’l-mevt”, ölümden sonra dirilişi bildiriyor. Nasıl bir, sonbaharda bir odun hâline geliyor, baharda tekrar yetişiyor. “Ba‘sü ba‘de’l-mevt”.
Yine Cenâb-ı Hak tarihe dikkat ediyor, dünya tarihine:
“Geçmiş kavimlerin âkıbetlerine bakmazlar mı?” (Bkz. Muhammed, 10)
Cenâb-ı Hak onların; Allah yolunda olanlarının nasıl âbâd oldu, nefsine mağlup olanlar nasıl berbat oldu?..
Yine teknolojik gelişmelere işaret eden bir âyet var. O da Nahl Sûresi 8. âyet. O zamanki “atlar, katırlar, merkepler”, Cenâb-ı Hak bunları “binmeniz için”… O zaman yolculuklar bunlarla oluyor. “Ziynet olsun diye (yarattı). Ancak şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır.” buyuruyor. (Bkz. en-Nahl, 8)
1450 sene evvel bunu bildiriyor. Cenâb-ı Hak “nice nakil vâsıtaları yaratır” buyuruyor. Bu da bir Kur’ân mûcizesi.
Demek 1450 sene evvel bugünkü araba, tren, uçak gibi teknolojik gelişmelere işaret etmektedir Cenâb-ı Hak. O zaman bunlar yoktu. Bundan sonra da Cenâb-ı Hakk’ın izniyle daha nelerin keşfedilip îcat edileceğini bilmiyoruz.
Her keşfedileni yaratan Allah’tır; Cenâb-ı Hak, kulları buna vasıta olarak Cenâb-ı Hak ihsan ediyor. Eğer keşfe izin verilmemişse olmazdı. Bugün meselâ ufacık bir virüs, daha hâlâ bütün tıp âlemi bunu keşfedemedi. Birçok elektronik âletler vs. şunlar bunlar buldu, robotlar yapmaya kalktı; ufacık bir virüsün durumunu, keyfiyetini daha tespit edemedi.
Daha bunun gibi tespit edilemeyen, kâinatta birçok vâkıa var.
Yani bu cihan, sayısız ibret ve hikmet tecellîleriyle dolu ilâhî bir laboratuvar, bir mekteb-i âlem. Şâirin dediği gibi:
Bir Kitâbullâh-ı âzamdır serâser kâinat,
Hangi harfi yoklasan mânâsı hep Allah çıkar.
Yani kâinat kitabının her zerresi, tefekkür etmesini bilenler için, mârifetullâha ulaştıran bir basamaktır.
Gören, duyan, hisseden kalpler; göklerde, yerde ve onların içinde bulunan varlıklarda, ilâhî kudret ve azamet tecellîlerinden başka hiçbir şey görmezler. Her şey, ilâhî azametin, kudretin bir delili. Abes yok kâinatta. Yani gelişigüzel yaratılan hiçbir şey yok. Hepsi bir hikmet… Onun için bu deliller, kalpleri eserden Müessir’e, sanattan Sanatkâr’a, mahlûkattan Hâlık’a intikâl ettirmelidir; tabi kalbi olanlar için.
Yani baktığımız zaman Yunus, bir çiçekle, sarı çiçekle konuşuyor. Aziz Mahmud Hüdâyî ıslak bir dalı koparmıyor, “bu zikrediyor” diyor.
Yani mârifetullâh’a, muhabbetullâh’a, Hakk’a yakınlığa birer basamak oluyor bu kâinattaki âyetler, kevnî âyetler.
Rabbimiz’in kullarından istediği, “dâimî zikir” istiyor. Yani namazın, orucun, vesairenin, diğer ibadetlerin bir zamanı var, hizmetin. Fakat zikrin bir zamanı yok. Kul devamlı Cenâb-ı Hak’la beraber olacak.
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“Nereye gitseniz, Cenâb-ı Hak sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4)
Yani şu kâinat, şu cihan, zikre yardımcı olacak mâhiyette Cenâb-ı Hak halketti. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın kula bir yardımı. Onun için Cenâb-ı Hak:
“Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerinde yatarken (her vakit) Cenâb-ı Hakk’ı zikrederler. (Hayatın bütün muhtevâsında. Bu zikrin getireceği de, kevnî âyetleri bir tefekkür oluyor:) Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında (derinden derine) tefekkür ederler. «Rabbimiz! Sen bunu boş yere yaratmadın (derler)… Bizi Cehennem azâbından koru!» derler.” (Bkz. Âl-i İmrân, 191)
Bunun zıddına kâinat kitabındaki bu kevnî âyetlerin verdiği mesajlara lâkayd kalmak, tıpkı Kur’ân âyetlerine bîgâne kalmak gibi, büyük bir gaflettir.
Cenâb-ı Hakk’ın “el-Bârî, el-Musavvir” esmâsının tecellîlerinden gâfil kalan; rüzgârların, yağmurların, denizlerin, ırmakların, dağların, taşların, güllerin, bülbüllerin hâl lisânından bir şey anlamayan hantal kalplere ne yazık!.. Onlar, vîrâneye dönmüş kalpler olmuş oluyor.
Rabbimiz, insanın kâinâtı boş ve mânâsız bir nazarla değil; hikmeti idrâk edecek bir dirâyet ve basîretle müşâhede etmesi lâzım geldiğini ifade ediyor. Kur’ân-ı Kerîm’de ilâhî nîmetleri zikrettikten sonra, defalarca;
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50])
اَفَلَا يَعْقِلُونَ (“Akletmezler mi?” [Bkz. Âl-i İmrân, 65; el-A‘râf, 169; el-Bakara, 44, 76; el-En‘âm, 32…])
اُولُوا الْاَلْبَابِ (“Akıl sahipleri.” [Sâd, 29])
Kulun bir idrak sahibi olması, bir “bakış, bir görüş sahibi” olmasını Cenâb-ı Hak arzu ediyor. (Bkz. Âl-i İmrân, 13; en-Nûr, 44; el-Haşr, 2…)
Yani kâinat, gönül gözüyle okunmak için, zâhirî gözle değil gönül gözüyle okunmak için beşeriyete takdîm edilmiş ilâhî bir kitaptır. Oradaki her varlık, her hâdise, ârif gönüller için okunup anlaşılması gereken sır ve hikmetlerdir.
