DiNLE
DİĞER İZLEME ADRESİ
İNDİR
ANNE VE BABANIN EN GÜZEL MİRASI
Bir annenin-babanın evlâdına bırakacağı en güzel vasiyet, onu hâfız veya bir ehl-i Kurʼân olarak yetiştirmesidir. Peygamberlerin dünyaya ait bir vasiyeti yoktu, bir mirası yoktu. Onların mirası, peygamberlerin mirası, arkalarından güzel bir nesil yetiştirmekti.
İlk hâfız, Cebrâil ve Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz.
Efendimiz, Mekkelileri çok severdi. Muhâcirler yani. Onlar her türlü zulme katlandı, kalplerini korumaları için, tevhidi korumaları için. Tevhidi korumak için her türlü fedakârlığa girdiler. Cenâb-ı Hak da Mekkelileri çok seviyor. Tevbe Sûresiʼnin 100. âyetinde… Efendimiz de çok seviyor.
Medîneliler, Efendimizʼi bağırlarına bastılar. Bîat ettiler. Her inen âyete “سَمِعْنَا وَاَطَعْنَا” (“…işittik ve itaat ettik…” [el-Bakara, 285]) deyip hemen tatbikâta geçtiler. On sene müşrikler, münâfıklar, Benî İsrâil, üç tane şeyin içinde, kıskacın içinde, İslâmʼı yaşadılar, yaşattılar. Emr biʼl-mâruf ve nehy aniʼl-münkerʼde bulundular bütün dünyaya.
Efendimiz Medînelileri de çok severdi. Efendimizʼin en çok meşgul olduğu, ashâb-ı suffe talebeleriydi. Kurʼân-ı Kerîm talebeleriydi. Onları yetiştiriyordu. Onları bütün dünyaya Kurʼân muallimi olarak gönderiyordu.
Hâfızlık, Kurʼân kurslarımız, bu kadar -elhamdülillah- şerefli bir vazifeyi devam ettiriyor.
Bu yeni düzenlemede, bu İmam Hatip Okulu, birinci sınıfı, orta veya birinci sınıfına kaydını yaptırarak bir yıl ara vermek sûretiyle hâfız olma imkânları çıktı. Bu büyük nîmet.
İkinci olarak da hâfızlığını bitiren yavrularımıza bir -elhamdülillah- bir yurt yapma teşebbüsü oldu. Tahsiline devam ederken o yurtta kalacaklar. Yine dînî tahsillerini daha geniş olarak devam ettirecekler. Yüksek tahsili bitirene kadar. Böyle bir -elhamdülillâh- imkânlar zuhûr etti.
Yine bir, şunu tekrar edeyim: Anne-babanın evlâdına vereceği en mühim miras, âhiret mirası. Dünyayı verse, dünyada kalacak. Âhiret; “يَوْمُ الْخُلُودِ” buyruluyor. (Bkz. Kāf, 34) Bitmeyen, ebedî bir gün başlayacak. Ve anneye-babaya sadaka-i câriye olacak.
Efendimiz buyuruyor:
“Anne-baba gelir kıyamet günü, (yapmadığı amellerle karşılaşır).
«‒Yâ Rab! Ben bunları işlemedim. Nereden geldi?»
«‒Senin yetiştirdiğin sâlih evlâtlarının getirdiği hediyelerdir.» buyrulacak.” (Bkz. Ahmed, II, 509; İbn-i Mâce, Edeb, 1)
كَفَاعِلِهِ (Yapan gibidir.) (“Hayra vesîle olan, o hayrı yapan gibidir.” [Tirmizî, İlim, 14]) Sebep olduğu için.
Fakat anne-baba ihmal ederse, dünyayı birinci plâna alıp âhireti ikinci plâna, üçüncü plâna atarsa, o zaman da eğer evlât istikâmetten kayarsa, o evlât da kıyamet günü dâvâcı olacak. “Annem-babam beni ihmâl etti” diyecek. “Ben bu duruma dûçâr oldum.” diyecek.
Velhâsıl böyle bir şerefli bir hizmet, Kurʼân-ı Kerîm hizmeti.
Bu cihan baştanbaşa bir dershâne. Cenâb-ı Hak dershâne olarak halketti. Ve bu dershânenin hükmü bitince zâten infilâk edecek. Tamamen yok olacak, kıyamet kopacak.
