DİNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
EN KAZANÇLI TİCARET NEDİR?
Yine Cenâb-ı Hak bize bir ticâret gösteriyor. Nasıl bir ticaret yapalım ki bu ticaret neticesinde… Esas ticaret, âhiret ticareti. Âhiret için dünyaya geldik. Dünyaya bir talebe olarak, imtihan olarak geldik.
Âyet-i kerîme:
“Ey îmân edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?” (es-Saff, 10)
Acı bir azaptan kurtaracak. Basit bir şey değil. Acı bir azaptan kurtaracak.
“Allah ve Rasûlʼüne inanır (îmân eder, îmânın göstergesi) mallarınız ve canlarınızla Allah yolunda cihâd edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. İşte bu takdirde Allah, sizin günahlarınızı bağışlar, sizi zemininden ırmaklar akan Cennetlere, Adn Cennetlerindeki o güzel meskenlere koyar. İşte bu en büyük kurtuluştur.” (es-Saff, 11-12) buyruluyor.
Diğer okunan âyet-i kerîme, Sâffât Sûresiʼnde, Cenâb-ı Hak nasıl bir dost olacak kuluyla. Cenâb-ı Hak, İbrahim -aleyhisselâm-ʼı misal veriyor:
İbrahim -aleyhisselâm- nasıl dost oldu? İkinci büyük peygamber. Malıyla dost oldu, Halil İbrahim bereketi oldu. Canıyla dost oldu, ateşe girdi, ateş gülistana döndü. Canıyla dost oldu. Tek kendisinin devam eden parçası, çok sevdiği oğlu vardı İsmail -aleyhisselâm-. En ağır bir dostluk (imtihanı), orada Cenâb-ı Hak onu kurban etmek için… Çünkü öyle bir vaad etmişti İbrahim -aleyhisselâm-. O şekilde hanımına dedi, Hâcer Vâlidemizʼe:
“‒Oğlunu (dedi) süsle (dedi), guslettir.” dedi.
“‒Ne yapacaksın?” dedi.
“‒Onu bir dostuma götüreceğim.” dedi.
Aldı şeyi, yolda giderken de:
“‒Oğlum.” dedi.
Herhâlde belki 7-9 yaşlarındaydı.
“‒Öyle bir emir geldi (dedi), ben seni kurban edeceğim.” dedi.
“‒Baba, râzıyım.” dedi.
Tam Akabeʼye geldiklerinde, Akabe, o şeytan taşlama yerine geldiklerinde… Cenâb-ı Hak o ihlâsı devam ettiriyor tâ kıyamete kadar.
Büyük şeytan geldi. Dedi ki:
“‒İbrahim (dedi), senin gördüğün rüyâ şeytânîdir (dedi). İnsan oğlunu keser mi?” dedi.
Döndü İsmail -aleyhisselâm-ʼa döndü:
“‒Bak çocuk (dedi), baban seni kesmeye götürüyor.” dedi.
İkisi de taşladılar. Demek ki şeytan taşlama, sırf hacda olan iş değil. Cenâb-ı Hak:
“اَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الشَّيْطَانِ الرَّجِيمِ”
(Taşlanmış/kovulmuş şeytandan Allâhʼa sığınırım.) Her an bizim amel-i sâlihlerle şeytan taşlamamızı istiyor.
Ne kadar amel-i sâlih işlersek o kadar şeytan taşlarız. Eğer amel-i sâlih işlemezsek, fücûra meyledersek, o zaman bizi şeytan taşlamaya devam ediyor.
En nihâyet o kurban kesme mahalline vardılar. İsmâil -aleyhisselâm- ile İbrahim -aleyhisselâm- vedalaştılar kıyamette görüşmek için.
“‒Baba (dedi) gözlerimi bağla (dedi). Bana bakma (dedi), evlâtlık şeyiyle belki (dedi) tereddüt edersin.” dedi.