Onun için ilk âyet:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1)
Yani çok geniş bir muhtevâ. Esas tahsil de bu: Azamet-i ilâhiyyeyi okuyacaksın, Rasûlullah Efendimiz’i okuyacaksın, kendini okuyacaksın, zerreden küreye her şeyi okuyacaksın.
Cenâb-ı Hak buyuruyor Haşr Sûresi’nde gâfiller için:
“Allâh’ı unutan, Allâh’ın kendilerini unutturduğu kişiler gibi olmayın!..” (Bkz. el-Haşr, 19)
Mevlânâ da bu gaflete bir misal veriyor. Tabi bu, Mevlânâ Hazretleri, mücerredleri müşahhas hâle getirir. İnsan idrâki müşahhasları daha iyi kavrar:
Gâfil bir kimse, Hazret-i Îsâ’ya yolda arkadaşlık yapıyor. Yolda giderken bir köşede kemikler görüyor. Hazret-i Îsâ’ya:
“–Ne olur yâ Îsâ diyor, ey Rûhullah diyor. Bildiğin şu ism-i âzam’ı diyor, şu kemiklere oku da dirilip kalksınlar.”
Hazret-i Îsâ bu gâfil ahmağın sözlerine mukâbil:
“–Yâ Rabbi diyor, bu ahmağın kalbi ölüyken, başkasının cesedini diriltmeye kalkıyor. Hâlbuki kendisine düşen, asıl kendisini ihyâ etmesidir. Kendi gönlünü diriltmek için duâ edeceğine, toprağa karışmış kemikleri diriltmeye çalışıyor. Yâ Rabbi! Bu ne gaflettir?” diye hayretini ifade ediyor.
Yine Sâdî-i Şîrâzî Hazretleri:
“Akıl sahipleri nazarında yeşil ağaçların her bir yaprağı, insanı mârifetullâha götüren bir dîvandır. Gâfiller için ise bütün ağaçlar tek bir yaprak bile değildir.”
Gönülde ufukların açılması zarûrî. Bu kâinat kitabı, gözlük gibi yardımcı. Esas okuyacak, kalptir. Yani mârifetullah’tan bir tecellî olacak ki okuyabilsin.
Cenâb-ı Hak:
“…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyuruyor.
Gerçek bilmenin “mârifetullah” olduğunu bildiriyor.
Bu hâli kazanabilmek için, kul şerîati yaşadıktan sonra üç şeye dikkat edecek. Üç şeyde yoğunlaşacak. Yani kalbi üç şeyde yoğunlaşacak:
Birincisi:
“سَاجِدًا وَقَائِمًا” Gece, secde ve kıyam hâlinde olacak, geceyi ihyâ edecek. İlâhî vuslata medâr olacak bir seher hayatı yaşayacak. Bu şekilde kalbî merhaleler katedecek.
İkincisi:
“يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” Âhiretten korkmak, bir âhiret endişesi içinde olabilmek. “يَحْذَرُ الْاٰخِرَةَ” İnsan, ebedî hayatını, istikbâlini unuttuğu zaman gaflete düşer. Ebedî hayatını, istikbâlini unutmamak.
Mü’min, âhirette amellerinin mîzâna konulmasından önce bu dünyadayken bütün hâllerini mîzân edecek.
حَاسِبُوا اَنْفُسَكُمْ قَبْلَ اَنْ تُحَاسَبُوا
(Hesaba çekilmeden evvel kendinizi hesaba çekin.) buyruluyor.
Ölümden sonra muhâsebe edemezsin. Dünyada muhâsebe edecek, istiğfâr edecek. Seherlere kalkacak, ihyâ edecek, ibadet, muâmelât, muâşeret… Çok dikkat edecek.
Kıyamette zerrelerin hesabını vereceğini unutmayacak.
فَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ خَيْرًا يَرَهُ. وَمَنْ يَعْمَلْ مِثْقَالَ ذَرَّةٍ شَرًّا يَرَهُ.
(“Kim zerre miktarı hayır yapmışsa onu görür. Kim de zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” [ez-Zilzâl, 7-8])
Yine, İsrâ Sûresi’nde:
اِقْرَاْ كِتَابَكَ
“Kitabını oku! (Yani şu hayatını oku yeni baştan.) Bugün sana hesap sorucu olarak kendi nefsin kâfidir.” (el-İsrâ, 14) denilecek.
Üçüncüsü:
“وَيَرْجُوا رَحْمَةَ رَبِّهِ” Cenâb-ı Hakk’ın daima rahmetini talep ederek duâ ve ilticâ hâlinde olacak. Bütün ibadetler, duâlar, kabule muhtaç. Onun için daima Cenâb-ı Hakk’a ilticâ hâlinde olacak. (Bkz. ez-Zümer, 9)
Ondan sonra gelen Câsiye 4. âyette ise:
“Sizin yaratılışınızda ve (Allâh’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır.”
Yine burada Cenâb-ı Hak yaratılıştan, kevnî âyetlerden, yani Kur’ân âyetleriyle kevnî âyetler birbirini tefsir edici mâhiyette…
Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı; insan, hayvan, nebâtat, cemâdat her varlık, ayrı ayrı sır ve hikmetler hazinesi. Bu hazinelerin sırları, asrımızın yüksek ilim ve teknolojisine rağmen hâlâ tam olarak keşfedilmiş değil.
İnsanın yaratılış merhalelerini, asırlar önce haber vermesi (embriyoloji), yani asırlar evvel nutfe, aleka, mudğa, izam, lahim, oradan bir insan çıkıyor.
“Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık.” (el-Mü’minûn, 12)
İnsanın mayası toprak. Toprağın ete dönmüş hâli. İnsan yine topraktan çıkanlarla besleniyor, aynı elementler var. Öldükten sonra vücut yine toprağa dönüyor.
Yani insan düşünecek, tefekkür edecek. Toprağa öyle bir nazarla bakacak ki, orada yine dünyaya gelecek insanların özü, tohumu, o toprakta. Oradan çıkan meyveler, sebzeler yenilecek, yine oradan bir insan tohumu meydana gelecek.
Velhâsıl toprak terkibinden sayısız, adedi mümkün olmayan, nasıl bir hikmetler ve şu toprak şiirler manzumesi.
Cenâb-ı Hak:
“Andolsun Biz insanı, çamurdan bir özden yarattık.
Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe hâline getirdik. (Orada neşv ü nemâ buluyor.)
Sonra nutfeyi aleka (aşılanmış yumurta) yaptık.
Peşinden, alekayı, bir parçacık et hâline getirdik (mudğa);
Bu bir parçacık eti kemiklere (iskelete) çevirdik (izam);
Bu kemikleri etle (lahim) kapladık.
Sonra onu başka bir yaratışla insan hâline getirdik.
(Cenâb-ı Hak burada kendi sanatını bildiriyor:)
Yapıp-yaratanların en güzeli olan Allah pek yücedir. Sonra, muhakkak ki, bunun ardından elbette öleceksiniz.” (el-Mü’minûn, 12-15)
Niye yaratıldın, niye geldin, nereye gideceksin?..
Modern bilim, insanın anne karnındaki yaratılış safhalarını henüz yakın zamanda keşfetti. Kur’ân-ı Kerîm’in asırlar öncesinden bu hakikatleri bildirmiş olması, onun Allah katından gönderilmiş bir mûcize bir kitap olduğunun, apaçık bir delili.
İnsan daha da öteyi düşünecek: İnsan bir necâsetten yaratılıyor. Anne karnında birtakım merhaleden geçtikten sonra, tertemiz olarak, mis kokuyla dünyaya çıkıyor. Yok kadar bir su zerresinden, muhteşem bir insan yapısı vücut buluyor. Ne muazzam ilâhî bir sanat!..
Bunun çok çok daha ötesi; her yaratılan insan, bir kaderle meydana geliyor. Yani şu ara dünyada 8 milyar insanın kaderi, hayvanatın kaderi, nebâtatın kaderi… Velhâsıl hepsi bir sahnede oynanıyor. Hâlbuki bir sahnede bir piyes oynanır. İkinci piyes oynanırsa birbirine karışır, üçüncü piyes birbirine karışır. Hiçbirine karışmadan, ilâhî bir ekolojik denge hâlinde bir kader sırrı kâinatta…
Kur’ân-ı Kerîm, insanı kendi yaratılışı üzerinde tefekkür etmesini arzu ediyor. Yaratılışın muhteşem bir tezâhürü…
İnsan yine baktığı zaman insanlara; bir ikiz yok kâinatta. İkiz insan yok. Aynı kaderle gelen, aynı kaderle giden iki insan yok. İki ağaç yok. İki hayvan yok. Hepsi ayrı ayrı bir kaderle geliyor. Yine mizaçlar farklı, istîdatlar farklı, yüz hatları ayrı, gözbebekleri, parmak izleri, âdeta her biri, her parmak izi bir kimlik, her insan için.
Diğer, baktığımızda; uzuvlar, en güzel bir şekilde yerleştirilmiş insan vücuduna. Gözü, kulağı, ağzı vs. Bir tenâsüp, bir uygunluk içinde, bir âhenk içinde yaratılmış.
Yine iç âlem de öyle. Mide, ciğer, böbrekler, damarlar… Hepsi uzun uzun tefekkür edilmeye lâyık birer sanat hârikası. Her biri, son derece yüksek bir ilim ve hikmetle yaratılmış; düzgün, dengeli bir şekilde yerleştirilmiş, âhenkli bir şekilde vazife görüyor… Hepsi birbirine akuple olarak, bağlantılı şekilde hizmetlerine devam ediyor.
Meselâ, sayısız… Bir böbrek… Elli gram bir böbreğin yaptığını koca diyaliz makineleri yapamıyor.
Yine Cenâb-ı Hak İnfitar Sûresi’nde buyuruyor:
“Ey insan (diyor). Seni (şekilsizlikten en güzel bir şekilde) yaratıp düzgün kılan, seni dilediği sûrette birleştiren, keremi bol, ihsânı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (el-İnfitâr, 6-8)
Bu, ana karnındaki durumunu bildiriyor. Nasıl ana karnında şekilsiz şekilde, en güzel bir şekilde çıkıyor, bir kaderle dünyaya geliyor.
Yine Cenâb-ı Hak; “Nîmetlerimi sayamazsınız.” (Bkz. İbrahim, 34)
“…İhsânı ve ikramı bol Rabbine karşı seni aldatan nedir?” buyuruyor. (Bkz. el-İnfitâr, 6)
Gâfil insan için, zavallı insan için, kalbi vîrâneye dönmüş insan için Cenâb-ı Hak buyuruyor ki:
“İnsan görmez mi ki, Biz onu bir nutfeden yarattık. Bir de bakıyorsun ki, apaçık düşman kesilmiş (Rabbine). Kendi yaratılışını unutarak Biz’e karşı misâller getiriyor:
«–Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. «اَوَّلَ مَرَّةٍ»:
«–Onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü O, her türlü yaratmayı gâyet iyi bilir.»” (Yâsîn, 77-79)
Yani ilk yaratmak mı zordur, yaratılanı tekrar yaratmak mı zordur? Yine Cenâb-ı Hak, parmak ucunu misal veriyor:
“…Biz parmak uçlarını bile aynen eski hâline getirmeye Biz’im gücümüz yeter.” (el-Kıyâme, 4) “بَنَانَهُ” (parmak ucu)
Kâfir alıyor böyle kemiği, toz hâline getiriyor:
“–Biz böyle toz hâlindeki kemiklerden mi meydana geleceğiz?” diyor. Cenâb-ı Hak; “Parmak uçlarınızı bile yaratacağız.”