Cenâb-ı Hak insanı mükerrem kıldı.
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي اٰدَمَ
(“Benî Âdemʼi mükerrem (üstün) kıldık…” [el-İsrâ, 70]) buyruluyor.
Yani kendinden, mükerrem olunacak istîdatlar verdi. Cennet de muhteşem. Kul burada mükerrem olacak. O muhteşem, ihtişamlı Cennetʼe girmeye lâyık hâle gelecek.
Yine Cenâb-ı Hak bir istîdâdı hatırlatıyor:
نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي
(“…Ona rûhumdan üflediğim (zaman)…” [el-Hicr, 29; Sâd, 72])
Cenâb-ı Hak kendinden istîdat verecek. Bu istîdatları kul, inkişâf ettirecek.
Cenâb-ı Hak, bu “نَفَخْتُ فِيهِ مِنْ رُوحِي” ile Cenâb-ı Hak insana kendinden verdiği ulvî cevheri hatırlatıyor devamlı bize.
Kul, ilâhî esrâr âlemine doğru, mârifetullâhʼa mesâfeler alacak. Fânî lezzetler gözünden düşecek. Ya da fânî lezzetler, mânevî lezzetlere vesîle olacak. Böylece rûhânî hayat Cenâb-ı Hakkʼa yaklaşacak ve târifsiz, dünyada da lezzetler meydana gelecek.
Cenâb-ı Hak:
اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ buyuruyor.
“Kalpler ancak Cenâb-ı Hakʼla saâdet bulur, huzur bulur, tatmin olur.” (Bkz. er-Ra‘d, 28)
İbrahim Edhem Hazretleri diyor ki:
“Eğer (diyor), krallar (diyor), güç sahipleri (diyor), bizdeki (diyor), bu lezzeti bilseler (diyor), bu mânevî lezzeti, Cenâb-ı Hakkʼa yakınlaşmanın bu lezzetini bilseler, tahtlarından vazgeçer, müşahhas bir şey olsa, güçlerini kullanır, bizden bu lezzeti almanın gayreti içinde olurlardı.”
Kul, yaratılışındaki bu istidatlarla;
لَقَدْ خَلَقْنَا الْأِنْسَانَ فِي اَحْسَنِ تَقْوِيم
(“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” [et-Tîn, 4])
En güzel yaratılış olmanın gayreti içinde bulunacak. Nefsânî arzuları bertaraf edecek. Kalp, mesafeler alacak.
İlâhî azamet, ilâhî kudret akışları, ilâhî nakışlar, kalpte bir hayranlık meydana getirecek.
Kulun, müʼminin, konuşması zikir olacak. Sükûtu tefekkür olacak. Nazarı ibret olacak ve Cenâb-ı Hakkʼa muhabbet artacak. Bu şekilde Rabbiyle bir dostluk kurulacak.
Yine kul düşünecek, bir müʼmin düşünecek:
Cenâb-ı Hak 124 bin küsur peygamber gönderdi, insan terbiyecileri, Cennetʼe hazırlamaları için. Cenâb-ı Hak bizi de lûtfuyla en büyük Peygamberʼe ümmet kıldı. Biz seçmedik. Şu peygambere ümmet olacağımızı biz tayin etmedik. Cenâb-ı Hak bize büyük bir lûtuf, ihsân-ı ilâhî, en büyük Peygamberʼe ümmet kıldı; “üsve-i hasene”, “rahmeten liʼl-âlemîn”. En çok sevdiği Peygamberʼe ümmet kıldı. En büyük kitaba bizi Cenâb-ı Hak muhâtap kıldı. Hep üst üste lûtuflar.
Fakat Cenâb-ı Hak:
“…Verdiğimiz nîmetlerden sorulacaksınız.” (et-Tekâsür, 8) buyuruyor.
Cenâb-ı Hak:
اَلرَّحْمٰنُ عَلَّمَ الْقُرْاٰنَ خَلَقَ الْاِنْسَانَ عَلَّمَهُ الْبَيَانَ
(“Rahmân Kurʼânʼı öğretti. İnsanı yarattı. Ona açıklamayı öğretti.” [er-Rahmân, 1-4]) buyuruyor.
“Rahmân, Kurʼânʼı öğretti.”
