Kıssalardan Hisseler
Yüzakı Dergisi, Yıl: 2021 Ay: Haziran, Sayı: 196
Meşhur menkıbelere göre;
Yûnus Emre, çok fakir bir kimse olup geçimini çiftçilik yaparak temin etmekteydi. Bir ara büyük bir kuraklık oldu ve hiçbir mahsul elde edemedi. Fakirliği büsbütün belini büktü. Çaresiz bir vaziyette idi.
Birçok kerâmet ve yardımlarını işittiği Hacı Bektâş-ı Velî Hazretleri’nin dergâhının yoluna düştü. Giderken;
«Boş giden boş döner» düstûrundan hareketle yanına bir miktar alıç (dağ yemişi) aldı. Dergâha vardığında dervişlere şöyle dedi:
“–Ben fakir bir kimseyim. Bu alıçları Hazret’e hediye olarak getirdim. Ne olur bunu kabul edin de bana bir miktar buğday verin! Zira kıtlık, bizi perişan eyledi…”
Durumu öğrenen Hacı Bektâş-ı Velî; fakir Yûnus’a, ondaki meknûz istîdat ve cevheri keşfederek alâka gösterdi. Onu birkaç gün dergâhta misafir etti. Ancak Yûnus; ev halkının kendisinden yiyecek beklediğini ifade ederek, gitmek için dervişler vasıtasıyla izin istedi. Dervişler, keyfiyeti bildirdiler. Hacı Bektâş-ı Velî, haber gönderdi:
“–Sorun Yûnus’a; buğday mı ister, yoksa erenlerin himmetini mi?”
Bîçâre Yûnus, buğday istedi. Hacı Bektâş-ı Velî, onu uyandırmak için teklifini tekrarlattı ise de Yûnus, her defasında «buğday»ı tercih etti.
HİSSE: RIZIK ENDİŞESİ
Yûnus’un bu safhadaki hâli, aslında dünya imtihanındaki insanın hâlidir.
Dünya hayatında, Allah rızka kefildir. Buna rağmen insan tevekkül edemez de, rızık husûsunda endişelere kapılır ve çaresizlik hisseder. Bu yüzden kıymetli ömürler, dünya telâşları içinde hebâ olur gider.
Şeyh Sâdî şöyle dile getirir:
“Yazın ne yiyeyim, kışın ne giyeyim derken değerli ömür böylece hebâ olup gitti!”
Hâlbuki hadîs-i şerifte buyurulmuştur:
“Eğer siz Allâh’a gereği gibi tevekkül etseydiniz; (Allah), kuşları doyurduğu gibi sizi de rızıklandırırdı. Kuşlar sabahları kursakları boş olarak çıktıkları hâlde akşam doymuş olarak dönerler.” (Tirmizî, Zühd, 33; İbn-i Mâce, Zühd, 14)
Yersiz endişe, insanı dünyada gerçek nasîbini aramaktan alıkoyar. Dünya, âhiretin tarlasıdır. Ömür, âhireti kazanması için insana verilmiş bir sermâyedir.
Bir Hak dostu ne güzel söyler:
“Bu cihan;
- Âkıller için seyr-i bedâyî (ilâhî sanat tecellîlerini temâşâ ve hikmetlerle rûhânîleşme);
- Ahmaklar içinse, (diğer mahlûkat gibi) yemekle şehvet!”
Yûnus’un bu tercihi üzerine; Hazret-i Pîr’in emriyle, arzu ettiği buğday kendisine verilerek yolcu edildi. Dergâhtan arzusuna nâil olduğu için sevinçle ayrılıp köyüne doğru yola koyulan Yûnus, olup bitenleri düşünmeye başladı. Düşündükçe de ne büyük bir yanlışlık yaptığının farkına vardı.
Yûnus nihayet yarı yoldan dönerek tekrar dergâha koştu. Telâş ve nedâmet içinde dervişlere;
“–Erenler! Buğdayı geri alın ve Pîr Hazretleri’ne himmet istediğimi bildirin! Bahsettiği nasîbi ihsân eylesin!” dedi.
Ancak iş işten geçmişti.
HİSSE: PİŞMANLIK
Fahr-i Kâinat -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir gün ashâbına şöyle buyurdular:
“–Ölüp de pişmanlık duymayacak hiçbir kimse yoktur.”
