DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
NAMAZ, HUŞÛ İLE CEMAATLE KILINMALIDIR
Cenâb-ı Hak, birinci şart, ibadetler istiyor bizden. Nasıl bir ibadet istiyor? Beden ve kalp âhengi içinde ibadetler istiyor.
اَلَّذِينَ هُمْ فِى صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَ buyuruyor.
“Onlar ki namazlarını huşû ile kılarlar.” (el-Müʼminûn, 2)
Nasıl namazın bir fıkhî tarafı var; abdest, tahâret vesâire, farzlar, vâcipler, sünnetleri var; bir de bunun mânevî tarafı, Cenâb-ı Hakkʼa bir huşû içinde, kalbî bir bağlantıyla, ilâhî huzurda olduğumuzun idrâkiyle bir namaz kılabilmek… Yani kendimiz, kıblede, seccadenin üzerinde; kalbimiz çok yerlerde geziyor, dolaşıyor. Tabi bu, yüzde yüz mümkün değil ama, mümkün mertebe bunun gayretine ermek.
Cenâb-ı Hak bize her rekâtta Fâtihaʼyı telkin ediyor. Fâtihaʼsız bir namaz olmaz. Bütün Kur’ân-ı Kerîmʼi hatmetsen namazda, Fâtihaʼyı okumasan olmaz. Fâtiha zarûrî ve her rekâtta zarûrî.
Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak, demek ki bizden ne istiyor Cenâb-ı Hak:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(“Hamd, âlemlerin Rabbi Allâhʼa mahsustur.” [el-Fâtiha, 2]) diyoruz ilk başta. Demek ki Cenâb-ı Hakkʼa dâimâ hamd hâlinde olacağız. Övgü hâlinde olacağız.
Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:
“Onlar, ayaktayken, otururken, yanları üzerindeyken Allâhʼı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını (derinden derine) tefekkür ederler. «Yâ Rabbi! Sen bunları boş yere yaratmadın.» derler. «Bizi Cehennem azâbından koru.» derler.” (Âl-i İmrân, 191)
Demek ki kul, dâimâ bu:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
derken bu, Cenâb-ı Hakkʼa övgü, bir hamd hâlinde olacak. Allâhʼın verdiği nîmetlerin tefekkürü içinde olacak. Cenâb-ı Hakkʼın ilâhî azamet, sonsuz güç, sınırsız güç… Müteâl; idrâk ötesi. Bize büyük bir lûtuf, insan olarak. Onun bir tefekkürü içinde, demek ki:
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
Cenâb-ı Hakkʼa hep hamd, şükür ve zikir hâlinde olacağız.
اَلرَّحْمٰـنِ الرَّحِيمِ
(“O, rahmândır, rahîmdir.” [el-Fâtiha, 3])
Cenâb-ı Hak bize merhamet sıfatını bildiriyor. Dünyada da Oʼnun merhametine muhtacız, kabirde de Oʼnun merhametine muhtacız, kıyâmette de merhametine muhtacız. Her an Oʼnun merhametine muhtacız.
Demek ki biz de “er-Rahmân, er-Rahîm” sıfatından hisse alacağız, merhametli olacağız.
Buyruluyor:
“Yeryüzündekilere merhamet edin ki gökyüzündekiler de size merhamet etsin.” (Ebû Dâvûd, Edeb, 58)
Bir müslümanın fârik vasfı merhamettir.
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ
(“Ceza gününün mâlikidir.” [el-Fâtiha, 4]) diyoruz. Demek ki kıyameti hatırlayacağız. Biz âhiret için geldik.
-Sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, büyük zaferlerde bir benlik, enâniyet gelmesin diye; “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 1) Zor zamanlarda, sabır imtihanından geçerken yine Efendimiz “Esas hayat, âhiret hayatıdır.” buyuruyor. (Buhârî, Rikāk, 1)
مَالِكِ يَوْمِ الدِّينِ
Din gününü, âhireti unutmayacağız. Âhiret büyük bir, kıyâmet büyük bir infilâk. Semânın infilâkı. Bir tomar yaprak, bir tomar yazılı kağıt gibi bütün semâvâtı bükeceğiz, buyuruyor Cenâb-ı Hak Enbiyâ Sûresiʼnde. (Bkz. el-Enbiyâ, 104)
Muhtelif âyetler: Müzzemmil Sûresiʼnde, çocukların ihtiyar hâle geleceğini bildiriyor. (Bkz. el-Müzzemmil, 17)
Kim o zor günde “عَبُوسًا قَمْطَرِيرًا” (el-İnsân, 10) O musîbetli günde kim selâmete çıkacak:
لَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ
Cenâb-ı Hakʼla dost olanlar. “Onlar mahzun olmayacaklardır, üzülmeyeceklerdir.” (Yûnus, 62) buyruluyor.
Hep bunlar, Cenâb-ı Hak bize Fâtihaʼda her rekâtta hatırlatıyor bunu. Hayatımız da bu Fâtihaʼnın istikâmeti üzerinde olacak.
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ diyoruz.