Burada Cenâb-ı Hak “Rezzâk” sıfatını bildirmiyor. Yahut başka esmâsını bildirmiyor. Demek ki kuluna Cenâb-ı Hak ne kadar merhametli ki bizi Kurʼânʼla Cenâb-ı Hak müzeyyen kıldı.
Onun için yarattı. “خَلَقَ الْاِنْسَانَ”. Bize sırlar, esrâr, birtakım beyanlar insana verildi. Büyük bir lûtuf.
Yine Cenâb-ı Hak buyuruyor:
“Göklerde ve yerde ne varsa insana âmâde kıldık…” (Bkz. el-Câsiye, 13)
Hep lûtuf, üst üste lûtuflar. Ve Cenâb-ı Hakkʼın bu kadar lûtufları karşısında kulu kendinden gâfil olmayacak. Kalbî hayatında merhaleler katedecek. Dâruʼs-Selâm; Cenâb-ı Hak Cennetʼe davet ediyor. Cennetʼe lâyık hâle gelecek.
Yine, kalp böyle merhalelerden sonra:
وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ
“(Nereye giderseniz) her nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir…” (el-Hadîd, 4)
Kalp bu idrak ve bu şuur hâline gelecek. İlâhî kameranın altında olduğunu idrâk hâline gelecek. O zaman insan nasıl yanlış bir iş yapabilir?
Demek ki bunlar hep kalbî tekâmüle bağlı. Ve Cenâb-ı Hak bu kalbî tekâmül neticesinde kendisine dost olmamızı (istiyor). Dostluğun şartı:
اِلَّا مَنْ اَتَى اللّٰهَ بِقَلْبٍ سَلِيمٍ
(“Ancak Allâhʼa kalb-i selîm (temiz bir kalp) ile gelenler (o günde fayda bulur).” [eş-Şuarâ, 89])
Cenâb-ı Hak kalb-i selîmle bizi Cennetʼine davet ediyor. Demek ki bu dünyadaki bizim talebeliğimiz bu. Kalb-i selîme vâsıl olabilmek. İnsanda nefsânî arzular var. Cenâb-ı Hak imtihan olarak bu nefsânî arzuları verdi. Cenâb-ı Hak:
“ظَلُومًا جَهُولًا” buyuruyor. İnsan “…Çok zâlim ve çok cehûldür, çok câhildir.” (el-Ahzâb, 72) buyuruyor.
“Zalûmen” sıfatını bertaraf etmek için, en büyük insanın zulmü kendisine. Kendisinin istikbâlini helâk ediyor. Cenâb-ı Hak onun için amel-i sâlihler emrediyor ki bu “zalûmen” sıfatını bertaraf edecek.
Diğer taraftan “cehûlâ” sıfatı var “cehûlâ”. Bu da câhillik sıfatı. Bu câhillik sıfatını da, kalp merhaleler katedecek, mârifetullâha nâil olacak, nasîb alacak. O şekilde “zalûmen” ve “cehûlâ” sıfatı, amel-i sâlihlerle, kalbî merhalelerde bertaraf edilecek.
Bunun neticesinde:
اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ
Kul, her gördüğü yerde Cenâb-ı Hakkʼı hatırlayacak. Cenâb-ı Hak:
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (el-Alak, 1)
Bu kâinat sayfalarını çevirecek. Kurʼân sayfalarını çevirecek, derinleşecek. Kâinat sayfalarını çevirecek, her gördüğü şeyde Cenâb-ı Hakkʼın azamet-i ilâhiyyesini okuyacak. Hep kalbî merhaleler neticesinde olacak.
Bir misal olarak; bir insan sahilde ancak denizin sathını görür. Kayıkla dolaşsa bir iki metre derinliğini görür. Fakat güçlü bir dalgıç, inebildiği kadar, çok değişik manzaralar görür. İşte kalbî merhaleler neticesinde rûhânî bâzı merhaleler seyredilmesi ve Cenâb-ı Hakkʼa olan, kulun râbıtasının artması ve bu şekilde, Cennetʼe lâyık hâle gelebilmesi arzu ediliyor.