Sahâbe-i kiram;
“–Onun pişmanlığı nedir yâ Rasûlâllah?” diye sordular.
Efendimiz şöyle cevap verdi:
“–Sâlih bir kişi ise, bu hâlini daha fazla artırmamış olduğuna pişman olacaktır.
Kötülük eden bir kişi ise, o kötülükten vazgeçmemiş olduğuna pişman olacaktır.” (Tirmizî, Zühd, 59)
Pişmanlığın fayda vermesi için, son nefesten evvel insanı harekete geçirmesi gerekir. Yûnus da çok geç olmadan dergâha dönmüştü.
Lâkin Hacı Bektâş-ı Velî, Yûnus’a;
“–Artık nasîbinin anahtarı Tapduk Emre’dedir.” dedi.
Bunun üzerine Yûnus, doğruca Tapduk Emre’nin dergâhına vardı. Ona olup bitenleri anlattı. Sükûnetle kendisini dinleyen Tapduk Emre de;
“–Yûnus! Hizmet eyle, himmet eyleyelim!” buyurdu. Sonra da dergâha odun getirme işini ona tevdî eyledi. Gönlü Hak ve hakikat sırlarına erebilmenin vecd ve heyecanıyla tutuşan Yûnus, büyük bir aşk ve görülmemiş bir şevk ile verilen vazifeyi îfâya başladı.
HİSSELER: HİZMET ve GAYRET
Hizmet ve gayret, mâneviyat yolunun en bereketli vesilesidir.
Hizmet, Allâh’a kulluktur. Dînine yardımdır. Yaşamak ve yaşatmaktır.
Hizmet ve gayret; mahlûka şefkat nazarıdır. Kimsesizlere imdattır, muzdariplerle hemhâl olmaktır.
Hizmet; hiçlik ve tevâzu ile benliği eritmektir.
Nitekim Bursa Kadısı Mahmud, hizmet ile Aziz Mahmud Hüdâyî olmuştur. Mürşidi Üftâde Hazretleri’nin işaretiyle dergâhta temizlik yapmış ve çarşılarda kaftanıyla ciğer satmıştır.
Zâhirî ilimlerdeki mertebesi sebebiyle, Şemsü’ş-şümûs / Güneşler Güneşi diye anılan Hâlid-i Bağdâdî; bir yıllık yolculuktan sonra Abdullah Dehlevî Hazretleri’nin dergâhına vardığında, kendisine tuvaletlerin temizliği hizmeti verilmiştir.
Şâh-ı Nakşibend Hazretleri de üstâdı Emir Külâl Hazretleri’nin emriyle yıllarca sokakları temizlemiş, sokak hayvanlarına ve hastalara bakmıştır. Nâil olduğu mânevî derecâta, en ziyâde bu hizmetler vesilesiyle eriştiğini söylemiştir. Eriştiği hiçlik noktasında şöyle demiştir:
Âlem buğday, ben saman,
Âlem yahşî, ben yaman!
Şiirlerini inceleyenler, Yûnus Emre’nin de medrese tahsili görmüş bir ilim talibi olduğunu ifade etmektedir. Hattâ Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri gibi kadı olduğuna dair de rivâyetler vardır. İlimdeki bu mertebesine rağmen, enâniyetten kurtulmak için dergâha odun toplama hizmetine muhabbetle talip olmuştur.
Zira;
Hizmetten uzak duranlar, hiçbir mânevî terakkî elde edemezler.
Denilmiştir ki;
Üç türlü insan Allah’tan uzaktır:
- Rahatlarını düşünerek hizmetten kaçanlar…
- Hassas olduklarını öne sürerek ızdırap ve sefâletlerin civarına yaklaşamayanlar; «Benim içim kaldırmıyor!» diyerek, kendine mâzeret bulanlar…
- Gafiller topluluğu ile beraber olanlar…
Yûnus, kendisine verilen dergâha odun getirme vazifesini îfâda -bir gün bile aksatmamak şartıyla- nice yıllar tarifsiz bir gayret göstermiştir. Hem nasıl bir gayret! Getirdiği her odunun kalem gibi dümdüz olmasına dahî dikkatle dolu bir gayret…
Bunun farkında olan Tapduk Emre Hazretleri, bir gün Yûnus’un getirdiği odunlardan birini eline alarak sordu:
“–Yûnus! Sana nicedir sormadığımı bugün sorayım: Hepsi böyle mi bu odunların? Hepsi ok gibi dümdüz mü?..”
