DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
OʼNA BENZEMELİYİZ
Baktığımızda Efendimiz, dâimâ O, yalnızların sahibi, kimsesizlerin kimsesi, dul ve yetimlerin hâmîsi. Ve hepsi Oʼnun -toplumda- şefkat kanatları altında.
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ
“Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Demek ki bizde bundan ne kadar hâl var?
“Allah Rasûlüʼne itaat, Allâhʼa itaattir…” (en-Nisâ, 80) buyruluyor.
Sanki Efendimizʼin yüreğinde mahşer kaynardı. Yanık bir karınca yuvası gördü. O, Efendimizʼi çok rahatsız etti:
“‒Kim bunu yaktı?” dedi. “Ateşle azâb etmek, sadece Rabbʼe mahsustur.” diyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 112)
Bir kişinin hidâyeti, Efendimizʼin bütün acılarını dindiriyor. Tâifʼte taşlandı. Taşlanmayı göze alarak Tâifʼe gitti ve Tâifʼte taşlandı. Bir köle müslüman oldu Addas. Şöyle bir seyretti:
“‒Bu insan başka, bu insan yalan söylemez.” dedi. “Siz kimsiniz?” dedi.
Bir köle müslüman oldu, Efendimiz sevindi, memnun oldu. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 30; Ya’kûbî, II, 36)
Melekler geldi:
“‒İki dağı çarpalım (dedi). Buranın halkı helâk olsun yâ Rasûlâllah!” dedi.
“‒Yok (dedi), ben merhamet peygamberiyim.” dedi. Döndü, Tâif halkına duâ etti. (Bkz. İbn-i Hişâm, II, 29-30; Heysemî, VI, 35; Buhârî, Bed’ül-halk, 7)
Efendimizʼin sîmâlarındaki nûr-i melâhat… Dâimâ sîret / iç dünya, sûrete akseder. İnsanın dâimâ içindeki duyguları dışarı vurur. İçindeki duygulara göre, temiz duygular orada tezâhür eder; merhametti, şefkatti, gönül almaydı, vs…
İçteki kötü duygular da; gıybetti, dedikoduydu, yalandı, dışarıya akseder.
Sîmâlarındaki nûr-i melâhat Efendimizʼin…
Abdullah bin Selâm, yahudilerin hahambaşıydı. Şöyle, hicrette baktı:
“‒Bu insan yalan söylemez.” dedi. (Tirmizî, Kıyâme, 42/2485; Ahmed, V, 451)
Yine Ebû Cehil, Allah ve Rasûlullah düşmanı:
“‒Bak (dedi) Muhammed (dedi), biz Senʼinle beraber büyüdük Mekkeʼde (dedi). Sen hiç yalan söylemedin (dedi). Herhâlde Sana (vahiy) getirenler kandırıyor seni.” dedi.
Âyet-i kerîmede, Sûre-i Enʼam, 33. âyet:
“Onların söyledikleri sözlerin hakîkaten Senʼi üzmekte olduğunu biliyoruz (bu müşriklerin). Aslında onlar Senʼi yalanlamıyorlar, fakat o zâlimler açıkça Allâhʼın âyetlerini inkâr ediyorlar.”
Demek ki dâimâ insanlar, karakter ve şahsiyete hayran. Bir Ebû Cehil bile; “Sen hiç yalan söylemedin.” diyor.
Efendimiz, âilesini toplayıp tebliğ ederken, ilk defa kendi şahsiyetini tescil ettirdi:
“‒Şu dağın arkasında düşman var desem kabul eder misiniz?” dedi.
Onlar:
“‒Sen el-emînsin, es-sâdıksın, içimizde en doğru insan Senʼsin.” dediler. (Bkz. Buhârî, Tefsîr, 26)
Demek ki müslüman dâimâ bu karakterle olacak.
Cenâb-ı Hak bizden nasıl bir müʼmin olmamızı istiyor, Fussilet 33. âyet:
“(İnsanları Kurʼân ile) Allâhʼa çağıran…” Kurʼânʼı yaşayan, Kurʼân ile hidâyete davet eden.
