Yunus Emre (rahmetullâhi aleyh) -14-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2021 – Şubat, Sayı: 420

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Yunus kabre vardıkta, Münker-Nekir geldikte,
Rabbin kimdir dedikte, dilim döne mi yâ Rab?!

[İnsanın zâhirî yapısı, etten-kemikten bir kalıptır. Lâkin iç âlemi, sayısız endişeler manzûmesidir. Nitekim Hâfız-ı Şîrâzî de insanı; “bir damla kan, binbir endişe” diyerek tarif etmiştir.

Hakîkaten insan, geçici olarak konakladığı şu dünya misafirhanesi için ne kadar kaygılanıp endişe duyar! Rızık endişesi, istikbâl endişesi, çoluk-çocuk, sıhhat-âfiyet, mal-mülk endişesi vs… Nitekim bugün bir salgın hastalık sebebiyle bütün insanlık, umumî bir korku ve endişe içinde…

Hâlbuki âhiret penceresinden bakıldığında bütün fânî endişeler, birer “zıll-i zevâl”den, yani kaybolmaya mahkûm gölgelerden ibârettir. Esas ve kalıcı hayat, âhiret hayatıdır.

Dolayısıyla asıl endişe etmemiz gereken hususlar;

–Ebedî adresimize dair ilk işaretlerin belireceği son nefesimizi nasıl vereceğimizdir.

–Kabrimizdeki sorgu-suâle ne kadar hazır olabildiğimizdir.

–Kıyamete kadar bekleyeceğimiz berzah âleminin, hadîs-i şerîfteki ifadesiyle, Cennet bahçelerinden bir bahçe mi, yoksa -Allah korusun- Cehennem çukurlarından bir çukur mu olacağıdır.[1]

Nitekim Allah Rasûlü’nün terbiyesi altında yetişen ve bizlere örnek nesil olarak takdim edilen ashâb-ı kirâm, bu endişeyi taşıyordu. Hazret-i Ebû Bekir’in kızı Esmâ -radıyallâhu anhumâ- şöyle anlatır:

“Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir defasında hutbe îrâd etmiş ve kişinin kabirde başından geçecek sorgu-suâli anlatmıştı. Rasûl-i Ekrem Efendimiz kabir ahvâlini böyle tafsîlâtıyla anlatınca, müslümanlardan müthiş bir feryat yükseldi ve hep birlikte, yüksek sesle ağlamaya başladılar.” (Buhârî, Cenâiz, 87)

Berâ -radıyallâhu anh- da şöyle anlatıyor:

“Biz Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bir cenâzede beraberdik. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kabrin kenarına oturup ağladılar. Öyle ki (gözyaşlarıyla) toprak ıslandı. Sonra da:

«–Ey kardeşlerim! İşte (hepimizin başına gelecek olan) şu ölüme iyi hazırlanın!» buyurdular.” (İbn-i Mâce, Zühd, 19)

Hakîkaten, ebediyet yolculuğumuzda bizi bekleyen çetin geçitler var. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbını ve onların şahsında kıyamete kadar gelecek bütün ümmetini, bu geçitlere hazır olmaları hususunda her vesîle ile îkaz buyurmuştur.

Şüphesiz ki Peygamber Efendimiz’in kabir âlemine dair verdiği mâlumâtı, bizler zihnimizdeki dünyevî intibâlarla değerlendiriyoruz. Bu sebeple de o âlemin gerçek mâhiyetini tam olarak bilemiyoruz. Nasıl ki anne karnındaki bir bebeğin dünya hayatına dâir herhangi bir mâlumâtı yoksa, bizler de ancak bu dünyaya veda edip kabre doğduğumuzda o âlemi hakka’l-yakîn derecesinde idrâk edeceğiz.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kabir âlemine dâir verdiği haberler, daha ziyade, bizim vazife ve mes’ûliyetimize taalluk eden hakîkatlerdir. Onlardan gerekli ders ve ibreti almamız içindir. Bu hadîs-i şerîflerden birinde Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:

“Meyyit mezara konulur. Sâlih bir zât ise kabrinde endişesiz ve korkusuz bir şekilde oturtulur ve:

«–Sen hangi dindeydin?» diye sorulur. O:

«–Ben İslâm dînindeydim.» diye cevap verir. Sonra:

«‒Şu zât kimdir?» diye (Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkındaki îtikādı ve kanaati) sorulur. O da:

«–Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâh’ın Rasûlü’dür. O, bize Allah katından apaçık deliller getirdi. Biz de O’nu tasdik ettik.» diye cevap verir. Daha sonra:

«–Sen Allah Teâlâ’yı gördün mü?» diye sorulur. O da:

«–Hiç kimse Allah Teâlâ’yı (dünyada) göremez!» diye cevap verir.