“–Hepsi öyle Sultânım!”
“–Hiç eğrisi yok mu?”
“–Yok Sultânım!”
“–Bunca yıldır dağda hiç eğri oduna rastlamadın mı Yûnus?..”
Yûnus, şu meşhur cevabı verdi:
“–Sultânım!
Bilirim ki, sizin kapınızdan içeri hiçbir eğrilik girmez; odun bile olsa!..”
HİSSELER: SIDK ve İSTİKAMET
Süfyân bin Abdullah -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e;
“–Yâ Rasûlâllah! Bana İslâm’ı öyle bir anlat ki, onu bir daha başkasına sormaya ihtiyaç hissetmeyeyim.” dedim.
Efendimiz şu cevabı verdi:
“–Allâh’a inandım de, sonra da dosdoğru ol!” (Müslim, Îmân, 62)
Cenâb-ı Hak, mahşer yerinde şöyle nidâ edecektir:
“…Bu, sâdıklara sadâkatlerinin fayda vereceği gündür…” (el-Mâide, 119)
Sıdk ve istikamet; özü, sözü ve hayatı bir olmaktır.
Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-;
“Bir mü’min yalan söylemez!” (Bkz. Muvatta’, Kelâm, 19) buyurmuştur. Âişe Vâlidemiz’in bildirdiği üzere, Rasûlullah Efendimiz; yalan söylediğini fark ettiği kişilerle konuşmazdı, hâllerini düzeltmedikçe onlarla irtibatı keserdi.
Sıdkta derinleşenlere ait sıddîklık derecesi, nebîlerden sonraki mertebedir. Hak dostlarının bildirdiği üzere, istikamet, en büyük kerâmettir.
Yûnus’un sözlerine asırlar boyunca irşad bereketi nasîb eden husus da onun samimiyeti, istikameti ve sıdkıdır.
Yûnus, canla başla hizmetine devam ediyordu. Lâkin yıllar geçmesine rağmen kendisinde herhangi bir terakkî emâresi göremiyordu. Buna son derece üzülüyordu.
“Bu işin neticesi nereye varacak?” diye hayıflandı. Ne yapacağını bilemez bir hâle düştü.
Nihayet bîçâre Yûnus, düşünüp taşındı ve dergâhtan ayrılıp kendisini kemâle erdirecek bir başka kapı aramaya karar verdi. Sessiz ve sedâsız bir şekilde dergâhtan ayrılıp yollara düştü. Yolda kendisi gibi kâmil bir kapı arayan iki kişiyle dost olup birlikte dolaşmaya başladılar.
Beraberliklerinin ikinci günü acıktıklarında dostlardan biri duâ etti ve kendilerine bir sofra ikrâm edildi. Yiyip içip şükrettiler. Yûnus bu hâle son derece şaşırdı. Sonra;
“–Bunlar, bir kapıya hizmet etmeden bu kemâle erdikleri hâlde ben onca yıldır yaptığım hizmetimden bir şey elde edemedim. İyi ki o dergâhtan ayrılmışım!” diye düşündü.
Ertesi gün yine acıktıklarında ikinci derviş duâ etti. Tekrar bir sofra ikrâm edildi. Yiyip içip şükrettiler ve yollarına devam ettiler.
Nihayet bir sonraki gün yemek için duâ sırası Yûnus’a geldi. Her iki derviş de;
“–Haydi derviş! Sıra sende; duâ buyur!” dediler.
Yûnus, telâşa kapıldı:
“–Dostlar! Benim duâmla bir yaprak bile kımıldamaz! Ne olur beni bu işte mâzur görün! Benim mertebem çok aşağılardadır. Öyle sizin gibi Hak katından sofra ikrâm edilecek bir kimse değilim ben!..” dedi.
Dervişler itiraz etti:
“–Olmaz derviş kardeş! Usûlümüzü bozamayız; haydi duâ buyur!” dediler.