“Yâ Rabbi! Ancak Sana kulluk yaparız…” (el-Fâtiha, 5) Toptan ama, hep beraber. Cenâb-ı Hak bizden güzel bir kulluk istiyor. Güzel bir toplum, güzel bir kulluk hâlinde olduğu zaman;
“وَاِيَّاكَ نَسْتَعِينُ” (“…(Yâ Rabbi!) Ancak Senʼden yardım isteriz.” [el-Fâtiha, 5]) Cenâb-ı Hakʼtan yardım geliyor.
Demek ki kulluğa devam edeceğiz ki Cenâb-ı Hakkʼın nusreti üzerimizde devam etsin. Ezan sesleri devam etsin. Vatanımızın selâmeti devam etsin. Gönül âlemimiz, feyz ve rûhâniyetle dolsun. Cenâb-ı Hakkʼa kul olmanın büyük zevkini, büyük lezzetini yaşayalım.
اِهْدِنَا الصِّرَاطَ الْمُسْتَقِيمَ diyoruz.
“(Yâ Rabbi, diyoruz) sırât-ı müstakîm(e hidâyet eyle)” (el-Fâtiha, 6)
Nedir sırât-ı müstakîm? Cenâb-ı Hak Yâsîn Sûresiʼnde Peygamber Efendimizʼe;
“Sen sırât-ı müstakîm üzeresin.” (Yâsîn, 4; ez-Zuhruf, 43) buyuruyor. En doğru yol. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin yolu.
Demek ki her an;
“–Ben Allah Rasûlüʼnün yanında olsaydım, yahut Allah Rasûlü benim yanımda olsaydı, benim bu hâlime tebessüm eder miydi? Benim bu lisânıma tebessüm eder miydi? Ben neler seyrediyordum, seyrettiğim şeyleri Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hoş görür müydü? Kulağımın işittiğini hoş görür müydü? Ağzımdan çıkanları hoş görür müydü?
اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ (“…Nîmet verdiklerin…” [el-Fâtiha, 7]) buyruluyor. Nîmet verdikleri… Kimler nîmet verdikleri? Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede:
“Allah ve Rasûlüʼne itaat edin ki… peygamberler, sıddıklar, şehidler, sâlihler… onlar ne güzel arkadaşlardır.” (Bkz. en-Nisâ, 69)
Demek ki biz onlara özeneceğiz. Onlar nasıl Cenâb-ı Hakkʼın dostu, biz de onlar, “اَنْعَمْتَ عَلَيْهِمْ” onlardaki vasıfların bizde de tecellî etmesinin gayreti içinde olacağız.
Efendimiz buyuruyor ki:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ :“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyuruyor. (Buhârî, Edeb, 96)
Sevende, sevilenin husûsiyetleri sirâyet hâlinde olur. Demek ki bizde peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerin ne kadar bizde onların husûsiyetleri bizde bir sirâyet hâlinde?
Ondan sonra;
غَيْرِ الْمَغْضُوبِ عَلَيْهِمْ
(“…Gazaba uğramışların yoluna değil…” [el-Fâtiha, 7])
İslâm dışında olanlar. Onlara özenmemek.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ibadette bile onlardan ayrı olmamızı istedi. 10 Muharremʼde Benî İsrâil oruç tutuyordu:
“–Yok (dedi) biz bir gün daha ilâve edeceğiz, 9-10 yahut 10-11 tutacağız.” buyurdu ibadette bile…
Hudeybiye Musâlahası olmadan evvel, Hudeybiyeʼden Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-ʼı Efendimiz, elçi olarak Kâbeʼye gönderdi. Akrabaları vardı. Akrabaları dedi ki:
“–Sen serbestsin, sen tavafını yap.” dedi. “Fakat Muhammedʼi buraya istemeyiz.” dediler.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- dedi ki:
“–Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼin kabul edilmediği yerde ben yokum.” dedi. “Oʼnun kabul edilmediği ibadette dahî ben yokum.” dedi.
O sırada Hudeybiyeʼde Rasûlullah Efendimiz ashâb-ı kiramla bir biat hâlindeydi, Bîatüʼr-Rıdvân -Fetih Sûresiʼnde-. Öbür tarafta da -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz iki elini üst üste koydu:
“–Bu (dedi) Osman bin Affan -radıyallâhu anh-ʼın eli, bu da benim elim.” dedi. Demek ki; غَيْرِ الْمَغْضُوبِ
Demek ki Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- tavâfı bile yapmıyor, çünkü; “–Buraya Allah Rasûlü kabul edilmedi.” diyor.
Demek ki bugün, günümüzde ise liberal dünyanın getirdiği birtakım menfi durumlar, menfi filmler, internetin insanları savurduğu, gönlüne zehir serptiği internetin sokakları, âvâre bir kandırmaca olan modalar…
Demek ki neslimizi ve kendimizi muhafaza etmek durumundayız ki “غَيْرِ الْمَغْضُوبِ”den kendimizi korumamız lâzım.