Daha sonra onun için Cehennem tarafına bir pencere açılır. Ölü ona bakarak Cehennem alevlerinin (şiddetli hararet ve sıkışıklık sebebiyle) birbirini kırıp geçirdiğini görür. Ona:

«–Allah Teâlâ’nın seni koruduğu ateşe bak!» denilir.

Sonra onun için Cennet tarafına bir pencere açılır. Cennet’in süslerine ve nîmetleri­ne bakmaya başlar. Kendisine:

«–İşte bu güzel yer, senin makâmındır.» denildikten sonra:

«–Sen (dünyada) yakînî îman üzereydin, bu sağlam îman üzere öldün ve (kıyâmet günü) inşâallah bu îman üzere diriltileceksin.» denilir.

(Katâde -radıyallâhu anh- der ki:

“Bize nakledildiğine göre; sâlih kula kabri (o âlemin şartlarında) yetmiş zirâ‘[2] genişletilir ve çok taze nîmetlerle doldurulur. Yeniden dirilinceye kadar, böyle lûtuf ve ihsanlar içinde bulunur.”[3])

(Diğer taraftan) kötü kişi de dehşet ve korku içinde mezarında oturtulur ve ken­disine:

«–Sen hangi dindeydin?» diye sorulur. O da:

«–Bilmiyorum.» diye cevap verir. Sonra:

«–Şu zât kimdir?» diye (Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkındaki îtikādı ve kanaati) sorulur. O yine:

«–İnsanlar O’nun hakkında bir şeyler söylüyorlardı, ben de onu söyledim.» der. (Yani dînî konularla pek alâkası olmadığını, kalabalığa uyup insanları körü körüne taklit ettiğini dile getirir.)

Cennet tarafına bir pencere açılır. Cennet’in süslerine ve nîmetlerine bakmaya başlar. Kendisine:

«–(Îmân etmediğin için) Allâh’ın senden uzaklaştırdığı Cennet’e bak!» denilir.

Daha sonra onun için Cehennem tarafına bir pencere açılır. Oraya bakar, alevlerin birbirini kırıp geçirdiğini görür. Ona:

«–İşte bu, senin yerindir. (İslâm hakkında) şüphe üzere yaşadın, şüphe üzere öldün ve inşâallah, (kıyâmet gününde) şüphe üzere diriltileceksin!» denilir.” (İbn-i Mâce, Zühd, 32)[4]

Velhâsıl kabirde kıyamete kadar sürecek olan bu bekleyiş, âdeta bir mahkeme koridorundaki heyecan dolu bekleyiş gibidir. Lâkin herkesin mânevî durumuna göre, kimine huzur ve sürûr, kimine ise ezâ ve cefâ dolu bir bekleyiştir.

İşte ârif kullar; bu şuur ve idrâk içinde, son nefesi, kabri, Münker ve Nekir meleklerinin sorgu-suâlini ve âhiret ahvâlini âdeta hayatlarının miyârı yaparlar. Alacakları her kararda ve atacakları her adımda, bu istikbâl hakîkatlerini göz önünde tutarlar.

Zira ölüm haktır. Her fânî, sayılı nefeslerini tamamlayınca onu muhakkak tadacaktır. Dünya hayatını kabir gerçeğinden habersiz yaşamak, gündüzü akşamsız telâkkî etmek kadar abestir.

Unutmayalım ki her gün ömür takvimimizden bir yaprak daha düşüyor. Alıp verdiğimiz her nefes, bizi dünyadan biraz daha uzaklaştırıp, kabre bir adım daha yaklaştırıyor.

O hâlde düşünmeliyiz ki; bırakıp gideceğimiz fânî dünya için ne kadar, ebedî hayatın ilk durağı olan kabir için ne kadar gayret içindeyiz?..]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Yavuzluk[5] eyleme sakın,
Ecel sana senden yakın,
Nicelerin aslın kökün,
Yord eyleyip[6] boza durur…

[Hikmet ehli buyurur ki:

“–Dünya için, dünyada kalacağın kadar çalış!

–Âhiret için, âhirette kalacağın kadar çalış!

–Allah Teâlâ’ya, muhtaç olduğun kadar itaat et!

–Cehennem’e dayanabileceğin kadar günah işle!”

