Dostluğun Şartı; Fedakârlık

Genç Dergisi, Yıl: 2022 Ay: Temmuz Sayı: 190

Muhterem Efendim, Kurban Bayramı’na yaklaşıyoruz. Kurban deyince aklımıza İbrahim -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hak ile dostluğu geliyor. Acaba bu dostluktan hisse alabilmemiz için, bizlere neler tavsiye edersiniz?

Rabbimiz her sene, mü’minlere iki bayram lûtfediyor.

Ramazan Bayramı, ibadet ve takvâya teksif olunan bir ayın neticesinde geliyor. Kurban Bayramı ise fedakârlıklar neticesinde Cenâb-ı Hak ile “Dost Olabilme Bayramı.”

Kurbiyyet, yani yakınlık mânâsına gelen kurban, Allâh’a yaklaşmanın mühim bir vesîlesi.

Cenâb-ı Hak; kendisiyle “dostluk” iklimine kabul edilmemiz için, biz kullarından âdeta “kurbanlar” istiyor. Yani malımızla, canımızla, bütün imkânlarımızla “fedakârlık”ta bulunarak bu imkânları yüce dostluğuna vesîle kılmamızı arzu ediyor. Nitekim âyette şöyle buyruluyor:

 “Allah mü’minlerden, canlarını ve mallarını kendilerine (verilecek) Cennet karşılığında satın almıştır…” (et-Tevbe, 111)

İbrahim -aleyhisselâm- da, canıyla, malıyla ve evlâdıyla fedakârlıkta bulundu. Hakk’ın halîli, yani dostu oldu. Kur’ân-ı Kerîm’de onu medheden muhtelif isim ve sıfatlar yer alıyor. Yazımız ölçüsünde bizler de, bu sıfatlardan bazılarını zikretmek sûretiyle, Cenâb-ı Hak ile dostluk iklîmine girebilmek için, bir mü’minin taşıması gereken vasıflardan birkaçını, hulâsa olarak zikretmiş olalım.

Meselâ Rabbimiz Hûd Sûresi’nin 75. âyetinde İbrahim -aleyhisselâm-’ı bizlere şu vasıflarla tanıtıyor:

اِنَّ اِبْرٰه۪يمَ لَحَل۪يمٌ اَوَّاهٌ مُن۪يبٌ

“İbrahim cidden yumuşak huylu, yüreği yanık, kendisini tamamen Allâh’a adamış biri idi.” (Hûd, 75)

Bu sıfatlardan ilki Halîm. Yani yumuşak huylu, hilim sahibi. Hilim, kendi şahsına karşı hatâ işleyen kimseler için bile kalbinde bir soğukluk beslememek, sabır ve tahammül sahibi olmaktır.

Nitekim Rabbimiz, Peygamber Efendimiz’i hilim vasfı dolayısıyla şöyle takdir ediyor:

(Rasûlüm!) O vakit, Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şâyet Sen kaba ve katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi…” (Âl-i İmrân, 159)

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de bir sahâbîsini:

“Sende Allâh’ın sevdiği iki güzel haslet var:

Hilim (yumuşak huyluluk) ve teennî (ihtiyatkârlık.)” sözleriyle medhetmişlerdir. (Müslim, Îmân 25, 26)

Dolayısıyla bir mü’min de, Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetine nâil olabilmek için hilim sahibi olmalı, sert ve haşin tabiatlı olmamalı.

Lokmân Hakîm şöyle der:

“Evlâdım! Üç şey, üç şeyle bilinir: Hilim, gazap ânında; şecaat, harp meydanında; kardeşlik ise ihtiyaç ânında.”

İbrahim -aleyhisselâm- için kullanılan bir diğer sıfat Evvâh.Yani yüreği yanık, îman nûruyla dertli, engin merhamet sahibi. Civarındaki insanların kötü hâllerine ve hazin âkıbetlerine son derece üzülüp müteessir olan.

Kur’ân-ı Kerîm’de duâ ve niyazları en çok zikredilen peygamber, İbrahim -aleyhisselâm-‘dır. Onun bilhassa şu ilticâsı, bir mü’minin, gönlünde nasıl bir îman derdi taşıması gerektiğinin güzel bir misâlidir:

Yâ Rabbi;

Beni; (huşû ile) namaz kılanlardan eyle!

Zürriyetimi de namaz kılanlardan eyle!..

Yâ Rabbi! Hesabın görüleceği gün, beni, anne-babamı ve (bütün) mü’minleri bağışla!..” (İbrâhîm, 40-41)

Demek ki bir mü’minin, dört derdi olmalı: Evvelâ en büyük endişesi, namazlarını kalp ve beden âhengi içinde, fahşâ ve münkerden alıkoyacak bir seviyede îfâ etmek olmalı. Zira insan kendini mânen inşâ etmedikçe, başkalarının ebedî kurtuluşuna yardımcı olamaz.

Sonra mü’min, evlâdını da din ve îman yolunda seferber etmeli. Evlâdına, onu ehl-i salât eyleyecek, yani namazlarını düzenli olarak kılacak seviyede bir mânevî terbiye vermeli. Ona İslâm şahsiyet ve karakterini miras bırakmalı.

Yine bir mü’min, anne-babasının hayrı ve saâdeti için gayret etmeli. Onlar için bir sadaka-i câriye olmayı gâye edinmeli.