Ne söylese derviş arkadaşlarını râzı edemeyeceğini anlayan dertli Yûnus, çaresiz bir şekilde ellerini yüce dergâha kaldırdı şöyle içli içli yalvardı:
“–Yâ Rabbî! Bu âciz, miskin Yûnus kuluna şu dervişlere gönderdiğin sofradan ikrâm ettin. Şimdi o sofra için duâ ve ilticâ sırası bana geldi. Sen benim günahlarıma bakmayıp lutfunla muâmele buyur; beni mahcup eyleme! Allâh’ım! Onlar kimin hürmetine Sana duâ edip lutfa nâil oldularsa, ben de o has kulun hürmetine Sana niyâz eyliyorum!..”
Ellerini henüz yüzüne sürmüştü ki, kendilerine gayet müzeyyen on kişilik büyük bir sofra ikrâm edildi. Hem Yûnus şaşırdı, hem de arkadaşları.
Sordular:
“–Hey derviş kardeş! Hani sen duâ bilmezdin! Söyle bakalım; nasıl bir duâ ettin ki, Cenâb-ı Allah böylesine bir ikram gönderdi?”
Şaşkın ve dertli Yûnus, şâhit olduğu bu sırlı manzara karşısında iradesizleşti. Hiçbir şey söyleyemedi. Bu hâl, kendisine bir muammâ oldu. Bu mânevî sırrı henüz çözemediği için önce arkadaşlarından îzâh istedi:
“–Evvelâ siz söyleyin dervişler! Sizler nasıl duâ ettiniz?”
Onlar da;
“–Derviş kardeş! Bizler, Tapduk Emre Hazretleri’nin kapısında kırk yıldır dillere destan bir şekilde sadâkat ve ihlâsla hizmet eyleyen Derviş Yûnus’un yüzü suyu hürmetine duâ ve niyâz eyledik.” dediler.
Bu gerçeği duyan Yûnus;
“–Eyvâh! Ben ne yaptım!” feryâdı ile yerinden fırladı. Derhâl, dergâhın yolunu tuttu.
HİSSE: ACELE ETMEMEK
Tasavvufta mürşid ile mürîd arasındaki münasebetlerde muhtelif usûller vardır. Bunlardan biri de, mürşidin, mürîdinin kaydettiği terakkîden, kendisini haberdâr etmemesidir. Çünkü haberdâr olmasında mânevî tehlikeler vardır.
Tapduk Emre Hazretleri de; Yûnus’un mânevî yükselişinde nefsine bir pay çıkarıp terakkîsine mânî olmaması için, uzun bir müddet bu usûlü tatbik etmişti.
Yûnus’un dergâhı terk edip başka bir dergâh aramasında, hatalı bir acelecilik tavrı da vardır.
Hâlbuki;
مَنْ ثَبَتَ نَبَتَ
“Sebât eden, nebat bulur, (meyve verir)” denilmiştir. Sürekli saksısı değiştirilen bitkilerin ölmesi mukadderdir.
Bu hakikati ifade için yine denilmiştir ki:
“Bir yerde sebatkâr olan, her yerdedir. Her yerde olan ise hiçbir yerde değildir.”
Yeter ki bulunduğu yer şer‘-i şerîfe muvâfık bir terbiye mektebi olsun.
Yûnus; kendisi fark etmese de mânen ne kadar terakkî ettiğini, yoldaki arkadaşlarının duâsından anlamıştı. Ancak kendisine bu seviyeyi kazandıran dergâhı terk etmişti. Bu sebeple büyük bir pişmanlıkla dergâha koştu.
Mânevî derecelerin teminatı yoktur. Dünyevî makam ve etiketler gibi değildir. Her an muhafazası gerekir. Yûnus bunun idrâki içinde, titredi ve üstâdına koştu. Şeyhinin hânesine varıp kapıyı çaldı. Hazret-i Pîr’in hanımı çıktı. Yûnus’u karşısında gören vâlide hanım, ona;
“–Evlâdım! Niçin böyle yaptın? Hocanı incittin.” dedi.
Sonra da Yûnus’un nedâmetle ıslanmış gözlerine ve boynu bükük hâline bakarak şöyle bir yol gösterdi:
“–Oğlum! Tapduk Hazretleri birazdan dışarı çıkacaklar. Bu mübârek eşikte bekle! Ayağı sana takılınca;
«–Bu kimdir?» diye sorar.