Bu da bir Kur’ân mucizesi. Yakın zamandan evvel bu parmak izinin durumu, her insana ayrı bir kimlik olduğu bilinmiyordu.
Dünyada sekiz buçuk milyar insan var. Her birinin parmak izi, yani birkaç santimetre karelik parmak uçları, hepsinden farklı.
Yine baktığımız zaman, ilâhî kudret, “ben” diyen kibirliler vesaireye karşı, nasıl Cenâb-ı Hak ebâbil kuşlarının bir nohut kadar taş koydu ağzına? O, bir filin karnından girdi, yere serdi. Bugün de aynı “benim” diyen, kibirlenen, gururlanan, âhireti unutan, Yaratan’ını unutan Rabbine karşı; Cenâb-ı Hak bütün dünyada toplamı 3-5 gram gelen toplamı, bir virüs gönderdi, bütün o küresel güçleri âciz hâlde bıraktı.
Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm önden gidiyor, ilim onu tasdik ederek arkadan geliyor.
Buna rağmen; günümüzde ateistler ve deistler; “Din mi, bilim mi?” sloganıyla, genç nesillerimizin gönül dünyalarına fitne tohumları ekmeye çalışıyorlar.
Hâlbuki bu suâlin cevabı çok basit:
Bilim dediğimiz şey, Allâh’ın kâinâta koyduğu kâidelerin tespitinden ibaret. Cenâb-ı Hakk’ın kâinâta koyduğu kâidelerin tespitinden ibaret. Nasıl ki Kur’ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk’ın kavlî âyetlerinden oluşuyorsa, kâinat da onu yaratan Rabbimiz’in kevnî âyetleridir.
Cenâb-ı Hak, kâinâta o kâideleri koymasa, o malzemeyi yaratmamış olsaydı, meselâ Cenâb-ı Hak elektriği, metalleri, petrolü var etmeseydi, insan bu imkânları nasıl bulabilirdi? Bu ışınları yaratmasaydı…
Yine Cenâb-ı Hak bunları keşfedip kullanabilecek kâbiliyetleri insana vermiş olmasaydı, insan nasıl “bilim” diye bir şey ortaya koyabilirdi?!
Diğer mahlûkâta vermedi, diğer mahlûkatta yok bu.
Cenâb-ı Hak yine buyuruyor, ilâhî azamet, Cenâb-ı Hakk’ın bildirdikleri karşısında;
“…Size ilimden ancak az bir şey verdik.” buyuruyor. (Bkz. el-İsrâ, 85)
Bu keşifler vs. icatlar, Cenâb-ı Hakk’ın verdiği çok az bir ilimle oluyor. Daha birçok şey de bilinmiyor. İnsan beyni doğru dürüst bilinmiyor.
Dolayısıyla bu kırıntı bilgilerle; sonsuz, mutlak bilgi sahibi olan Cenâb-ı Hakk’a karşı bilimi putlaştırmak; ancak bunu yapan ateist ve deistlerin, ne kadar derin bir gaflet, hamâkat çukurunda bulunduklarını göstermektedir.
Mevlânâ Hazretleri bu tip insanların ahmaklığını şu temsîlî ifadelerle îzah eder:
“Bir sinek, küçük bir su birikintisi üzerinde saman çöpünün üzerine konduğunda, kendisine büyük bir mevkî biçerek kaptanlık hevesine düşer.”
“Der ki: «Denizi de, gemiyi de en iyi bilen benim der. Çünkü ben şu an, koca bir deryâ üzerinde, sapasağlam bir gemide, ehliyetli, doğru düşünen ve yerinde karar veren bir kaptanım.» der.”
Mevlânâ Hazretleri burada o gururlu/kibirli insana hitap eder:
“Ey küçücük hacmini bir sinek gözüyle seyreden kişi! Azrâil, altındaki saman çöpünü çektiği zaman, hâlinin nice olacağını hiç düşünmez misin?!.”
İşte bir virüs, perişan edip gidiyor.
Diğer bir misal; tabi bu, ahmaklık/hamâkat oluyor, -Allah korusun- bu, kalbin körlüğü oluyor, bu, hamâkat. Bu, korkunç bir hâdise, rûhun bir kanseri.
Yine Mevlânâ bir misal veriyor, yine bu, mücerredi müşahhas hâle getiriyor:
Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- bir arkadaşıyla beraber bir yolculuğa çıkıyor. Yolculukta, birden bire hızlı hızlı yürümeye başlıyor, hattâ koşmaya başlıyor Hazret-i Îsâ. Yanındaki kişi diyor ki:
“–Yâ Îsâ diyor, ey Rûhullah diyor, niçin hızlandın diyor, kimden kaçıyorsun diyor. Arkanda aslanlar, kaplanlar, yılanlar mı var?” diyor.
“–Yâhu diyor, bırak Allah aşkına diyor, kendimi kurtarayım!” diyor.
“–Kimden kurtaracaksın?” diyor.
“–Arkamda bir ahmak var diyor, ahmağın diyor, in’ikâsından kendimi kurtarayım.” diyor.
“–Îsâ diyor, sen diyor, âmâya okudun diyor, âmânın gözleri gördü diyor. Ölüye okudun, ölü dirildi diyor. Ne olur dön de şu ahmağa oku da, o da şu ahmaklıktan kurtulsun!” diyor.
“–Yahu diyor, ahmağa yüzlerce okudum diyor, ona hiçbir faydası olmadı diyor. Bu ilâhî bir belâ!” diyor.
Velhâsıl ahmağın durumu da bu:
İlmi yaratan Allah, veren ilmi, kâinâtı yaratan Allah, o da soruyor; “Din mi diyor, ilim mi?” diyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak ilmi Hakk’a yaklaşmaya bir vâsıta olarak kıldı. Kul her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakk’ı hatırlayacak. Zikir daimî olacak; “Aman yâ Rabbi!” diyecek, hayretler içinde kalacak.