“(İnsanları Kurʼân ile) Allâhʼa çağıran, amel-i sâlihler işleyen, «ben müslümanlardanım» diyenden kimin sözü daha doğrudur?” (Fussilet, 33) diyor.
Demek ki dâimâ bir müʼmin, bir müslüman karakter ve şahsiyetini hayatının her safhasında sergilemesi lâzım.
Lisanlarındaki, Efendimizʼin, selâlet…
O lisandaki güzellik. Kurʼân lisanıyla konuşabilmek.
Cenâb-ı Hak:
قَوْلًا كَرِيمًا (Bkz. el-İsrâ, 23)
قَوْلًا سَدِيدًا (Bkz. en-Nisâ, 9; el-Ahzâb, 70)
قَوْلًا مَعْرُوفًا (bkz. el-Ahzâb, 32)
قَوْلًا لَيِّناً (Bkz. Tâhâ, 44)
Kime hitap edeceksek, kalbimiz nasıl ona bir duygularla dolacak, o şekilde hitap edeceğiz. Onu Cenâb-ı Hak bize telkin ediyor.
Ebû Kursâfe -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Ben, annem ve teyzemle Allah Rasûlüʼne bîat için huzûruna gittik (diyor). Yanından ayrıldığımız zaman annem ve teyzem bana dediler ki:
«‒Yavrucuğum! Bu zât gibisini hiç görmedik. Yüzü Oʼndan daha güzel, elbisesi daha temiz ve sözü daha yumuşak daha birini bilmiyoruz. Sanki mübârek ağzından nur saçılıyordu.»” (Heysemî, VIII, 279-280)
Ve Cenâb-ı Hak bizim de kalbimizin Kurʼân lisanına âşinâ olmasını…
وَقُولُوا لِلنَّاسِ حُسْنًا buyruluyor. “…İnsanlara güzel söz söyleyin…” (el-Bakara, 83)
Efendimiz yine buyuruyor:
“Namazı, hayata vedâ eden bir kimsenin kıldığı namaz gibi kıl.” (İbn-i Mâce, Zühd, 15; Ahmed, V, 412) Bir…
İkincisi:
“…Özür dilemen gereken bir sözü söyleme…” (İbn-i Mâce, Zühd, 15)
Yani düşün, ondan sonra söyle. Sakın bir kalbe diken batırma, buyuruyor Efendimiz.
“…İnsanların elindekine tamah etme.” (İbn-i Mâce, Zühd, 15) İhtirâsın olmasın.
Hazret-i Mevlânâʼnın güzel bir şeyi var. O diyor ki:
“Konuşurken düşün (diyor). Sözün maskarası olma (diyor). Ağzından çıkan kelimeye dikkat et (diyor). Sözün maskarası olma.” diyor.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Bir tatlı dil, bir bağışlama, arkasından incitmenin geldiği sadakadan daha hayırlıdır…” (el-Bakara, 263)
Eğer bir sadaka veriyorsan, o sadakayı verirken incitiyorsan, ondan bir tatlı sözün daha hayırlı, buyuruyor.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Konuşurken nükteli ve hikmetli sözlerle ruhlarınızı dinlendirin. Zira bedenlerin yorulduğu ve zayıfladığı gibi ruhlar da yorulur. İnsanları düşündürücü hikmetli sözlerle îkaz edin ki kalpleri huzur bulsun.”
Demek ki düşüneceğiz, Allah Rasûlüʼnün lisânı böyle hep huzur veriyordu. Hattâ sahâbe diyor:
“Sanki başımızın üzerinde bir kuş var. Kıpırdasak o kuş uçacak gibi dinliyorduk.” (Bkz. Ebû Dâvud, Sünnet, 23- 24)
Demek ki lisânımız ne kadar Allah Rasûlüʼnün lisânına benziyor? Ve kalplere bir huzur tevzî ediyoruz konuşurken?
Efendimiz bazen çok zengin olurdu. Beşte bir ganimet gelirdi. Merhamet sonsuz, onu illâ dağıtacak. Dağıtır, evine çok az bir şey gönderirdi, sonra evindekini de dağıtırdı. Sonra bir garip gelir, şöyle karşısında dururdu. Efendimiz utancından -bir şey veremediği için- yüzünü diğer tarafa çevirirdi.