Ben de;
«–Yûnus, efendim!» derim.
Şayet;
«–Hangi Yûnus?» derse, anla ki seni gönlünden çıkarmıştır. O zaman durmayıp gidersin. Eğer;
«–Bizim Yûnus mu?» derse, bil ki seni affetmiştir.”
Dertli Yûnus, bütün rûhunu saran bir nedâmetle başını eşiğe koydu. Beklemeye başladı. Birazdan Tapduk Emre Hazretleri kapıda göründü.
Zâhirî gözleri âmâ, kalbi ise güneş gibi nurluydu. Ayağı Yûnus’un başına değince;
“–Bu kimdir?” diye sordu.
Hanımı;
“–Yûnus!” dedi.
Bir an sükût eyleyen Hazret-i Pîr, önünde tedirgin bir vaziyette gözyaşı döken Yûnus’un hâlini kalben temâşâ ederek tebessümle;
“–Bizim Yûnus mu?” dedi.
Ardından mânidar bir şekilde konuştu;
“–Yûnus evlâdım! Bir meyvenin olgunlaştığını kendisi bilemez. Onu ancak bahçıvan bilir. Bir talebenin kemâlini de en iyi hocası bilir, fakat gayretlerine devam etmesi ve kendisinde bir varlık hissetmemesi için belli bir mertebeye kadar ondan hakikati gizleyerek onu daha ilerilere götürür!” dedi.
HİSSE: EŞİĞE BAŞ KOYMAK
Nâdanların meclisinde eşik istihfâf edilir. Çünkü onlara göre eşik, kapının önüdür. Orada hizmetçiler oturur. Benliğiyle mağrûr olanlar ise, başköşeye oturmak isterler.
Üstâdının gönlüne talip olan Yûnus ise, eşiğe baş koydu.
Çünkü;
O eşik, Hak dostları nezdinde çok müstesnâ bir kıymete sahipti. Çünkü Allah için «ibâdullâh»a karşı tevâzu sahibi bir abd-i âciz olabilmenin ulvî bir makamı idi.
Zira gerçek ehlullah bilir ki;
İnsan dünyaya «arz-ı endam» için değil «arz-ı hâl» için gelmiştir.
Selçuklu Atabeyi Celâleddin Karatay, Konya’da yaptırdığı medresenin açılışı için büyük bir cemiyet tertiplemişti. Zamanın büyük âlim ve meşâyıhı da davetliler arasındaydı.
Karatay, yürüttüğü sultan nâibliği ile mevkî olarak devletin en başındaki isimdi. Davete iştirâk eden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’ni de alıp, Karatay ve büyük müderrislerin bulunduğu kısma çağırdılar. Şems-i Tebrizî ise bu protokole alınmamış, kapının dibinde kalmıştı.
Hazret-i Mevlânâ’nın nereye oturtulacağı mesele olunca, bunca ulemânın bir araya geldiği meclislerin âdetince ortaya bir tartışma mevzuu çıktı:
“–Başköşe neresidir?”
Herkes birtakım cevaplar verdi. Sıra Mevlânâ Hazretleri’ne gelince;
“Anlatayım:
- Âlimlerin başköşesi sofanın ortasıdır.
- Âriflerin başköşesi evinin köşesidir. (Onların şöhretle, itibarla işi yoktur.)
- Sofîlerin başköşesi ise sofanın kenarıdır (hizmet için ve tevâzu ile kapının dibinde otururlar).
- Âşıkların başköşesine gelince o, dostun yanıdır.” dedi ve gidip kapının kenarındaki Şems’in yanına oturdu.
Hak dostları, girdikleri hiçlik ve mahviyet ile mâneviyat burçlarında yükselmişlerdir. Çünkü;
Mütevâzı’ olanı rahmet-i Rahman büyütür!
Hiçlik şuuru; benliği ve nefsin kibrini izâle ettikçe, cilâlanan gönülde hakikat nurları aksetmeye başlar.
Yûnus için de öyle oldu. O zamana kadar şiir yazmamış olan Yûnus, üstâdının işaretiyle bir bülbül gibi şakımaya başladı:
Tapduk Emre Hazretleri, müridleriyle sohbet ettiği bir gün seslendi:
“–Evlâdım Yûnus! Bize hikmetli bir şiir söyle!”