Kabrin ve Cehennem’in azâbına tahammül edebilmek mümkün değildir. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz sık sık:

اَللّٰهُمَّ إِنّ۪ي أَعُوذُ بِكَ مِنْ عَذَابِ الْقَبْرِ وَمِنْ عَذَابِ النَّارِ

“Allâh’ım! Kabir azâbından ve Cehennem azâbından Sana sığınırım…” niyâzıyla Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmiştir. (Bkz. Buhârî, Cenâiz, 88; Müslim, Mesâcid, 128-134)

Dolayısıyla ilâhî gazabı celbeden her türlü çirkin vasıftan, nefsânî ve şeytânî arzulardan, haramlardan, kerahatlerden, gaflet ve isyandan, âdeta ateşten sakınır gibi uzak durup Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine sığınmak elzemdir.

Bunun aksine, kabir ve âhireti unutup sâlih amelleri ihmâl etmek ve günahlardan el çekmemek; kalpteki gaflet hastalığının bir göstergesidir. Yahya bin Muâz -rahmetullâhi aleyh- gâfillerin hâlini şu teşbihle îzah eder:

“Şaşılır o kişiye ki hastalık korkusuyla helâl yiyecekten bile perhiz eder de Cehennem korkusuyla haramlardan perhiz etmez.”[7]

Nitekim günümüzde beden sağlığını tehdit eden bir virüs korkusuyla herkes maskeli geziyor, mesafeli duruyor, tedbirli davranıyor. Fakat rûha zehir saçarak ebedî hayatı azap faslına çeviren günah ve isyan virüslerine karşı acaba aynı hassâsiyet gösterilebiliyor mu?..]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Yunus sözü âlimden;
Zinhar olman zâlimden!
Korka durun ölümden,
Cümle doğan ölmüştür…

[Hakîkaten ölüm; yoksuluyla zenginiyle, zayıfıyla güçlüsüyle, zâlimiyle mazlumuyla, mü’miniyle münkiriyle herkesin sırtını yere getiren, her fânînin başından muhakkak geçecek olan bir hâdisedir.

Ölümden kaçanların kurtulduğuna dair bir haber işitilmemiştir. Korkunun ecele faydası olmadığı gibi, kulu gayrete sevk etmek yerine daha da pasif hâle getiren hastalıklı bir korkunun da faydası yoktur.

Dolayısıyla kula düşen, ölümden korkup kaçmak yerine, onunla karşılaşmaya her an hazır hâlde bulunmaya çalışmaktır. Âhiretine hiçbir zararı olmayan, bilâkis onu ebedî bir saâdet ve selâmet yurduna çevirecek olan, faziletlerle müzeyyen bir dünya hayatı yaşamaktır.

Cenâb-ı Hak buyuruyor:

يَا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ حَقَّ تُقَاتِه۪ وَلَا تَمُوتُنَّ اِلَّا وَاَنْتُمْ مُسْلِمُونَ

“Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Nasıl ki ömür nîmeti bir defa ise, can vermek de bir sefere mahsustur. Ne tekrarı vardır ne de telâfisi. Dolayısıyla bir mü’min için bütün bir ömür, müslüman olarak can verebilme hazırlığıdır.

Bu cihâna gönderilme gâyemiz; ölümden kaçmak veya âhiretsiz bir dünya hayâli içinde kendimizi kandırmak değildir. Her nefesimizi son nefese hazırlık şuuru içinde, amel-i sâlihlerle ihyâ etmektir. Kendimize kabir hazırlamaktan ziyâde, kabre kendimizi hazırlamaktır.

Bunun için ölümü sık sık tefekkür etmeli ve onu kalbî hayatımızın ayrılmaz bir parçası kılmalıyız. Nitekim Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz:

“Bütün dünyevî zevkleri bıçak gibi keseni, yani ölümü çokça hatırlayın!” buyurmuştur. (Tirmizî, Zühd, 4)

Zira ölümü tefekkür etmek, kalbe mânen dirilik kazandırır. Bir gün vefat edeceği şuuruyla yaşayan bir mü’min;

Bu fânî misâfirhânede yerli edâsıyla oyalanma hamâkatinden sakınır.

Her hâl ve davranışından bir gün hesaba çekileceğini bilir.

Günah ve kerahatlere dalamaz; bir din kardeşine çelme takamaz, bir kalbe diken batıramaz, gereksiz yere yaş bir dalı kıramaz, bir karıncaya dahî haksız yere kıyamaz.

İlâhî hudutları bile bile çiğneyemez, kulluk vazifelerini aslâ ihmal edemez.

Alıp verdiği her nefesin kıymetini bilir; ömür sermayesini boş şeylerle zâyî edemez. Zira Cüneyd-i Bağdâdî Hazretleri’nin buyurduğu gibi:

“Dünyanın bir saati, âhiretin bin senesinden daha kıymetlidir. Çünkü orada kurtuluşa kavuşturacak bir amel yapılamaz.”