Velhâsıl tam bıçağı boğazına koyunca, Cenâb-ı Hak:
“‒İbrahim, sana selâm!” dedi. “Sana selâm olsun İbrahim!” dedi. “Bu (dedi), zor, açık, büyük bir imtihandı.” dedi.
“Bir nam verdik.” buyuruyor İbrahim -aleyhisselâm-ʼa. “O bizim müʼmin kullarımızdandı.” buyuruyor. Yani Cenâb-ı Hakkʼın müʼmin sıfatının tecellî ettiği bir kul olduğunu bildiriyor. (Bkz. es-Sâffât, 103-109)
Yine İbrahim -aleyhisselâm- Allâhʼın verdiği nîmetleri dâimâ tefekkür hâlindeydi. Dâimâ Cenâb-ı Hakkʼa bir acziyet içindeydi. Yaptıklarını az görüyordu kullukta.
“وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ” buyuruyor.
“Yâ Rabbi! (Diyor.) Beni kıyâmet günü mahcup etme yâ Rabbi!” diyor. (Bkz. eş-Şuarâ, 87)
Çünkü peygamberlere de Cenâb-ı Hak, verdikleri nîmetlerden sorulacaklarını bildiriyor.
“Gönderdiğimiz toplumlara ve gönderdiğimiz peygamberlere de hesaba çekileceğini” Cenâb-ı Hak bildiriyor. (Bkz. el-A‘râf, 6)
Kendi durumumuzu da test etme durumundayız.
Velhâsıl Cenâb-ı Hak:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6]) buyuruyor. Her zorluktan sonra kolaylık geliyor.
Velhâsıl dünyada da bu nefsin arzularına katlanılacak, kalp merhaleler katedecek. Cenâb-ı Hakkʼa güzel bir dost olacak. Ondan sonra:
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
Bir huzur hâli, bir kolaylıklar gelecek.
Nasıl olacağız?
فَاِذَا فَرَغْتَ فَانْصَبْ وَاِلٰى رَبِّكَ فَارْغَبْ
(“Boş kaldın mı hemen (başka) işe koyul ve yalnız Rabbine yönel.” [el-İnşirah, 7-8])
Müʼminin boş şeyi olmayacak. Bir hayrı bitirip diğer hayra koşacak. Boşluk, Cenâb-ı Hak istemiyor. Boşluk olduğu zaman nefsânî hayat kendini gösterir.
Bu, Cennetʼi satın alanların durumlarını Cenâb-ı Hak bildiriyor.
Onlar; “اَلتَّائِبُونَ” Hep tevbe hâlinde olanlar, istiğfâr hâlinde olanlar. (et-Tevbe, 112)
Tevbenin en güzel kıvam vakti de ne zaman? Her zaman. Fakat bilhassa;
وَالْمُسْتَغْفِرِينَ بِالْاَسْحَارِ
Seherlerde istiğfâr edebilmek. (Bkz. Âl-i İmrân, 17) Aczimizi düşünmek. Cenâb-ı Hakkʼın lûtuflarını tefekkür etmek. Yaptığımız amel-i sâlihleri az görebilmek.
Efendimiz; “Yetmiş kere, yüz kere istiğfâr ederim.” buyuruyor. (Bkz. Ebû Dâvud, Vitr, 26; İbn-i Hanbel, Müsned, II, 450)
Kendi kendimizi bir (muhâsebe etmeliyiz). Allâhʼın verdiği nîmetlerin ne kadar bedelini ödüyoruz? Cenâb-ı Hak zira;
“…Şükreden kullarım azdır.” (es-Sebe’, 13) buyuruyor. O şekilde, canhıraş şekilde;
“اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْغَظِيم” O istiğfârın içinde bulunabilmek. Hayatımızda o istiğfârın içine girebilmek. O “اَسْتَغْفِرُ اللهَ الْغَظِيم”in arkasında durabilmek. Bir tevbe-i nasûh hâline gelebilmek. Yanlışlıklarımızdan nefret edebilmek.