Böyle bir emirle ilk defa karşılaşan Yûnus Emre şaşırdı;
“–Hocam! Ben şiir söylemeyi bilmem!” diyebildi.
Tapduk Hazretleri tekrar;
“–Haydi Yûnus, bize bir şiir söyle!” dedi.
Yûnus Emre, o âna kadar hiç şiir terennümünde bulunmamıştı. Şeyhinin emrini nasıl yerine getireceğini derin derin düşünürken bir anda dili çözüldü, gönlünde mevcut olan, fakat o âna kadar sükût ve sükûn hâlinde bulunan hikmet deryâsı âdetâ coştu ve şiir hâlinde dilinden dökülmeye başladı:
Aşkın aldı benden beni, bana Sen’i gerek Sen’i.
Ben yanarım dün ü günü, bana Sen’i gerek Sen’i.
Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim,
Aşkın ile avunurum, bana Sen’i gerek Sen’i.
Sûfîlere sohbet gerek, ahîlere ahret gerek,
Mecnunlara Leylî gerek, bana Sen’i gerek Sen’i.
HİSSE: İLHAM İLE DOĞAN ESERLER
Milletin sînesinde yer eden, asırlarca elden ele gönülden gönüle dolaşan eserler dâimâ böyle bir bereket ve mâneviyatla yazılmıştır.
Hazret-i Mevlânâ, Şems-i Tebrîzî ile tanışmadan önce, Selçuklu’nun merkezi Konya’da mâruf bir müderristi. Şems; onun kalbine vuslatı öğretmişti, gerçek aşkı ve «mârifetullâh»ı öğretmişti. Bir üşüyen varsa ısınamamayı öğretmişti.
Bu tahsil; «Hamdım! Piştim! Yandım!» sözleriyle ifade ettiği üzere, gönülde bir yangın ile hâsıl oldu. Bu yanık gönül ile feryâda başlayan Mevlânâ, bir ney gibi inledi. Asırlardır milyonlara sesini duyurdu.
Bu aşk ile yanış olmasa Mesnevî ve benzeri eserler vücuda gelemezdi.
Gazâlî Hazretleri’nin İhyâ’sı, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i, Kadı Iyâz’ın Şifâ-i Şerîf’i, İmâm-ı Rabbânî’nin Mektûbât’ı ve emsâli eserler de böyledir.
Yûnus Emre Hazretleri’nin ilâhîleri ve nefesleri de böyledir. Bu ilâhîler, asırlarca insanımıza ne kadar derin hakikatleri tefekkür ettirmiş ve hissettirmiştir.
Yûnus Emre Hazretleri’nin gönlü; Allah aşkını, Peygamber Efendimiz’in muhabbetini ve kâinattaki hikmetleri ve ibretleri aktarmasaydı, binlerce Yûnus’tan biri olur, esâmesi bile okunmazdı.
Bütün «ehlullâh»ı, bütün Allah dostlarını yetiştiren iki mühim esas vardır ki bunlar; Kur’ân-ı Kerîm’i ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i tahsil etmeleridir.
Bütün sûfîlerin mânevî bir sözcüsü makamında olan Hazret-i Mevlânâ ne güzel söyler:
مَنْ بَنْدَهِٔ قُرْآنَمْ اَگَرْ جَانْ دَارَمْ مَنْ خَاكِ رَهِ مُحَمَّدْ مُخْتَارَمْ
“Canım (rûhum) var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim. Ben Hazret-i Muhammed’in yolunun toprağıyım.”
En büyük tahsil, Kur’ân-ı Kerîm’i idrâk etmek ve Rasûlullah Efendimiz’i yakından tanımaktır. Bu ise kalbin sanatıdır. Bu tahsil; zihinle olmaz, kalbî temrinler neticesinde meydana gelir. Yani «mârifetullah»tan nasîb almakla gerçekleşir.
İşte Yûnus Emre Hazretleri’nin Tapduk Dergâhı’nda gördüğü tahsil bu idi.
Rabbimiz, Hak dostlarının duyuşlarından hisseler nasîb eylesin. Milletimizin mânevî mimarları olan bu şahsiyetleri unutturmasın, gelecek nesillerde de aynı Muhammedî sedâyı lütuf buyursun.
Âmîn!..