Aziz Mahmud Hüdâyî (rahmetullâhi aleyh) -12-

Hak Dostlarından Hikmetler

Altınoluk Dergisi, 2022 – Eylül, Sayı: 439

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

İlm billâhʼa çalış sen, yürü ey himmeti dûn!

Nice bir “câze yecûzü” nice bir “kâne yekûn”?..

“Ey himmeti/gayreti zayıf kimse! Sen git de Allâhʼı bilmeye çalış! Ne zamana kadar ilim diye fiil çekimleriyle (kelimelerin şeklî yapılarıyla) ömür tüketip duracaksın?!”

[İnsanoğluna bahşedilen bütün ilimler, Cenâb-ı Hakkʼın sonsuz ilminden sadece bir tecellî kırıntısıdır ve Oʼnun kâinâta koyduğu kâidelerin tespitinden ibârettir. Cenâb-ı Hak, varlıklara o kâideleri koymasa, insana onları keşfedecek aklî, zihnî ve kalbî istîdatları vermese, insan için “ilim” diye bir şey olmazdı. Nitekim bu nîmetlerden mahrum olan hayvanat için “ilim”den söz edilemez.

Bu bakımdan ilim, insanın aklını ve kalbini evvelâ o ilmi var eden Sonsuz Kudret Sahibiʼne intikâl ettirmeli, yani mârifetullâhʼa bir basamak teşkil etmelidir. Zira bütün ilmî faaliyetler ancak bu temel üzerinde makbuldür.

Aksi hâlde ilim -velev ki ilâhiyat ilimleri bile olsa- sadece zâhiren tahsil edildiği takdirde, insanı menzil-i maksûda, yani asıl hedefine ulaştıramaz. İnsanın idrâki eserden Müessirʼe, sanattan Sanatkârʼa, eşyânın hakîkatine, hâdisâtın hikmetlerine, neticede mârifetullâhʼa intikâl edemezse, bu nevî ilmî faaliyetler, faydasız bir yorgunluktan ibâret kalır.

Hazret-i Mevlânâ, insanın ebedî saâdeti için lüzumlu olan ilmi elde etmenin ehemmiyetini ve bundan mahrum kalanların hazin âkıbetini, bir hikâye ile ne güzel îzah eder:

Bir nahiv (dil bilgisi) âlimi gemiye binmişti. Sefer esnâsında ilmine mağrur bir şekilde gemici ile sohbete koyuldu. Gemiciye zaman zaman nahiv ilminden suâller sordu. Muhâtabından her defasında “bilmem” cevâbını alınca da, ona karşı ilmiyle övünmek üzere:

“–Yazık! Cehâletin sebebiyle ömrünün yarısını hebâ etmişsin.” diyerek onunla istihzâ etti.

Temiz kalpli gemicinin, bu küçük düşürücü davranışa gönlü kırıldıysa da, olgunluk gösterip nahivciye cevap vermedi.

Derken şiddetli bir fırtına çıktı ve gemiyi müthiş bir girdabın içine sürükledi. Herkesi büyük bir telâşın kapladığı o hengâmede gemici, nahivciye döndü ve:

“–Ey üstad, yüzme bilir misin?” diye sordu.

Nahivci, solmuş sararmış bir vaziyette ve titrek bir sesle kekeleyerek:

“–Hayır, bilmem!..” dedi.

Bunun üzerine gemici, mahzun bir edâ ile şu karşılığı verdi:

“–Nahiv bilmediğim için benim yarı ömrüm hebâ olmuştu; öyleyse şimdi senin bütün ömrün hebâ oldu. Zira gemimizin bu girdaptan kurtulması mümkün değildir.

Ey nahivci! Bu deryâda nahivden ziyâde yüzme ilminin daha faydalı ve zarurî olduğunu bilmiyor muydun?..”

Kıssadaki nahiv ilminden maksat, kula bu cihan mektebindeki asıl tahsilini unutturan lüzumsuz ve faydasız meşgalelerdir. Asıl faydalı ilim ise, ihtiyaca cevap veren ilimdir. Beşerin en büyük ihtiyacı da, yaratılış gayesini gerçekleştirmek, yani Cenâb-ı Hakkʼa kul olabilmektir. Zira Allâhʼın rızâsını kazanıp ebedî azaptan kurtulmak ve ebedî saâdete nâil olmak, buna bağlıdır.

Yine kıssadan anlaşılacağı üzere; fânî vücut gemisi ölüm girdabında çırpınırken, yani dünyaya büyük vedâ ânı olan ecel yaklaştığında, sırf nefsin menfaatine yarayan dünyevî bilgiler, kulun ebedî hayatı için bir fayda sağlamayacaktır.