Cenâb-ı Hak İsrâ Sûresiʼnde:
قَوْلًا مَيْسُورًا (Bkz. el-İsrâ, 28) buyuruyor. “Hiçbir şey veremiyorsan birkaç tane tatlı söz söyle.”
Demek ki müslümanın lügatinde “hayır” olmayacak. Hâlinde asık surat olmayacak. Abus ve alık olmayacak.
Duygulardaki incelik, Efendimizʼde…
Bütün mahlûkâtın bir emânet olduğu telâkkîsi içindeydi.
Sevâde bin Rebî naklediyor:
“Efendimizʼin huzurlarına çıktım (diyor). Kendime bir şeyler istedim (diyor). Bana da (diyor üçle on tane arasında) deve verilmesini söyledi (diyor). Bana (diyor), şu tavsiyede bulundu (diyor):
«Eve döndüğün zaman hâne halkına söyle, hayvanlara iyi baksınlar. Yemlerini güzelce versinler. Yine onlara tırnaklarını kesmelerini emret ki hayvanların memelerini süt sağarken, hayvanları incitmesin. Verirken de alırken de hepsini alma, yavrusuna da bırak.»” (Ahmed, III, 484; Heysemî, V, 168, 259, VIII, 196)
Yine bir bedevî bir ağacı kökünden sallıyordu, yapraklarını (hayvanına) vermek için.
“‒O bedevîyi çağırın ama hırpalamadan çağırın, nezâketle çağırın.” buyurdu. Bedevî geldi.
“‒Sen (dedi), bu (dedi), yaprak alırken (dedi), kökünü incitme.” dedi. (İbnü’l-Esîr, Üsdü’l-Gâbe, Beyrut 1417, VI, 378)
Bütün, “رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ” (Âlemlere Rahmet) bütün mahlûkata rahmet tevzii hâlinde. İşte bir müʼmin de öyle olacak. Rûhundan rahmet taşıracak.
Efendimiz buyuruyor ki:
“Cinlerin ve insanların isyankârları dışında yerle gökte bulunan bütün varlıklar, benim Allâhʼın Rasûlü olduğumu bilirler.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 310)
“İnsanların ve cinlerin isyankârları dışında bütün mahlûkat, benim Allâhʼın Rasûlü olduğumu bilirler.” (Ahmed bin Hanbel, Müsned, III, 310)
Hayvanlar biliyordu. Deve gelip ağlıyordu. Çağırıyordu Efendimiz:
“‒Niye bu hayvana zulmediyorsun?” diyordu. “Kıyâmet günü bunun bir hesabını vereceğini biliyor musun?” diyordu. (Bkz. Ebû Dâvud, Cihad, 44/2549)
Uhud Dağı biliyordu. “Biz Uhudʼu severiz, Uhud bizi sever.” buyuruyordu. (Buhârî, Cihâd 71, 74, Et’ıme 28; Müslim, Hac 462, 503-504)
Uhudʼa çıktığı zaman Uhud titredi:
“‒Sallanma اُسْكُنْ (sâkin ol) Uhud!” dedi. “Üzerinde bir nebî, bir sıddîk, iki şehîd var.” buyurdu. (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 6; Tirmizî, Menâkıb, 18/3703)
Hazret-i Ebû Bekir Efendimizʼin vefatıyla, Hazret-i Osman ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şehîd olacaklarını anladılar.
Kütük tanıyordu. Ağaç tanıyordu; eğilip “es-Selâmu aleyke yâ Rasûlâllah” dedi. Bir münafık, bir müşrik dedi, “gelsin secde etsin” dedi, “bir şey (mucize) göster” dedi.