Cenâb-ı Hak bizden “takvâ” istiyor. 258 yerde muhtelif kalıplarla “takvâ” geçiyor. Takvâ, Allah korkusu ve Cenâb-ı Hakkʼın sevgisi beraber yaşanacak, onun râzı olmadığı hâllerden ictinâb edilecek. Merhaleler katedilerek de nefsânî hayat bertaraf edilecek. Bunun neticesinde kelime-i tevhid kalpte yerini alacak. Yani “lâ ilâhe illâllah” yerini alacak. “Lâ ilâhe” Allahʼtan uzaklaştıracak her şeyden kalp uzaklaşacak, ateşten kaçar gibi kaçacak. “İllâllah” Cenâb-ı Hakkʼın cemâlî sıfatları o kalpte tecellî edecek.
“İhsan” duygusu olması için de Cenâb-ı Hak 194 yerde “muhsin” geçiyor, “ihsan” geçiyor, “ahsen” geçiyor, “ahsinû” geçiyor.
Müslüman kul cömert olacak. Fedakâr olacak. Îsar hâlinde yaşayacak. İlâhî kameranın altında olduğu, kalpte idrak ve şuur hâline gelecek.
Cenâb-ı Hak muhsindir, onun rahmeti de muhsinler üzerindedir. Kul muhsin olacak. Cenâb-ı Hakkʼı görüyormuşçasına huşû ile ibadet edecek. Allah Teâlâʼyı görüyormuşçasına bir samimiyetle infak hâlinde olacak. Allâhʼın verdiği nîmetleri Allah yolunda tevzî edecek. Cenâb-ı Hakkʼı görüyormuşçasına bir gayret ve zarâfetle emr biʼl-mârûf, tebliğ ve hizmette bulunacak. Cenâb-ı Hakkʼı görüyormuşçasına dürüst olacak, affedici olacak, cömert olacak, sabırlı olacak, güzel ahlâk ile müzeyyen bir muâmelâtı olacak. “Ahsinû” olacak. “Ahsinû” buyruluyor.
Efendimiz buyuruyor:
“Allah -celle celâlühû- bir iş yaptığında sağlam ve güzel yapan kişiyi sever.” (Deylemî, Müsned, I, 157)
Cömert olacak.
“Allah Teâlâ cömert ve ihsan sahibidir. Cömertliği sever ve yüksek ahlâkı da sever…” buyruluyor. (Süyûtî, I, 60)
اَفْلَحَ, مُفْلِحُون, تُفْلِحُونَ buyruluyor. Birtakım, hayatın merhalelerinde, birçok, Cenâb-ı Hak kulunun merhaleler katetmesini ve birtakım med-cezirleri bertaraf etmesini, bu şekilde bir felâha ermesini istiyor. Dâimâ hayatımız, bu hayatımız imtihan.
فَاِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا اِنَّ مَعَ الْعُسْرِ يُسْرًا
(“Elbette zorluğun yanında bir kolaylık vardır. Gerçekten, zorlukla beraber bir kolaylık daha vardır.” [el-İnşirah, 5-6])
Her zorluktan sonra Cenâb-ı Hak ferahlık veriyor. Dünya da bir meşakkat, bir zorluk. Nefsin arzularına karşı mukâvemet. Neticesinde Cennet.
Cenâb-ı Hak:
قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ buyuruyor. İç âlem tedavi edilecek. “Gerçek müʼmin kurtuluşa ermiştir.” (el-Müʼminûn, 1)
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا buyruluyor. “Nefsini günahlardan temizleyen muhakkak kurtulmuştur.” (eş-Şems, 9)
قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى buyruluyor. “Temizlenen kimse şüphesiz kurtuluşa ermiştir.” (el-A‘lâ, 14)
Mevlânâ Hazretleri buyuruyor ki:
“İnsanın iç dünyası bir orman gibidir…” buyuruyor. Nasıl ormanda kötü huylu hayvanlar var; domuz, yılan, kurt vs. diğer tarafta iyi huylu hayvanlar var; bülbüller, ceylanlar vs. İşte Mevlânâ:
“İç dünyamız da bu zıtlarla doludur (diyor). Onun için Mûsâ da Firavun da içimizdedir.” buyuruyor. Bu tezkiye neticesinde Firavunʼun vasıflarından kalp uzaklaşacak, rûhânî vasıfları elde edecek.
فَاَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوٰیهَا
(“(Nefse) iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki.” [eş-Şems, 8])
Yani vahyin ışığında aydınlanacak; Mûsâ, sendeki Firavunʼa galip gelecek…