Son olarak da bütün mü’minlerin derdiyle dertlenmeli. Bütün insanlığı kendine zimmetli olarak addetmeli. Gönlü herkesi kucaklayan bir rahmet dergâhı hâline gelmeli. Devrin akışından kendini mes’ûl görmeli…

İbrahim -aleyhisselâm-‘ın, ülü’l-azm, yani en yüksek derecedeki peygamberlerden biri olmasına, canını, malını ve evlâdını Hak yolunda fedâ etmesine rağmen, kulluğunu eksik görüp bir ömür;

وَلَا تُخْزِن۪ى يَوْمَ يُبْعَثُونَ

(Kulların) diriltilecekleri gün beni mahcup etme!” (eş-Şuarâ, 87) diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmesi de, bizler için çok büyük bir ibret vesîlesidir.

Dolayısıyla bizler de îman ve İslâmʼın intişârı için ne kadar dertli olduğumuzu muhâsebe edelim. Gönlümüz nerelere kadar ulaşabiliyor?

Bir diğer sıfat Münîb. Kulu Rabbinden uzaklaştıran her şeyden yüz çevirip dâimâ Hakk’a yönelen, her hâlükârda hakkı ve hayrı bulan bir kalp. Hayır ile şerri net olarak ayırt eden, bir pusula gibi dâimâ Hakk’ın râzı olduğu istikâmeti gösteren, her fırsatta Allah rızâsını arayan, mâsivâdan uzak bir kalp…

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:

“Cennet de takvâ sahiplerine yaklaştırılır; (onlardan) uzakta değildir. (Onlara şöyle denir:) İşte size vaad edilen Cennet! O, Allâh’a yönelen, emirlerine riâyet eden, görmediği hâlde Rahman’dan korkan ve kalb-i münîb (Allâh’a yönelmiş bir kalp) ile gelen kimselere mahsustur.” (Kāf, 31-33)

Peki bizler, kalbimizin kim veya kimlere meylettiği, en çok kimi yâd ettiği ve kimin sevgisiyle meşgul olduğu hususunu ne kadar tefekkür ediyoruz?

İbrahim -aleyhisselâm- için kullanılan bir diğer sıfat Hanîf.[1] Allâh’ın birliğine inanan, İslâm’a tâbî olarak şirk ve dalâletten kurtulan kimse.

İslâm, hayatın her alanını tanzim eder. Bir tarafını îmâr ederken diğer bir tarafını boş bırakmaz. Mesela âileyi ihyâ ederken ticaret hayatını ihmâl etmez. Oraya dair de mutlaka bir sözü, ölçüsü, nizâmı vardır. Dolayısıyla bir mü’min, hayatının her alanını İslâmʼa göre tanzim etmek durumundadır ki, Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna mazhar olabilsin.

Bir diğer sıfat Kânit.[2] Allâh’â kulluk eden, O’nun emirlerine tam olarak ittibâ eden (kimse), müttakî.

Âyet-i kerîmelerde şöyle buyruluyor:

“…Allah, müttakîlerin dostudur.” (el-Câsiye, 19)

“…Her kim Allâh’ın hükümlerine saygı gösterirse, şüphesiz bu, kalplerin takvâsındandır.” (el-Hac, 32)

İslâm âlimleri, takvâyı üç basamaklı olarak düşünmüşlerdir:

Birinci derecesi, şirkten yani Allah Teâlâ’ya ortak koşmaktan ve benzeri hareketlerden uzak durmaktır. Müslüman olan herkes bu birinci basamağa çıkar.

İkinci derecesi, günah olan her şeyden sakınmaktır. Küçük ve basit görülen her günah buna dâhildir.

Üçüncü derecesi, Allâh’ı düşünmekten gönlü alıkoyan her şeyi bir yana atmaktır. “Ey îmân edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun…” (Âl-i İmrân, 102) âyeti, takvânın bu derecesine işaret etmektedir.

Peki, bizler hangi basamaktayız?

İbrahim -aleyhisselâm- için kullanılan bir diğer sıfat ise “Şâkir.” Yani çok şükreden…

Hazret-i HhhHGahÂişe’nin naklettiğine göre Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gece ayakları şişinceye kadar namaz kılardı. Âişe Vâlidemiz diyor ki:

“–Niçin kendini bu kadar yoruyorsun, ey Allâh’ın Rasûlü? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek bütün hatalarını bağışlamıştır.” dedim.

“–Şükreden bir kul olmayayım mı?” buyurdu. (Buhârî, Tefsîru Sûre (48), 2; Müslim, Münâfikîn, 81)

Kulun Allâh’a şükretmesi; Allâh’ın nîmet ve ihsanlarını îtiraf etmek, O’na övgüde bulunmak ve kulluğa devam etmekle olur. Her nîmete şükür gerekir. O hâlde insan, kulluğa devam ile şükrünü ve Allâh’a yakınlığını artırır.

Bir defasında Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Muâz -radıyallâhu anh-‘a şöyle buyurmuştu:

“Ey Muâz, Allâh’a yemin ederim ki, ben seni gerçekten seviyorum… Ey Muâz, sana her namazın sonunda:

«Allâh’ım! Senʼi anmak, Sana şükretmek ve Sana güzelce kulluk etmekte bana yardım et!» duâsını hiç bırakmamanı tavsiye ediyorum.” (Ebû Dâvûd, Vitr, 26; Nesâî, Sehv, 60)

Velhâsıl mü’min bu güzel vasıflarla tezyîn olmaya çalışacak ki, Cenâb-ı Hakk’ın dostluğuna lâyık hâle gelebilsin. Hak dostlarına verilecek olan; “…Onlara korku yoktur ve onlar mahzun olmayacaklardır.”[3] müjdesine nâil olabilsin.

Rabbimiz, ilâhî emirleri muhtevasında, istikâmet üzere bir kulluk hayatı yaşayabilmeyi cümlemize lûtf u keremiyle ihsân eylesin.

Âmîn!..

Dipnotlar:

[1] Bkz. Âl-i İmrân, 67.

[2] Bkz. en-Nahl, 120.

[3] Bkz. Yûnus, 62.