O da ağaca işaret etti. Ağaç geldi eğildi:
“‒Esselâmu aleyke yâ Rasûlâllah!” dedi. (Bkz. Tirmizî, Menâkıb, 6)
Yine Efendimiz vaaz veriyordu. Sohbet ediyordu. Cemaat çoğaldı. Bir hurma kütüğünün üzerinde sohbet ediyordu. Cemaat çoğaldığı zaman göremez hâle geldi. Bir minber yapılıp minber üzerine çıktı. O zaman -hadîs-i mütevâtir- yani bir kanalla, iki kanalla gelen hadîs-i şerîf değil. Bütün bir cemaat tarafından gelen bir hadîs-i şerîf, hadîs-i mütevâtir, inkâfı küfürdür. Efendimiz hurma kütüğünü bırakıp da minbere çıktığı zaman, hurma kütüğü ağladı diyor.
Bir kısmı diyor ki, hayvanla meşgul olanlar:
“‒Sanki bir deve yavrusunun inlemesi gibiydi.” diyor.
Öbürü diyor ki:
“‒Sanki bir çocuk ağlaması gibiydi.” diyor.
Efendimiz iniyor, sıvazlıyor ve sükûnete eriyor. (Bkz. Buhârî, Cuma, 26; Tirmizî, Menâkıb, 6)
Mevlânâ da diyor ki Mesnevîʼsinde:
“Bak (diyor), o (diyor) bir hurma kütüğü; sen insansın! (diyor.) O nasıl Allah Rasûlüʼnü tanıyor, sen nasıl tanıyorsun?” diyor.
Nazarlardaki derinlik…
Efendimiz dâimâ bir tefekkür hâlindeydi. Kâinattaki her şey ilâhî azametin mührü, ilâhî vitrinler, ilâhî nakışlar…
Efendimiz yürürken ayakucuna bakardı. Sükût hâli daha fazlaydı. İkraʼnın tâlimâtı:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
(“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” [el-Alak, 1])
Her gördüğümüzde, şunu (önündeki çiçekleri) getiren, bir fânî getirdi buraya koydu. Bana olan yakınlığı dolayısıyla koydu. Ben buna, buraya getiren bu kardeşime teşekkür etme mecburiyetindeyim. Peki bunu yaratan Cenâb-ı Hakkʼa karşı? Kimin için yarattı bunu? Ne kadar teşekkür içinde olmam lâzım Rabbime? Vâsıtaya teşekkür ediyorum, sahibine edemiyorum…
Bursevî Hazretleri, Rûhuʼl-Beyanʼda îkaz ediyor:
“Bak (diyor), Allah (diyor) sana (diyor) bir kulak verdi, onun içinde ince kemik var (diyor), bu kemiklerle seni işittiriyor (diyor). İncecik kemiklerle seni işittiriyor (diyor).
Yağdan oluşan bir göz yuvarlağı verdi, onunla görüyorsun (diyor).
Ağzının içinde bir et parçası dolandırıyor, o et parçasıyla sen (diyor) konuşuyorsun (diyor).
Bitkileri meyveleriyle, taneleriyle; hayvanları etleriyle, yağlarıyla; yeryüzünü ağaçlarıyla, nehirleriyle; gökyüzünü yıldızlarıyla onları ışıklandıran, donatan; sana (diyor) geceleri sana libas kılan, bir dinlenmeyi sana tahsis eden; gündüzleri sayısız nîmetlerden dilediği kadar lûtfeden Allâhʼın şânı ne kadar yücedir (diyor).
Ne kadar (diyor) bir teşekkür hâlindesin (diyor). Sanki (diyor) Rabbin her şeyi sana hazırlamış (diyor). Suya ihtiyacın var, bol bol veriyor. Ekmeğe ihtiyacın var, bol bol veriyor. Her şey bol bol sana. Atmosfer senin, iç âlemine göre ayarlanıyor, oksijeni, vesâiresi, azotu.
Bu ne dehşetli gaflet…” diyor Bursevî Hazretleri. (Bkz. Rûhu’l-Beyân Kur’ân Meâli ve Tefsiri, c. 1, s. 94-95, Erkam Yayınları)
Velhâsıl Cenâb-ı Hak bizde, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimizʼin o rûhânî hâlinden sirâyet olmasını Cenâb-ı Hak arzu ediyor.