Ondan sonra “اَلْعَابِدُونَ” buyruluyor. İbadet edenler. (et-Tevbe, 112)
Hep ibadetler bizim için. Bütün kâinat ibadet etse etmese Allâhʼın azamet-i ilâhiyyesi değişmez. Namaz, bizim menfaatimize. Namaz zarûrî.
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) buyruluyor.
“…Fahşâdan, münkerden men eder…” (el-Ankebût, 45) buyruluyor.
Fakat;
قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ
“Müʼminler felâh buldu.” (el-Mü’minûn, 1) Namazları huşû ile kılmanın zarûrî olduğunu Cenâb-ı Hak bildiriyor. Huşû zarûrî. Yani kalp ve beden âhengi içinde bütün ibadetler olacak.
Oruç öyle olacak. O da Allâhʼın nîmetlerini bize tefekkür ettirecek. “Aman yâ Rabbi!” dedirtecek nîmetlerini düşündürüp. Diğer mahlûkata ne kadar nîmet veriyor, bize kaç türlü nîmet Cenâb-ı Hak veriyor?
Zekât, infak, sadaka… Mal kimin? Biz mülkiyet için gelmedik. Cenâb-ı Hak bir imtihan olarak ihsân etti. Ne kadar verdiyse o bir imtihan. Vermediyse o da bir, belki ayrı bir selâmet.
Rivâyete göre Süleyman -aleyhisselâm- bile çok Cenâb-ı Hak nîmet verdiği için, hesabından dolayı diğer bâzı peygamberlerden daha geç Cennetʼe girecek.
“اَلْحَامِدُونَ” (et-Tevbe, 112) Kul devamlı hamd edecek, yani övgü. Neyi görse Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayacak. Her gördüğü vitrinde, ilâhî vitrinde Cenâb-ı Hakʼla buluşacak. Gördüğü bir çiçekte Cenâb-ı Hakʼla buluşacak. Evlâdına bakıp Cenâb-ı Hakʼla buluşacak. Yediği nîmetlere bakarak; kim verdi, niçin verdi, niye verdi?.. Cenâb-ı Hakʼla buluşacak. Ne kadar helâliyetine dikkat edecek?
Velhâsıl hep “hamd edenler”. (Bkz. et-Tevbe, 112)
اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ رَبِّ الْعَالَمِينَ
(“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allâh’a mahsustur.” [el-Fâtiha, 2])
İlk âyet. Her rekâtta tekrarlattırıyor bize Cenâb-ı Hak. Demek ki kul dâimâ bir hamd; “Yâ Rabbi! Sana sonsuz şükürler olsun! Hamd olsun!” Kalp bu hâlde olacak, ne ahvâlde olursa olsun.
“اَلسَّائِحُونَ” Allâh için yolculuk edenler. Oruç tutanlar. (Bkz. et-Tevbe, 112)
“اَلرَّاكِعُونَ” secdesi ayrı bir, rükûsu ayrı bir güzellik olanlar. (Bkz. et-Tevbe, 112)
“اَلسَاجِدُونَ” secdesi ayrı bir güzellik olanlar. (Bkz. et-Tevbe, 112)
“…Secde et ve yaklaş.” (el-Alak, 19) Cenâb-ı Hak buyuruyor.
“…Emr biʼl-mârûf ve nehy aniʼl-münkerde bulunanlar…” (et-Tevbe, 112)
Kalp terakkî edecek. Kalp merhaleler katedecek. O kalple emr biʼl-mârûfta bulunacak.
Ondan sonra;
وَالْحَافِظُونَ لِحُدُودِ اللّٰهِ
Allâhʼın verdiği hudutlara dikkat edecek. (Bkz. et-Tevbe, 112)
En mühimi de bu, en zoru da bu. Allâhʼın verdiği hudutlara dikkat edecek.