Yine Cenâb-ı Hak… İlmî keşifler, hiçbir Kur’ân âyetini tekzip etmemiş, destek hâline gelmiştir.
Nitekim insanın yaratılışı (embriyoloji), anne sütü, daktiloskopi, dermatoloji, genetik, hıfz-ı sıhha (yani koruyucu hekimlik), botanik, astronomi, jeoloji, fizik, coğrafya, tarih ve benzeri ilimleri; daima Kur’ân-ı Kerîm 1450 sene evvelden insanlığa beyan edilen gerçekler… Yani Cenâb-ı Hak bu bilgilerin hikmet tarafını bildiriyor, ilâhî azamet tarafını bildiriyor. Cenâb-ı Hakk’ın kudret akışlarını bildiriyor. Ancak yakın zaman önce bilim çevrelerince tespit edilebilmiş ve günümüzde Kur’ân’ın yegâne hak kitap olduğu, tekrar ispat edilmiştir. Kim bilir kıyamete kadar da, ne kadar Kur’ân mûcizesi zamanla ortaya çıkacak.
Yani dolayısıyla “din mi bilim mi” suali; genç nesillerin temiz dimağlarına şüphe tohumları ekmek isteyen şer odakların kustuğu zehirlerden biridir. Bu gibi virüslere karşı son derece dikkatli olmak, her müslümanın vazifesidir. Bilhassa evlâtlarımızı koruyabilmek…
Evlâtları koruyabilmek için de evlâtlarımıza düzgün bir Kur’ân kültürü verebilmek… Kur’ân kültürü basit bir kültür değil. İlk âyetle son âyet 23 senede tamamlandı. Rasûlullah her inen âyeti tatbik ettirerek öğretti. En büyük kültür, Kur’ân-ı Kerîm kültürüdür. Diğer kültürler, hayatın bir safhasını kaplar, doğru veya yanlış. Kur’ân kültürü, hayatın bütün safhasını kaplar ve kula bir saâdet getirir.
Yine Cenâb-ı Hak 4. âyette, yeryüzüne yaydığı canlıları da tıpkı Allâh’ın âyetlerini okur gibi, ibret nazarıyla okumamızı istemektedir. Mü’min, bu ilâhî sanat eserlerine baktıkça, Cenâb-ı Hakk’ın “el-Bârî” ve “el-Musavvir” sıfatlarını tefekkür edecek. Yani;
el-Bârî: Vücûda getirdiği her şeyi, herhangi bir modele/örneğe bağlı kalmadan, yoktan var ediyor. Daha evvel bir örneği yoktu. Yaratan Allah, zaten örneği de yoktu.
el-Musavvir: Ezelî hikmetinin gereği olarak, her mahlûkunu, çeşitli şekillerde yaratan, her varlığa ayrı ayrı sûret ve özellik veren demektir.
Yani her mahlûkun özelliği ayrı. Gıdâsı ayrı, kaderi ayrı, yaşama tarzı ayrı. Yani Cenâb-ı Hakk’ın yaratma kudretinin muhteşem bir tezâhürü.
Kimi hayvan iki ayaklı, kimi hayvan kırk ayaklı, kimi hayvan hiç ayaksız, yılan gibi. Eli yok, kolu yok, düz duvara tırmanıyor. Bütün mahlûkat ondan korkuyor.
Küçücük bir karıncadan bir balinaya kadar; havada, karada ve denizdeki bütün mahlûkâtın sofraları ayrı ayrı hazırlanıyor. Belki bir balina, günde belki on ton ufak balıkları yiyor, o ufak balıkların nesli bitmiyor. Yani Cenâb-ı Hakk’ın dünyaya yerleştirdiği ekolojik denge ile sayısız mahlûk, ayrı ayrı hayat şartlarında yaşıyor.
Meselâ bir ormanda en âciz hayvan da var; tavşan gibi vs. gibi. En azılı aslanlar, kaplanlar, yılanlar da var. İkisi de aynı bir toplum içinde hayatını devam ettiriyor.
Meselâ balık, suyun içinde %3 oranında oksijenle yaşıyor. Sudan çıkınca, havada %21 oksijen var, yaşayamıyor.
Velhâsıl bunu açtıkça açarız.
Cenâb-ı Hak yine bir, bize verdiği bir ikramı bildiriyor:
“Hayvanlarda sizin için elbette ibretler vardır. Onların karınlarındakinden (sütlerinden) siz içersiniz. Orada sizin için birçok faydalar daha vardır; etlerinden de yersiniz.” (el-Mü’minûn, 21)
Haydi bugün demeli, bu, birtakım yapay robot bulanlara vs. yapay zekâlara:
“–Haydi siz bir fabrika kurun ki, bir taraftan ot verin, diğer taraftan su verin, süt çıksın. Haydi bir tavuk fabrikası kurun, bir tavuğun yumurtası içindeki, nasıl tavuk farkında mı, içindeki proteinden, kalsiyumdan? Hayvan onu yediği gıdâlarla, akrebi yiyor, bize faydalı bir besin oluyor. Onu bir kabuğun içinde veriyor, beyazı ayrı, sarısı ayrı. İnsan için veriyor. Kendisi neyi verdiğinin farkında değil, gayr-i ihtiyârî veriyor. Her bir tavuk bir fabrika. Haydi kur bir fabrika da sana bir yumurta versin. Oraya birtakım maddeleri ver yumurtanın içindeki, çıksın sana bir şey…”
Velhâsıl Cenâb-ı Hak daima insana acziyetini… Yapay zekâyı geliştirecek malzemeleri veriyor. Yani insan onu kendinin yaptığını zannediyor, malzeme Cenâb-ı Hak’tan. Cenâb-ı Hak o malzemeyi vermese, nereden insan yapabilecek?