İşte Cenâb-ı Hak bize bir namazı, huşû ile namazı, bu huşû ile kılınan namazlar, hep Fâtiha var her rekâtında. Demek ki bir Fâtihalı bir namaz kılmak. Hayatımızı bir Fâtihalı olarak bir devam ettirmek.
Yine Cenâb-ı Hak:
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyuruyor, secde âyetidir. Demek ki Cenâb-ı Hak kendisiyle bir yakınlık istiyor.
Namaz mühim. İlâhî huzurda olduğumuzun bir idrâki içinde bulunabilmek… Namazlarımızı cemaatle kılmamız isteniyor.
Efendimizʼe bir âmâ geldi:
“–Yâ Rasûlâllah! (dedi.) Ben âmâyım (dedi). Gözlerim görmüyor (dedi). Beni mescide getirecek kimse de yok (dedi). Ben (dedi), evimde namaz kılsam olur mu?” dedi. Bunu diyen âmâ, Efendimizʼe.
Efendimiz buyurdu ki:
“–Hayya aleʼs-salâhʼı duyuyor musun?” dedi.
“–Duyuyorum.” dedi.
“–O zaman cemaate devam et.” dedi. (Bkz. Ebû Dâvûd, Salât, 46/553)
Demek ki cemaat, bizler için çok mühim kardeşler!
Elhamdülillâh, Allah râzı olsun, ne kadar güzel mescidler yapılıyor. Allah gayret edenlerden râzı olsun. Fakat bu kâfi değil. Bu mescidi de bizim ihyâ etmemiz lâzım. Cemaatle ihyâ etmemiz lâzım. Çünkü;
يَوْمَئِذٍ تُحَدِّثُ اَخْبَارَهَا بِاَنَّ رَبَّكَ اَوْحٰى لَهَا
(“İşte o gün (yer) Rabbinin ona bildirmesiyle bütün haberlerini anlatır.” [ez-Zilzâl, 4-5])
O gün, kıyamet gününde, üzerine işlenenler konuşacak. “Burada namaz kıldı, bu câmide, bu mescidde namaz kıldı. Şurada şu iyiliği yaptı, şurada veyahut da şu kötülüğü yaptı. Veyahut şurada şu kalbe bir diken batırdı…”
Doldurduğumuz kaset kıyamet günü açılacak. Kendi hayatımızı Rabbimiz bize seyrettirecek. Onun için kardeşler, namaz çok mühim bir ibadet olmuş oluyor.
“Müʼminler kurtuldu.” (âyetinden sonraki âyetlerde kurtuluş şartları içinde), ilk defa “namaz” buyruluyor, huşû ile namaz… (Bkz. el-Mü’minûn, 1-2)
Bahâüddîn Nakşibend Hazretleriʼne soruyorlar:
“–Bir kul (diyorlar) namazda nasıl huşûa erer?”
Cevâben buyuruyor ki:
“–Dört şeyle huşûa erer namazda.
Bir; helâl lokma…”
Memursak da iş sahibiysek de, esnafsak da helâl lokma… Lokmamızda kul hakkı olmayacak. Aldığımız şeyin bedelini ödeyeceğiz.
Velhâsıl helâl lokma. Helâl lokma zindeleştirir, şüpheli lokma hantallaştırır.
Hattâ evliyâullah o kadar öteye gitmişlerdir ki Abdülhâlık Gücdüvânîʼnin bir hocası da Hızır -aleyhisselâm-ʼdı. Hızır -aleyhisselâm- geliyor, sofra hazırlıyor Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri. Hızır -aleyhisselâm- yemiyor.
“–Efendim! Bu helâldir, niye almadınız, niye yemiyorsunuz?” deyince:
“–Oğlum (diyor), helâl ama (diyor), bunu pişiren öfkeyle pişirmiş (diyor). Pişiren bunu gafletle pişirmiş.” diyor.
Demek ki lokmamız o kadar mühim bizim.
İkincisi; buyuruyor Bahâüddîn Nakşibend:
“–Abdest sırasında gafletten uzak durmak.”
İlâhî huzura çıkacağız. Huzurlu, hattâ duâları okuyarak güzel bir abdest almak.
Üçüncüsü;
“–İlk tekbiri alırken «Allâhu ekber» derken kendimizin huzûr-i ilâhîde olduğumuzun idrâki içinde bulunmak.”
Dördüncüsü; bu çok mühim dördüncüsü;
“–Namaz dışında da Cenâb-ı Hakkʼı aslâ unutmamak.”
Dâimâ, namazda nasıl ilâhî huzurdayız, namaz dışında da ilâhî huzurda olduğumuzun idrâki içinde bulunabilmek.
Namaz, böyle mühim. Oruç da öyle. Her biri bunların, bir vitamin. Zekât, sadaka da öyle, hac, umre de öyle. Yani hepsinin zâhirî tarafıyla bâtınî tarafını müşterek olarak îfâ edebilmek.
Ondan sonra gelen âyet:
وَالَّذِينَ هُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَ
“Onlar ki, faydasız şeylerden yüz çevirirler.” (el-Müʼminûn, 3) buyruluyor.
Demek ki bu, hayatımızda çok mühim bizim.