Kardeşler! Zâhirî farzlar var. Buna dikkat etmeye çalışıyoruz. Nedir bu zâhirî farzlar? Namaz, oruç, zekât, hac vs.
Fakat Cenâb-ı Hak buyuruyor Efendimizʼe:
“Sen en güzel bir ahlâk üzeresin.” (Bkz. el-Kalem, 4) buyuruyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Kıyamet günü müʼmin kulun terazisinde güzel ahlâktan daha ağır bir şey bulunmaz.” (Tirmizî, Birr, 62)
Demek ki burada zâhirî farzların yanında bâtınî farzlarımız ne kadar bizim? Bunun en başında cömertlik geliyor, merhamet geliyor.
Sahâbe diyor ki:
“‒Yâ Rasûlâllah! Biz hepimiz cömertiz.” diyorlar.
“‒Yok!” diyor Efendimiz. “Gerçek cömertlik, âm ve şâmil merhamettir. bütün, Allâhʼın mahlûkâtına.” (Hâkim, IV, 185/7310)
Ne kadar, kâinatta Allâhʼın mahlûkâtı varsa, neyle karşılaşırsan, hepsine merhamet. Cenâb-ı Hak hepsinin rızkını veriyor, hepsini yaşatıyor. Bizden de Cenâb-ı Hak merhamet istiyor.
Mevlânâ diyor ki:
“Şems (diyor) bana bir tek şey öğretti. (Tabi o, her şeyin en başında geliyor.) Eğer (dedi), bir muzdarip varsa dünyada, bir üşüyen varsa sen Celâleddîn, ısınma hakkına sahip değilsin (dedi). Ben de biliyorum ki üşüyen de var muzdarip de var, onun için ben bir türlü ısınamıyorum.” diyor.
Tabi bu neyin, bu kalbin ısınması, bedenin değil.
Velhâsıl cömertlik, îmandan gelen bir merhamet mahsulü. Merhamet ise, başkalarının mahrumiyetini telâfî için onların yardımına koşmak.
Demek ki bir Sûriyeʼnin ıztırâbını duyabilmek bugün. Bir Gazzeʼnin ıztırâbını duyabilmek.
“Allah Teâlâ cevâddır, yani cömerttir ve ihsan sahibidir, bu sebeple cömertliği sever…” (Süyûtî, I, 60)
Cenâb-ı Hak da bizim cevâd olmamızı istiyor. Yani ismen cevad değil, fiilen cevad olmamızı arzu ediyor.
Velhâsıl çok hadîs-i şerîfler var.
Diğer bir husus, farzlardan: Adâlet, hak ve hukuk. Bu da çok mühim. Her Cuma hutbesinde okunuyor:
“Allah Teâlâ, adâleti…” (en-Nahl, 90)
Demek ki en mühim adâlet. Bu adâlet çok zor bir şey. Hakkı tevzî edebilmek. En basiti, bir araba kullanırken (haksız şekilde) sollayarak o kadar arabayı geçmemek. Bir balkondan bir kilimi silkelememek, aşağıdaki komşuya zarar vermemek.
“Komşularınıza yemek kokusuyla eziyet etmeyin.” buyruluyor. (Bkz. Şuab, VII, 83; Kurtubî, V, 120-123)
Bir hak-hukuk. İşte bugün kebaplar mebaplar, dönerler mönerler nasıl sergileniyor? Nasıl bir mahrum gözler takılıyor? O mahrum gözlerin takıldığı şeyler, ne kadar şifâ verebilir?
“…Adâleti, ihsânı, akrabaya yardımı kesinlikle emreder. Çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt veriyor.” en-Nahl, 90 buyruluyor.
Yine;
“Cenâb-ı Hak mutlakâ emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder…” (en-Nisâ, 58) buyuruyor.
Bunun için -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz ashâb-ı kirâmı topladı vefâtına yakın. Tabi kendi şahsında ümmete misal verdi.