Çiçek. Çiçek özlerinden arı topluyor, ambalaj yapıyor, insana hediye olarak veriyor, üzerini kapatıyor. Cenâb-ı Hak o 45 günlük arının ömründe insana çalıştırıyor.
Velhâsıl say sayabildiğimiz kadar.
Denizde sayısız mahlûkat var, balıklar. Her birinin lezzeti ayrı. Tek lezzet değil. Hepsi tuzun içinde, yerken ona tuz serpiyoruz.
Onun için bu, Rasûlullah Efendimiz bal arısına çok dikkat çekiyor. (Bkz. Ahmed, II, 199) Bal arısı daima ne yapıyor? Temiz yerlerden topluyor. İşte sen de sâlih ve sâdıklarla beraber olacaksın. Güzel bir ambalaj yapıyor; nâzik, zarif insan olacaksın. Hizmet ve ikram edeceksin, arının yaptığı gibi. Bunu Cenâb-ı Hak ilâhî bir, kâinat ilâhî bir kitap.
Farelere bak. Bunlar teressübatla besleniyor. Teressübat böceklerine bak. Onlar -af edersiniz- pislik içinde yaşamaya alışmış. Onlar gül bahçesini hazmedemezler. Fâsıklar da günahlara alıştıkları için, en ağır cürmü bile işleseler içlerinde bir sıkıntı duymazlar. Onlara o günah, bir mûsikî gibi hoş gelmeye başlar. Onun için nefislerinin esiri olduklarından, sâlihlerin nezih toplumlarından kaçarlar. Onlara karşı -işte günümüzde olduğu gibi- ne yapıyor onu bozmak için, ezan hoparlörüne mûsikî koyuyor.
Bir kedinin önüne -bu da bir ibrettir- en lezzetli kebaplar koysan kedi oraya doğru koşar. Öbür taraftan bir fare geçse, o kebapları bırakıp fareye doğru gider. İşte bir gâfil insanın durumu.
Mevlânâ da;
“Hiç buğday ektin de arpa çıktığını gördün mü?” diyor.
Velhâsıl tefekkür ehli, varlıklar âleminde sergilenen manzaralara, zâhirinin yanında bâtınıyla da muhtelif dersler, ibretler ve hikmetler sergilemektedir. Onları gönül gözüyle seyrederler. Bu da gönlün bir, kalbin bir sanatı olmuş oluyor.
Yine Es’ad Erbilî Hazretleri’ne bir profesör geliyor. Orada bir durumu bize naklediliyor. Profesörün dikkatini çekiyor. Es’ad Efendi şöyle bir çiçeklere bakıyor, o yeşilliklere bakıyor, o güzelliklere bakıyor. Profesör diyor ki, onun bu bakışı diyor, sanki diyor, dolu satırlarca yazılmış çok daha ötesi şeyleri görmeye başladı, satırların daha ötesindeki hikmetleri görüyordu. Yani satırlar âciz kalıyor bu kalbin gördükleri karşısında.
Velhâsıl مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ “Kendini bilen, Cenâb-ı Hakk’ı bilir.” buyruluyor.
Tohumlar, Bitkiler:
Yine Cenâb-ı Hak:
“Ektiğin o tohumu gördün mü? (buyuruyor. Vâkıa Sûresi’nde. Şimdi onu bir düşün diyor!) Onu (diyor) bitiren siz misiniz, yoksa bitiren Biz miyiz (diyor)? Dileseydik onu kuru bir çerçöp yapardık (diyor), şaşıp kalırdınız.” (el-Vâkıa, 63-65) buyuruyor.
Yani insan bir ot bile yetiştiremez. Yine o kuru, o yeşil, bir tahayyül edelim, bir çöp hâline geldiğini… Sonbahar, bütün ağaçlar odun şeklinde; baharda hepsi diriliyor; ba‘sü ba‘de’l-mevt (ölümden sonra diriliş).
Yine tekrar baharda o güzellikleri veriyor, sonbaharda yine bitiyor. Yani daima Cenâb-ı Hak burada kula fânîliği telkin hâlinde.
Yani insan düşünecek: O zarif bitkiler nasıl yetişiyor? İçlerinde bir kimya laboratuvarı mı var? Kara topraktan, gönle ferahlık veren o renkler, kokular, kimyevî terkipler ne şekilde çıkıyor?.. Acı-tatlı, zehir-şifâ, hepsi aynı toprak terkibinden…
Velhâsıl bunları anlamak, idrâk etmek için kalp îcâb ediyor.
Yine Es’ad Erbilî Hazretleri’ne, bu, Carl Vett, Kelâmî Dergâhı’na geliyor. Es’ad Erbilî Hazretleri’ne birtakım şeyler soruyor. Onlardan biri de, nefsi soruyor. Es’ad Efendi:
“Bak diyor, şu dağı görüyorsun diyor, koca bir dağ diyor. Fakat gözünün önüne bir yaprak geldiği zaman diyor, şöyle çevirdiğin zaman o yapraktan o dağı göremiyorsun diyor. (Gözünün önüne iki parmağını koyduğun zaman hiçbir şey göremiyorsun diyor.) İşte nefis budur.”
Yine Mesnevî şerhinde buyruluyor ki:
“Esas saâdet, bütün renklerin cümbüşünden kurtulup renksizliğe kavuşmaktır. Bütün nefsânî arzuları bertaraf edip nefsânî arzuların dışına çıkabilmektir. Nasıl suyun rengi yoktur, suyun rengi göklerin rengidir; işte senin de durumun böyle olmalı. Yani senin durumun, ilâhî azametin, ilâhî kudret akışlarının, ilâhî cemâlî sıfatların kalbin bir mazharı hâline gelmesi. Bu şekilde renklerden çıkıp ilâhî renkle müzeyyen hâle gelebilmesi. Sıbğatullah, Allâh’ın rengine boyanması.”
İşte bir Allah dostu;
“Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan!”
Sakarya, Karadeniz’e ulaştığı zaman, artık Karadeniz’in içinde Sakarya’yı bulmak mümkün değildir. Artık o Sakarya, Karadeniz olmuştur.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak yine bir toprak terkibinden, topraktan yaratılan insana, havsalasına sığmayacak kadar sayısız kudret manzarası sergiliyor.
