DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
KİM RASÛLULLÂH’A TÂBÎ OLURSA, O ALLÂH’A TÂBÎ OLMUŞ OLUR
Numûne:
مَنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ اَطَاعَ اللّٰهَ
“Kim Rasûlʼe tâbî olursa o Allâhʼa tâbî olmuş olur.” (en-Nisâ, 80)
Cenâb-ı Hak bize, en büyük rehberi ihsân etmiş, ikram etmiş. İşte sahâbe hep bunun derdindeydi:
“‒Ben bu dünyada bu kadar büyük bir lezzete kavuştum, Allâhʼın en sevgili peygamberiyle, Oʼna ümmet oldum, acaba ben kıyâmette Oʼnunla beraber olacak mıyım?..”
Sahâbenin tek derdi buydu, başka bir derdi yoktu.
Onun için, Efendimizʼin en ufak bir arzusuna:
“‒Canım, malım, her şeyim Sana feda olsun yâ Rasûlâllah!” diyordu.
Efendimiz de:
اَلْمَرْءُ مَعَ مَنْ اَحَبَّ buyururdu. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” (Buhârî, Edeb, 96)
Nasıl dünyada sevdiğimizle beraberiz? Demek ki dünyada ne kadar Allah Rasûlü ile beraberiz? Ne kadar Sünnet-i Seniyyeʼnin muhtevâsı içindeyiz? Ne kadar Efendimizʼin, o kıyamet günü, o zor infilâkta Oʼnun yanında olmayı arzu ediyoruz? Kendimizi test etmeliyiz.
İbrahim Edhem Hazretleri buyuruyor:
“İlâhî muhabbetteki vecd, istiğrakımızı, yani mâneviyatta aldığımız lezzeti eğer krallar bilse, güç sahibi insanlar bilse, eğer gücünü kullanmakla almak mümkün olsa, bütün ordularını üzerimize gönderir, tahtlarından vazgeçerlerdi bizdeki bu lezzeti tatmak için.”
İşte sahâbe hep bu lezzetin içindeydi. Onun için Efendimizʼin en ufak bir arzusunu bekliyorlardı:
“‒Emret yâ Rasûlâllah!” diyorlardı. “Canım, malım Sana fedâ olsun yâ Rasûlâllah!” diyorlardı.
Velhâsıl biz de Allah Rasûlüʼnü ne kadar seviyoruz, ne kadar kıyamet günü beraber olmak istiyoruz?
Velhâsıl, bedeli ödenmeyen bir şeye sahiplik iddiasına kalkışmak, ödenmeyen bir bedelin karşılığını talep etmek, abesle iştigaldir.
Cenâb-ı Hak muhtelif nîmetlerini bildiriyor. Câsiye Sûresiʼnde:
“Göklerde ve yerde ne varsa âmâde kıldık, düşünen bir toplum için.” (el-Câsiye, 13) buyuruyor.
“O sizin için kulakları, gözleri, gönülleri yaratandır, ne de az şükrediyorsunuz!” (el-Müʼminûn, 78) buyruluyor.
Hakîkaten, dünyevî bir şey için ne kadar üzülüyoruz? Ne kadar düşünüyoruz, dünyevî bir problem çıktığı zaman? Acaba son nefesimizi ne kadar düşünüyoruz?
Kabirde nasıl benim hayatım olacak? O kıyâmette, o büyük infilâkta ben nerede olacağım? Bu bizi ne kadar düşündürüyor?
Yine âyet:
“O, yaşatan ve öldürendir, gecenin ve gündüzün değişmesi Oʼnun eseridir…” (el-Müʼminûn, 80)
Hemen Cenâb-ı Hak bizi bir tefekküre dâvet ediyor. Ondan sonra:
“…Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (el-Müʼminûn, 80) buyuruyor.
Bu kadar ilâhî azamet, kudret tecellîleri… Cenâb-ı Hak:
“…Hâlâ aklınızı kullanmıyor musunuz?” (el-Müʼminûn, 80) buyuruyor.
Okunan âyet-i kerîme, Tevbe Sûresi 111 ve 112. âyetleri okundu. Sonsuz nîmet, îman nîmeti. Cenâb-ı Hak bu âyette, bu iki âyette bunun bedelini istiyor bizden. Yani îmânımızı test etmemizi arzu ediyor.
“Ben ne kadar Allâhʼı seviyorum? Ne kadar Rasûlullâhʼı seviyorum? Bu hususta fedakârlığım ne kadar?..”
Kendimizi test etmemizi Cenâb-ı Hak istiyor. Âyetin meâli de:
“Allah müʼminlerden mallarını ve canlarını kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)
Demek ki dünya bir pazar. Âhiret pazarı ve bu pazarın en başta malzemeleri, mallar ve canlar oluyor.
Mal kime âit, can kime âit? Malı veren kim, canı veren kim? Bu hususta bizim fedakârlığımız ne kadar?
Cenâb-ı Hak bu bir pazarlamayı bildiriyor:
“Mallarıyla, canlarıyla Cennetʼi satın aldılar.”