Bu itibarla, ilim tahsilinde dünya ve âhiret, madde ve mânâ, akıl ve kalp dengesi iyi gözetilmelidir. Evlâtlarımız, meslekî eğitimlerini en güzel şekilde alıp dünyadan nasiplerini unutmamakla birlikte, mânevî değerlerini de en güzel şekilde kazanarak, yolcusu oldukları âhirete hazırlanmalıdır. Fazîlet ve takvâ ehli, gönülleri mârifetullah ve muhabbetullah ile müzeyyen, sâlih, edepli, hakşinas, vicdanlı, ahlâklı, istikâmet ehli hoca efendiler, muallimler, doktorlar, mühendisler, işçiler, işverenler, memurlar, idâreciler olarak yetişmelidir.

Dolayısıyla bir kul, çantasını diploma tomarlarıyla doldurmuş, fakat Allahʼtan gâfil yaşıyorsa, zifirî karanlık içinde kalmış bir câhil gibi hüsranda demektir!

Zira Hakkʼa kulluk için yaratılmış olan insanı Rabbinden gâfil bırakan, dünyaya râm edip âhiretini ihmâle sebebiyet veren bir ilim, Allah katında “faydasız ilim”dir. Bunun için Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-i Cenâb-ı Hak’tan ilim talep ederken:

“Yâ Rabbi! Sen’den ilm-i nâfî (faydalı ilim) istiyorum! Faydasız ilimden Sana sığınırım!..” niyâzında bulunmuştur. (Müslim, Zikir, 73)

O hâlde, ecel gelip çatmadan önce, Allâhʼın rızâsını kazanmaya medâr olacak ilmi de tahsil etmek gerekir. Çünkü son nefeste, sırf toprağa terk edilecek bedenin rahatına yarayan dünyevî ve zâhirî ilimlerden bir medet umulamaz. Orada kula fayda verecek olan, ancak mârifetullahʼtır, yani Allâhʼı bilmek, Oʼnu kalben tanımaktır. Zira âyet-i kerîmede:

“…Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?..” (ez-Zümer, 9) buyruluyor. Yani Allâhʼı bilen âriflerle Oʼndan bîhaber olan gâfiller, Hak katında aslâ bir olamaz.

Buna rağmen kimi nâdanlar;

“‒Edison elektrik ampulünü buldu, insanlığa yaptığı bu büyük hizmetten dolayı Cennetliktir.” diyorlar.

Hâlbuki Cenâb-ı Hakkʼın; “Sen bir keşif yaparsan Cennetʼe girersin…” diye bir vaadi bulunmuyor. Cenâb-ı Hak; rızâsını kazanıp Cennetʼe girebilmenin, ancak îmanla mümkün olacağını bildiriyor.

Dolayısıyla hiçbir dünyevî ilim veya keşif, Allâhʼı bilme ve Oʼnu kalben tanıma hususundaki cehâletin getireceği kötü âkıbeti bertaraf etmeye yetmez.

Merhum babamız Mûsâ Efendi -rahmetullâhi aleyh- şöyle buyururdu:

“Bir kişi Cenâb-ı Hakkʼa râm olarak ilâhî vuslata nâil olmuşsa, her şeye nâil olmuş demektir. Cenâb-ı Hakkʼa râm olmayıp ilâhî vuslattan mahrum kalmışsa -isterse dünya kadar şöhreti olsun ve bütün dünya onu alkışlasın- hiç kıymeti yoktur, ancak hüsrandadır!”

Atâullah el-İskenderîʼnin;

“Yâ Rabbi! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?..” niyâzı da aynı hakîkati hulâsa etmektedir.

Kurʼân-ı Kerîmʼden ilk nâzil olan âyette; “Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) buyruluyor. Dolayısıyla bir müʼmin, hangi ilimle meşgul olursa olsun, Rabbinden gâfil kalmadan, bilâkis bütün kâinat ve hâdisâtın Oʼnun esmâ terkiplerinin tecellîlerinden ibâret olduğu şuuruyla ve her an Allah ile beraberliğin gönül huzuru içinde yaşamalıdır. Hem Kurʼânʼdaki kavlî âyetleri, hem de kâinat kitabındaki kevnî âyetleri gönül gözüyle okumalıdır.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Nahve sarf eyleme ömrün yürü mahv öğrenegör;

Kişi Mahbûb-i Hakîkîʼye fenâ ile erer…

“Ömrünü sırf nahiv gibi zâhirî ilimleri tahsil etmeye hasretme! Var biraz da nefsini tezkiye ve terbiye ilmini öğren. Zira kişi, gerçek sevgili olan Allah Teâlâʼya ancak, nefsini ifnâ etmekle, yani benlik ve enâniyetini bertaraf etmekle erebilir.”