Ziya Paşa ne güzel ifade eder:
“Sanatı karşısında akılların hayrete düştüğü, kudretiyle en üstün âlimleri bile âciz bırakan Allah Teâlâ’yı tesbîh ederim…”
Yani bir noktada artık aklın gücü bitiyor. Ne kadar yıldız var? Denizdeki kumlar kadar. Sayabilir misin? Bir yağmur tanelerini sayabilir misin? Bir karınca grubunu sayabilir misin? Yani matematik bile bitiyor.
Ondan sonra gelen âyet, 5. âyet:
“Gece ve gündüzün değişmesinde, Allâh’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla tekrar diriltmesinde (yağmurla diriltmesinde), rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan topluluk için dersler vardır.” (el-Câsiye, 5)
Yine Cenâb-ı Hak ilâhî azametini hatırlatıyor, Yunus Sûresi’nin 6. âyetinde:
“Gece ve gündüzün değişmesinde (uzayıp kısalmasında) Allâh’ın göklerde ve yerde yarattığı şeyde, (O’nu inkâr etmekten) sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır!” (Yûnus, 6)
Dünyanın kendi etrafında dönüşü; gece-gündüzü meydana getiriyor. Her gün, belli bir periyod içinde. Biraz hızlı dönse ne olur, biraz ağır dönse ne olur? Yerçekimi biraz değişse ne olur? Havadaki oksijen, azot değişse ne olur?
Velhâsıl her şey milimetrik bir ekolojik denge üzerinde.
Cenâb-ı Hak ne buyuruyor:
“Cenâb-ı Hak semâyı yükseltti, ona bir ölçü koydu. Kula dönüyor Cenâb-ı Hak; sen bu ölçüyü bozma!” buyuruyor. (Bkz. er-Rahmân, 7-8)
Gece-gündüz vazifeleri ayrı ayrı:
وَجَعَلْنَا الَّيْلَ لِبَاسًا
“Geceyi bir örtü yaptık.” (en-Nebe, 10)
Orada dinleneceksin. Bedeni dinlendireceksin, rûhunu da dinlendireceksin, rûhun da dinlenecek. Nasıl dinlenecek? Seherleri ihyâ etmekle rûhun da dinlenecek. Gündüze karşı bir hazırlıklı olacak nefsânî arzulara karşı. O şekilde gündüz geceye hazırlık olacak, gece gündüze… Yani Güneş’le Ay’ın birbiriyle vardiya değiştirmesi gibi.
Gündüz, maîşet, helâlden kazanacaksın. İlâhî ölçülere dikkat edeceksin, nefsânî arzulardan kaçacaksın. Böylece gündüzü ihyâ edeceksin.
Bu ne oluyor? Seherin bereketiyle oluyor. Yine bu şekilde geceye hazırlanacaksın. Gece ve gündüz devamlı Ay-Güneş gibi bir vardiya değiştirecek.
Geceye gireceksin. Ölümün kardeşi her uyku. Bir nevî ölüm tatbikâtı uyku. Sabahleyin kalkıyorsun. “Ba‘sü ba‘de’l-mevt”, ölümden diriliş.
Yine; Yağmur, Tatlı Su:
“Allah, her canlıyı sudan yarattı…” (en-Nûr, 45) buyruluyor.
Suyun formülü hiç değişmiyor. Sonbahardaki yağmurlar solduruyor, çürütüyor. İlkbahardaki yağmurlar ise nebâtâtın hayat bulmasına vesîle oluyor. Sanki ölümden sonra ayrı bir diriliş.
Ebû Rezin el-Ukaylî naklediyor:
Bir gün diyor Allah Rasûlü’ne; Allah Teâlâ, mahlûkâtı yeniden nasıl dirilttiğini, bunun dünyadaki misâli nedir, diye sordum. Efendimiz:
“–Sen hiç, kavminin yaşadığı vadiden kurak mevsimde geçtin mi? Sonra bir kere de her tarafın yemyeşil olduğu bahar mevsiminde oraya uğradın mı?”
“–Evet!” deyince:
“–İşte bu, Allâh’ın yeniden yaratmasının delilidir. Allah, ölüleri de böyle diriltecektir!” buyuruyor. (Ahmed, IV, 11)
Vücudumuzda her an her gün binlerce hücre ölüyor, binlerce hücre diriliyor. Sanki şu vücudumuz bir noktada mezarlık, bir noktada doğumevi sanki.
Yine Cenâb-ı Hak:
“O içtiğiniz suyu gördün mü (diyor)? Onu buluttan indiren siz misiniz, yoksa Biz miyiz indiren?
Dileseydik onu (deniz suyu gibi) tuzlu yapardık. Şükretmeniz gerekmez mi?” (Bkz. el-Vâkıa, 68-70)
Suyu her içerken yine bir zikir hâlinde olacaksın ki Cenâb-ı Hakk’ın o nimetini düşüneceksin. Suyun az olduğu yerlerde deniz suyunu tasfiye etmeye çalışıyorlar. Dünyanın masrafını yapıyorlar, yine o tatlı bir su çıkmıyor, bir yağmur suyu gibi bir su çıkmıyor. O, Cenâb-ı Hakk’ın büyük bir ikramı.
Su, dünyada kirleniyor, yeryüzünde kirleniyor, bozuluyor. Her mahlûkâtın içinden geçiyor. İdrar olarak, kan olarak vs. çıkıyor. Tekrar onu Güneş buharlaştırıyor. Yine yukarıda, bulutta o temizleniyor. Yine tertemiz olarak geliyor.
Şu içtiğimiz bir bardak su, kim bilir kaç sefer semâya çıktı, kaç sefer indi? Dünyada yine kirlendi, yine yukarıda temizlendi, yine indirildi.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak:
اَفَلَا تَتَفَكَّرُونَ (“…Hiç düşünmez misiniz?” [el-En‘âm, 50]) buyuruyor. “Tefekkür etmez misiniz / düşünmez misiniz, akıl sahipleri?” buyuruyor.