Nasıl satın alacak, âyet-i kerîmede:
“…Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler.” (et-Tevbe, 111)
Yani canlarını fedaya kadar giderler. Hep asr-ı saâdette görüyoruz. Cenâb-ı Hak bu akdin gücünü bildirmek için:
“…Bu, Tevratʼta, İncilʼde ve Kurʼânʼda Allah üzerine bir haktır…” (et-Tevbe, 111) Mukâbilinde Cennetʼi vermek, bir haktır. Üç kitapla, üç kitabın teʼyidiyle Cenâb-ı Hak bildiriyor. Ondan sonra Cenâb-ı Hak soruyor, daha çok iknâ etmek için kulunu:
“…Allahʼtan daha çok sözünde duran kim vardır? (Buyuruyor.) O hâlde Oʼnunla yaptığınız (Allah ile) alışveriş yaptığınıza sevinin.” (et-Tevbe, 111) buyuruyor.
Bu âyet Akabeʼde indi. Akabeʼde Allâhʼa biat etti Medîneli müʼminler. Efendimizʼe biat ettiler. Abdullah bin Revâha sordu:
“‒Yâ Rasûlâllah!” dedi. “Allâhʼa biat ediyoruz, Sana biat ediyoruz, bunun mukâbili ne var?” dedi.
Efendimiz:
“‒Cennet var.” buyurdu.
Bunun üzerine bu âyet-i kerîme indi.
Abdullah bin Revâha:
“‒Yâ Rasûlâllah! (Dedi.) Biz bu pazarlıktan, bu ticaretten dönmeyiz.” dedi.
Mûteʼye giderken de Efendimiz üç tane şehid olacak kumandan saydı. Abdullah bin Revâha, üç kumandandı. Yüzünü hiç kırıştırmadan bir tebessümle Mûteʼye kadar gittiler. Üçü de şehîd oldu.
Hep Cenâb-ı Hak bize âyetlerden mesajlar, ashâb-ı kirâmdan numûneler…
Velhâsıl maldan misal.
Mallarıyla, canlarıyla Cennetʼi kazanmamız. İnsan bu cihâna sahip olmak için değil, Allâhʼın şâhidi olmak için geldi. Allâhʼın dîninin şâhidi olmak, Allâhʼa kul olmak için geldi. Yani mülkiyet sahibi değil, emânetçi olarak geldi. Müʼminin sanatı, Allâhʼın ihsân ettiği mal emânetini güzelce ve Oʼnun rızâsı doğrultusunda kullanabilmektir.
Onun için Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- servetini ne var ne yok Allah yolunda infâk ediyor. Hattâ o sayılan kölelerin çoğunun âzâd edilmesinde Hazret-i Ebû Bekir Efendimizʼin büyük şeyi var.
Hazret-i Osman -radıyallâhu anh-… O zaman bir tatlı su yoktu. Bir kuyu vardı, Rûme Kuyusu. Onu büyük bir bedelle satın aldı. Bir gün müslümanlar kullanacak, bir gün gayr-i müslimler kullanacak. Müslümanlara yetmeyince yine büyük bir servetle tamamını aldı. Ondan sonra da o kuyudan kendisi tatlı su almak için sıraya girdi.
Ebû Talha -radıyallâhu anh-… Mescid-i Nebevîʼnin bugünkü kadınlar kapısının orada altı yüz ağaçlık bir hurma bahçesi vardı. Bu;
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ âyeti inince:
“Sevdiklerinizden vermedikçe (Allâhʼa yaklaşamazsınız) birre vâsıl olamazsınız…” (Âl-i İmrân, 92) gelince, onu hibe etti. Hattâ bahçesinin yanına gitti. Hanımı oradaydı. Bahçede oturuyordu hurma ağacının altında:
“‒Ebû Talha! (Dedi.) Niçin içeri girmiyorsun?” dedi.
Tereddüt etti, acaba nasıl bir cevap gelecek hanımından, onun tereddüdüyle:
“‒Artık bu bahçe bizim değil.” dedi.
“‒Niçin? (Dedi.) Bu bahçeyi, Ebû Talha, sen de çok seviyorsun, ben de çok seviyorum.”
“‒Evet (dedi), bugün bir âyet indi. (Sanki inen her bir âyet gökten inen bir sofra gibiydi.) Bugün bir âyet indi.
لَنْ تَنَالُوا الْبِرَّ حَتّٰى تُنْفِقُوا مِمَّا تُحِبُّونَ
«Sevdiklerinizden vermedikçe Allâhʼa yaklaşamazsınız.»
Bu bahçeyi sen de ben de çok seviyorduk. Onun için bu bahçeyi vakfettik.”
“‒Peki (dedi) Ebû Talha (dedi), beni de hissene kattın mı?” dedi.
“‒Kattım.” dedi.
“‒O zaman ben de eşyalarımı toplayayım (dedi), bu bahçe mâdem artık bizim değil, terk edeyim.” dedi.
İşte ashâb-ı kirâm buydu. Yani bir âyet indiği zaman o âyetin ben nasıl şümûlüne gireceğim?..