“Dünyada rezil olmaktan âhirette rezil olmak çok daha beterdir.” buyurdu. (İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 319)
“Helâlleşin” buyurdu. Kendinden misal vererek:
“Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım, gelsin vursun buyurdu. Kimin malını bilmeden almışsam işte malım, gelsin alsın.” buyurdu. (Bkz. Ahmed, III, 400)
Hepimizin üzerinde dikkat edeceğimiz, hakîkaten bir yanlışlıkla bir çatık kaşta bulunduk mu? Bir kalbe diken batırdık mı? O, tâ kıyâmete gidiyor.
اِقْرَاْ كِتَابَكَ
(“Kitabını oku!..” [el-İsrâ, 14])
O bizim dosyadan oraya havâle ediliyor. Nasıl bugün bir kompitüre bir bastığınız zaman bir noktaya, istediğin yere gönderiyorsun, onun çok daha ötesinde hak-hukuk… Bunu da, hak-hukuku da Allâhʼın affının dışında bırakıyor Cenâb-ı Hak, kıyamete gidiyor.
Onun için, -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz kul, hakşinas olacak, hakka, hukuka dikkat edecek. Efendimiz vefat ederken de, iki şey üzerinde çok durdu. Râvî diyor ki:
“Allah Rasûlüʼnün sesi kısıldı, devam ediyordu:
«Namaz, namaz, namaz, (ikincisi de) emrinizin altındakilerin hukukuna dikkat edin.»” (Beyhakî, Şuab, VII, 477)
Bilhassa buna iş sahiplerinin, güç sahiplerinin çok dikkat etmesi lâzım.
Çünkü karşısındaki, onun altında olduğu için ona mukâbelede bulunamaz. Eğer bir yanlışlık yapmışsa hemen onu bertaraf etmeye çalışması lâzım. Gönlünü almaya çalışması lâzım. Bak onun için Bezm-i Âlem Vâlide Sultan, Şamʼda kurduğu vakıfta, müstahdemlerin sehven, yanlışlıkla kırdığı eşyaları tazmin vakfı kurdu ki bir müʼminin kalbine bir diken batırılmasın. Hem batırılan incinmesin, hem de batıran günaha girmesin.
Tevâzû. Bu da farz. Ne buyuruyor Cenâb-ı Hak:
“İbâdurrahmân / Allâhʼın rahmetinin tecellî ettiği kullar, yeryüzünde mütevâzı olarak dolaşırlar…” (el-Furkân, 63)
Bize neyi, kim verdi? Vermese olur muydu? Onun için Allâhʼın bir kulunu -Allah korusun- istihfâf etmek, istihkār etmek, çok büyük bir cürüm olmuş oluyor.
Cenâb-ı Hak:
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍ
(“İnsanları arkadan çekiştiren, kaş göz işaretiyle alay eden her kişinin vay hâline!” [el-Hümeze, 1]) Hepsine yazıklar olsun buyuruyor. Kaş-göz işaretinde bulunanlar, küçümseyenler vs. Sen öyle olabilirdin, o senin gibi olabilirdi.
Mevlânâ da diyor ki:
“Toprak gibi ol.” diyor.
Nasıl toprağa, bütün mahlûkat toprağa, gezer, çiğner, cürûfunu yapar. Toprak temizler onu, bereketlendir. İşte toprak gibi ol buyruluyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Allah Teâlâ bana, o kadar mütevâzı olun ki kimse kimseye böbürlenmesin, kimse kimseye zulmetmesin diye emretti.” (Müslim, Cennet 64)
Nihâyet âyet-i kerîmede:
“İşte âhiret yurdu. Biz onu yeryüzünde böbürlenmeyi ve bozgunculuğu arzulamayan kimselere veririz. (En güzel) âkıbet, takvâ sahiplerinindir.” (el-Kasas, 83)