İşte ölümü tefekkürün kazandırdığı bu gönül ufkundan ve gayret-i dîniyyeden mahrum kalmamak içindir ki ecdâdımız, kabristanları şehir içlerine ve cami önlerine yapmışlardır. Dünya hayatını âdeta uhrevî bir iklimde yaşamışlardır.

Günümüzün modern câhiliyesinde ise nefsin keyfini kaçırdığı gerekçesiyle, ölüm, kabir ve âhiret unutturulmak isteniyor. Huzur ve mutluluğun, bunları hayattan dışlamakta olduğu zannediliyor. Yani mutluluk, gaflet sarhoşluğunda; saâdet de sefâlet çarşısında aranıyor.

Hâlbuki ölümü, kabri, hesâbı, âhireti unutma gafletiyle azgınlaşan nefisler, zulüm ve haksızlıklara daha çok meylederek hem kendi âhiretini mahvediyor, hem de insanlığın başına belâ oluyor.

Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh-’ın şu îkâzı ne kadar mânidardır:

“Sizin, insanı eğlendiren nefsânî arzulara dalarak, gizli bir şehvete kapılmanızdan korkuyorum. Bu şehvet, ilim (ve irfan) bakımından aç kaldığınız hâlde, midenizi (helâl-haram endişesi duymadan) iyice doldurduğunuz zaman ortaya çıkar.

Sizin en hayırlınız, arkadaşına şu nasihati yapandır:

«–Haydi gel, ölmeden evvel oruç tutalım.»

En hayırsızınız da dostuna şöyle diyendir:

«–Gel de ölmeden önce yiyip içelim, eğlenelim, hayatın tadını çıkaralım…»” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 218)]

Yunus Emre Hazretleri buyurur:

Yegil yedirgil bîçâre!
Eksilirse Tanrı’n vere,
Bir gün tenin yere gire,
Geri kalan nendir senin?

[Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gün ashâbına sordu:

“–Hanginize mîrasçısının malı, kendi malından daha sevimlidir?”

Ashâb:

“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hepimiz kendi malımızı daha fazla severiz!” dediler.

Bunun üzerine Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Kişinin kendi malı, hayır yaparak önceden (âhirete) gönderdiği; mîrasçısının malı ise, harcamayıp geriye bıraktığıdır!” buyurdu. (Buhârî, Rikāk, 12)

Unutmayalım ki, mülkün gerçek sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Kul âdeta bir veznedar hükmündedir. Dünya malı nesilden nesile aktarılarak yine dünyada kalır. Kul da onu nasıl kazanıp nasıl sarf ettiğinin ağır hesabıyla âhirete intikâl eder.

Ebû Zer -radıyallâhu anh- bir mü’minin dünya nîmetlerine bakış tarzının nasıl olması gerektiğini, şöyle hulâsa etmektedir:

“Bir malda üç ortak vardır. Birincisi mal sahibi, yani sen, ikincisi kaderdir. Kader; hayır mı, yoksa felâket ve ölüm gibi şer mi getireceğini sana sormaz. Üçüncü ortak ise mirasçıdır. O da bir an önce başını yere koymanı (yani ölmeni) bekler, ölünce malını alır götürür, sen de hesabını verirsin.

Eğer gücün yeterse sen bu üç ortağın en âcizi olma!

Allah Teâlâ: «Sevdiğiniz şeylerden infâk etmedikçe birre (îman, ibadet ve ahlâkta hayrın kemâline) eremezsiniz…» (Âl-i İmrân, 92) buyuruyor. İşte benim en sevdiğim malım şu devemdir, (âhirette karşıma çıkması için) onu kendimden önce gönderiyorum (sadaka olarak veriyorum.)” (Ebû Nuaym, Hilye, I, 163)

Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede buyuruyor:

“Ey îmân edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun, çünkü Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (el-Haşr, 18)

Dünyayı, âhiret saâdetini kazanmak için lûtfedilmiş çok kıymetli bir nîmet olarak gören Es‘ad Erbilî -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyurur:

“Kiracıların bir evden diğerine taşınırken bütün eşyâlarını beraberlerinde götürüp, sevdikleri mallardan hiçbir şeyi bırakmadıkları mâlûmdur. Hâl böyle iken insanların, her şeye muhtaç oldukları kabir evine giderken sevdikleri eşyâlarından kısmen olsun bir şeyi beraberlerinde götürmemeleri (yani infâk edip kendilerinden önce âhirete göndermemeleri), gerçekten hayret verici bir durumdur.”[8]

Fânî mal-mülk ve servet ile elde edebileceğimiz asıl saâdet, onu infâk ederek ebediyet sermayesi yapabilmektir. Bu ise tefekkür-i mevt ile ihyâ olmuş kalplerin sanatıdır.

Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâh’ın verdiği nîmetleri yine O’nun kullarına ikram etmekten büyük bir zevk ve lezzet alırdı. “Beden yemekle, ruh ise yedirmekle doyar.” denildiği gibi, Efendimiz de âdeta açları doyurmanın hazzıyla doyardı.

Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-’ın beyânına göre:

“Efendimiz’den bir şey istendiğinde, «hayır» dediği vâkî değildi.” (Müslim, Fedâil, 56)

Nitekim bir gün bir kimse Efendimiz’e gelerek bir şeyler istedi. Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:

“–Yanımda sana verebileceğim bir şey yok, git benim nâmıma satın al (borca gir), mal geldiğinde öderim.” dedi.

Efendimiz’in böyle bir sıkıntıya girmesine gönlü râzı olmayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:

“–Yâ Rasûlâllah! Yanında varsa verirsin, yoksa Allah Sen’i gücünün yetmeyeceği şeyle mükellef kılmamıştır.” dedi.

Merhamet ve cömertlik ummânı olan Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Hazret-i Ömer’in bu sözünden hoşnut olmadığı, mübârek sîmâsından belli oldu. Bunun üzerine Ensâr’dan bir zât:

“–Anam babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah! Ver! Arş’ın Sahibi azaltır diye korkma!” dedi.

Arzusunu te’yid eden bu sahâbînin sözleri, Rasûlullah Efendimiz’in çok hoşuna gitti, tebessüm etti ve:

“–Ben de (zâten) bununla emrolundum.” buyurdu. (Heysemî, X, 242)

Şu da bir hakîkattir ki infâk etmek, malı eksiltmez.[9] Bilâkis infaktaki ihlâs nisbetinde bereketlendirir. Allah yolunda infâk edilen mal, tıpkı budanan bir ağaç gibi daha canlı ve verimli bir hâle gelir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

“Mallarını Allah yolunda harcayanların hâli, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan bir tek tohumun hâli gibidir. Allah kime dilerse, ona kat kat verir. Allah, ihsânı bol olan, hakkıyla bilendir.” (el-Bakara, 261)

Hak dostları da bu şuur içinde, infâk edebilmeyi en kârlı kazanç bilmişlerdir. Hazret-i Mevlânâ ne güzel buyurur:

“Şunu iyi bil ki mal; infâk etmekle, görünüşte elden çıkar gider ama, onu verenin gönlüne yüzlerce mânevî hayat gelir!”

“Ekin eken, önce ambarı boşaltır, ama sonra hâsılâtı pek çok olur. Tohumu uzun süre ambarda tutan, sonunda onu farelere yem eder.”

Şeyh Sâdî de aynı hakîkate işaretle şöyle buyurmuştur:

“Para yığmakla yükseleceğini sanma. Duran su fenâ kokar. Bağışlamaya çalış. Akan suya gök yardım eder; yağmur yağdırır, sel gönderir, onu kurutmaz.”

“Akıllı insanlar, mallarını öbür âleme giderken beraberlerinde götürürler. (Yani önceden Allah yolunda infâk ederler.) Ancak cimrilerdir ki, hasretini çekerek burada bırakıp giderler.”]

Cenâb-ı Hak, Kur’ân ve Sünnet ikliminde, takvâ üzere bir hayat yaşayıp müslümanlar olarak can verebilmeyi cümlemize nasip ve müyesser eylesin. Dünyada da âhirette de iyilikler, güzellikler ve hayırlar ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Tirmizî, Kıyâmet, 26/2460.

[2] Zirâ‘: Dirsekten orta parmak ucuna kadar bir uzunluk ölçüsü. Arşın, endâze. 68, 75 ve 90 cm.lik farklı türleri bulunmaktadır.

[3] Bkz. Müslim, Cennet, 70.

[4] Ayrıca bkz. Buhârî, Cenâiz, 68, 87; Müslim, Cennet, 70.

[5] Yavuzluk: (Eski Türkçe’de) kötülük, fenâlık, azgınlık, yaramazlık. (Sonraki asırlarda, yaman, güçlü mânâlarına dönüşmüştür.)

[6] Yord eylemek: Hükmetmek.

[7] Tezkiretüʼl-Evliyâ, s. 125, Erkam Yayınları.

[8] M. Es‘ad Efendi, Mektûbât, s. 16, no: 5.

[9] Tirmizî, Zühd, 17.