Canlarıyla Cennetʼi satın aldılar:
Abdullah bin Câbir… Câbirʼin babası Uhudʼa giderken dedi:
“‒Câbir! (Dedi.) Oğlum (dedi), ben Uhudʼa gidiyorum (dedi), harbe gidiyorum (dedi). Allah yolunda gazâya gidiyorum (dedi). Ümîd ederim ki -inşâallah- Cenâb-ı Hakʼtan, ilk şehid ben olacağım (dedi). Senin de şehid olmanı isterim ama evde (dedi) benim yetimlerim var (dedi). Biraz da borçlar var (dedi). Onu arkamdan ödersin.” dedi.
Velhâsıl (Ebû) Eyyûb el-Ensârî Hazretleri de iki sefer, seksen küsur yaşında İstanbulʼa geldi. İstanbulʼu, Allah Rasûlüʼnün;
لَتُفْتَحَنَّ اْلقُسْطَنْطِنِيَّةُ (“İstanbul elbette fetholunacaktır…” [Ahmed, IV, 335; Hâkim, IV, 468/8300]) hadîs-i şerifi(nin müjdesi)ne nâil olabilmek için.
Velhâsıl canlarıyla, mallarıyla Cennetʼi satın alabilmek.
Velhâsıl ecdâdımıza baktığımız zaman, bugün hep o ecdâdın nîmetleriyle perverdeyiz. O selâtîn câmîler onların eserleri. Terkos Gölü onların eseri. Birçok eserler, hep onların. Onların şeyleri çalışıyor devamlı.
Hattâ takvâya vâsıl olununca, incelikler, zarâfetler artıyor, kalp derinleşiyor. Kalp bir çiçek bahçesinden daha bir nefis hâle geliyor.
Meselâ Bezm-i Âlem Vâlide Sultanʼın Şamʼda bir vakfiyesi var. Bugünkü insanın hayâli eremez. Diyor ki o vakfiyenin bir maddesinde:
“Çalışan müstahdemlerin kırdıkları eşyalar, bu vakıf tarafından tazmin edilecek. Zira bir müʼminin kalbine bir diken batırılmayacak, azarlanmayacak.”
Hep bunlar Cennetʼi tahsil etme, Cennetʼi kazanabilmenin gayretleri.
Cenâb-ı Hak bize “ashâb-ı kirâm”ı bildiriyor Tevbe Sûresiʼnin 100. âyetinde. Burada Mekkelileri bildiriyor. O ilk on üç senede Mekkeʼde yaşayanları bildiriyor.
Onlar, mallarını ve canlarını tehlikeye atarak orada kalplerini korudular. Tâ hicret emri gelene kadar. Ambargolar kondu. Her şeye katlandılar. Hicret emri geldi.
“Ensar” buyruluyor âyet-i kerîmede. Medîneʼde dînini yaşamak için bütün fedakârlığa katlandılar. O câhiliye âdetleri tek tek kalktı. Her inen âyete; “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا : (işittik ve itaat ettik”) (Bkz. el-Bakara, 285) dediler. “Sanki gökten bir sofra iniyor Allah rızâsını kazanmak için” dediler.
Cenâb-ı Hakkʼa olan bu dostluğun teşekkürü için de Allâhʼın şâhidi olarak bütün dünyaya dağıldılar. Tâ Çinʼe kadar gittiler. Afrikaʼya girdiler. Atlas Okyanusuʼna kadar vardılar. Tâ Kazanʼa kadar gittiler Hazret-i Osman -radıyallâhu anh- zamanında. Ömer bin Abdülaziz zamanında İspanyaʼya kadar çıktılar.
Hep bunlar neydi? Allâhʼın verdiği bu îman nîmetinin bedelini ödeyebilmek.
Hattâ bir misal var Uhud gâlibiyeti ortada oldu, ortada bitti. Fakat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz o müşriklerin Hamrâuʼl-Esedʼe kadar kovalanmalarını arzu etti. Yani müslümanların gücünü görsünler. Bir daha yeltenmesinler diye.
Orada Âl-i İmrân Sûresiʼnin 172. âyetinde, iki sahâbînin bir derdi var. İkisi de yaralı. Diyorlar ki:
“‒Biz (diyorlar) nasıl (diyorlar) Allah Rasûlüʼnün bu emrini yerine getirelim? Nasıl bu bir sünnetten mahrum kalmayalım? Çünkü Allah Rasûlü emretti. Fakat ikimiz de yaralıyız…”
Hafif yaralı diyor ki kardeşine, ağır yaralıya:
“‒Bin sırtıma (diyor), Hamrâuʼl-Esedʼe kadar (diyor) biz de (diyor) böyle topallaya topallaya gidelim.” diyor.
Âyet-i kerîmede Cenâb-ı Hak:
“Yara aldıktan sonra yine Allah ve Peygamberʼin davetine ittibâ edenler, bunların içinden amel-i sâlih işleyenler ve takvâ sahibi olanlara pek büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 172) buyuruyor.