Rüzgârlar ayrı:
Rüzgârları Cenâb-ı Hak bildiriyor. Poyraz var, lodos var, karayel var, sam yeli var vs. Hepsinin ayrı hususiyetleri var… Havanın sirkülâsyonu, tohumların taşınması, bulutların sevkiyâtı… Ekolojik dengede büyük bir, hepsi vazife görüyor.
Yine bir, rüzgârlarla… Cenâb-ı Hak rüzgârlara, “yoğunlaşma çekirdeği” denilen toz zerrelerini taşıma vazifesi veriyor. Deryaların üzerinden kalkan tuz zerreleri, çöllerde savrulan tozlar, yanardağların püskürttüğü küller, rüzgârlar vâsıtasıyla atmosferin üst tabakalarına kadar taşınıyor. Bunlarla havadaki su buharı aşılanarak su zerreleri oluşuyor. (Bunlar olmasa) su buharı yoğunlaşamaz ve yağmur meydana gelemez. Birçok o rüzgâr şeyinde, birçok nebâtat da döllenerek çoğalıyor.
Bütün bunlar, alıştığımız için, çoğu zaman farkında bile olmadığımız, şükründen âciz kaldığımız büyük nîmetler.
“İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar, Allâh’ın âyetleridir. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar?” (el-Câsiye, 6)
Yine diğer bir âyet:
“Andolsun ki Biz, öğüt alsınlar diye, bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27)
Kur’ân ayrı bir misal, kâinat ayrı… Yine Cenâb-ı Hak kâinattan, onlar, ayrı bir hikmet kâinat, sır. Kur’ân-ı Kerîm gibi o da ayrı bir, Cenâb-ı Hakk’ın bir nîmeti.
“Onlar Kur’ân’ı (inceden inceye) düşünmüyorlar mı? Yoksa kalplerinde kilit mi var?” (Muhammed, 24) buyuruyor.
Ancak nasıl düşünecek?
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا
“İç âlemini temizleyen kurtuluşa erdi.” (eş-Şems, 9)
Bu âyetler devam ediyor.
Velhâsıl Kur’ân-ı Kerîm’i, yine şu misâli vermek istiyorum. Bu, câhiliye devrinde bile edebiyat zirvedeydi. Kur’ân-ı Kerîm nâzil olmaya başladığı zaman, büyük o zenginleri, kibirli insanları büyük bir endişe geldi. Kur’ân-ı Kerîm’i tasdik ettiler vicdânen.
Meselâ Velid bin Muğîre. Arab’ın dört dâhisinden biriydi. Dedi ki; Kur’ân-ı Kerîm’in Müddessir Sûresi’nde, başını sağa-sola çevirdi, üzüldü, vs. oldu:
“–Bu Kur’ân bana inmeliydi.” dedi. “Ben zenginim dedi, param var dedi, vs. var. Muhammed diyor, hem yetim hem öksüz dedi, hem parası yok!” dedi. (Bkz. İbn-i Hişâm, I, 385. Krş. ez-Zuhruf, 31)
Ne kadar bir nefsânî, sathî bir görüş! Yani Kur’ân-ı Kerîm’i, vicdânen, Allah’tan geldiği hâlde, nefsânî olarak reddediyor.
Bugün de aynı durum devam ediyor.
Yine Rasûlullah Efendimiz’e geliyorlar:
“Sen diyorlar, Muhammed diyorlar, şu Kur’ân’dan âhiret haberini kaldır diyorlar. Emirleri-nehiyleri kaldır diyorlar. Bizim putlara da dokunma diyorlar. Biz de Sana tâbî olalım.” diyorlar.
Aynı bugünkü insan. Değişen, insanın ayrı bir vasfı yok. İç âlem aynı.
Yine, 9. âyette:
“(O) âyetlerimizden bir şey öğrendiği zaman onlarla alay eder. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır!” (el-Câsiye, 9) Cenâb-ı Hak buyuruyor. Velhâsıl âyetler böyle gidiyor, devam ediyor…
Bu, gâfiller için, tabi orada ölümle her şey, ölümle-âhiretle her şey hakka’l-yakîn hâline gelecek.
Oradaki, Cehennemdekiler diyecek ki:
“–Rabbimiz! Bizi buradan çıkar, çıkar Rabbimiz! Ne olur çıkar! Biz kötü amellerimizi iyi ameller hâline getirelim!”
Cenâb-ı Hak iki şey soruyor:
“–Biz size dünyada, dünyada size bir zaman vermedik mi, ömür vermedik mi? Bir îkaz edici, bir peygamber gelmedi mi?”
O zaman Cenâb-ı Hak:
“–Azâbı tadın!” buyuracak. (Bkz. Fâtır, 37)
- âyette:
“O, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lûtuf olarak) size âmâde kılmıştır. (Her şey âmâde. Güneş âmâde, yıldızlar âmâde, Ay âmâde, atmosfer âmâde, toprak terkibinden çıkanlar âmâde, her şey âmâde.) Bunda düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (el-Câsiye, 13) buyuruyor.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bize nîmetlerini, sonsuz nîmetlerini bildiriyor. Cenâb-ı Hak bizden;
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“…Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Kalb-i selîm ile, tertemiz… Nasıl insan dünyaya gelirken anadan doğunca tertemiz geldi, o şekilde tertemiz olarak, Cenâb-ı Hakk’a dost olarak son nefesini vermesini arzu ediyor.
O dost olan kuluna da:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
“…Onlar korkmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak; Kur’ân ve Kâinat kitabını, rakik bir kalple, bir ibret nazarıyla okuyabilmeyi; mârifetullah ve muhabbetullâh’ın gönül feyziyle, takvâ üzere bir kulluk hayatı yaşayabilmemizi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.
Lillâhi Teâle’l-Fâtiha!..