[Hak dostlarından Mahmud Sâ­mi Ramazanoğlu Haz­ret­le­ri’nin gençlik yıllarında mânevî tahsile yönelmesine vesîle olan bir hâdise vardır:

Sâmi Efendi Hazretleri, Dâ­ru’l-Fü­nûn’un Hu­kuk Fa­kül­te­si’ni pek yüksek bir dereceyle bitirmiş, artık memleketi Adana’ya dönmeyi düşünürken, bir gün Beyazıt Meydanı’nda bir Allah dostuyla karşılaşır. Bu zât, kısa bir tanışma faslının ardından:

“‒Sizi yeni bir tahsile başlatmama müsâade eder misiniz?” der ve onu Kelâmî Dergâhı’na götürür. Yolda hasbihâl ederken o Allah dostu, Sâmi Efendi’ye der ki:

“‒Evlâdım! Senin bu zâhirî tahsilin kâfî değil! Sana, kişiyi iki cihan saâdetine kavuşturacak esas tahsili tavsiye edeyim:

Bu yeni başlayacağınız irfan mektebinin ilk dersi, kimseyi İNCİTMEMEK’tir; son dersi de kimseden İNCİNMEMEKtir…”

Yani Sâmi Efendi Hazretleriʼne, nefsi tezkiye ederek Hakkʼın râzı olacağı bir gönül kıvâmını tahsil etmenin yolu gösterilir. Bütün Hak dostlarını zirveleştiren de bu tür mânevî tahsiller olmuştur.

Meselâ Mevlânâ Hazretleri, Selçuklu Medresesi’nin dersiâmı, yani en salâhiyetli âlimiydi. Şems-i Tebrizî ise, kalbi aşk-ı ilâhî ile dolu garip bir dervişti. Yazdığı herhangi bir eseri yoktu. Mevlânâ kadar zâhirî ilme de sahip değildi.

Peki Şems ne verdi Mevlânâ’ya? Şems, onun iç dünyasındaki nefsânî prangaları kırdı. O prangaları kırmasıyla, Mevlânâʼnın gönlünde muazzam ufuklar açıldı. Nitekim Mevlânâ Hazretleri, Şemsʼten önceki, onunla beraberliğindeki ve ondan sonraki hâllerini, “hamdım, piştim ve yandım” diyerek hulâsa etti. Ancak bu gönül yangınıyla gerçekleşen mânevî inkişaftan sonra Dîvân-ı Kebîr ve Mesnevî-i Şerîf gibi şâheserler meydana geldi. Şems’ten sonra Celâleddîn gerçek şahsiyetini bularak “Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri” oldu.

Yunus Emre Hazretleri de hâkezâ… O da önceleri Anadolu’nun sayısız dervişinden biriydi. Herhangi bir eseri de yoktu. Tapduk Emre Hazretleri ile buluşmasından sonra ise, başı eşikte bekletilip birtakım merhalelerden geçirildi. Neticede onun da nefsânî prangaları kırıldı. İşte bundan sonra Yunusʼun gönül gözü açıldı; hayat, kâinat ve hâdisâtın hâl lisânına âşinâ olmaya başladı. Sarı çiçeğin, dertli dolabın, kara toprağın, mezar taşlarının, gönül diliyle tercümanı olduğu ârifâne şiirleri, muazzam bir Dîvân teşkil etti. Nihâyet o da sıradan bir derviş iken Hak âşıkları kervanında müstesnâ bir gönül sultanı oldu.

Aynı şekilde Bursa Kadısı Mahmûdʼu “Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri” yapan sır da budur.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

İlâhî, çün halâs ettin müderrislik kazâsından;

Visâlin lûtfedip kurtar bizi varlık azâbından…

“Ey Allâhʼım! Müderrislik (ve kadılığın mânevî tehlikelerin)den kurtardığın gibi, vuslatını lûtfederek bizi varlık azâbından da kurtar!”

[Hakkʼa vâsıl olmak için; ilmin, makâmın, mansıbın, servet ve şöhretin nefse verebileceği gurur, kibir ve enâniyeti bertaraf etmek zarurîdir.

Merhum Necip Fâzılʼın:

Gönlüm uçmak dilerken semâvî ülkelere;

Ayağım takılıyor, yerdeki gölgelere…

mısrâlarıyla hulâsa ettiği gibi, insanı gaflete sürükleyen nefsânî takıntılar, süflî arzular ve dünyevî ihtiraslar; kulun Hakkʼa vuslat yolunda mânen terakkîsine ayak bağı olan gölge varlıklardır. Bu gölge varlıkların kesâfetiyle de letâfet iklimine varılamayacağı muhakkaktır.

Nitekim bir hadîs-i şerîfte:

“Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse Cennetʼe giremez.” buyrulmuştur. (Müslim, Îmân, 147)

Hacı Bayram-ı Velî Hazretleri de:

“Kibir, bele bağlanmış bir taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur.” diyerek mânevî tekâmülün önündeki en büyük engelin, nefsin gurur, kibir ve enâniyeti olduğunu ifade etmiştir.

Mevlânâ Hazretleriʼnin şu îkâzı ne kadar mânidardır:

“Hünerli, bilgili kişi iyidir ama, İblis’ten ibret al da buna fazla değer verme! Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel’un İblis, yüz binlerce yıl Allâh’ın en yakınlarından biriydi, meleklerin emîri idi. Fakat bilgisi ve ibadeti ile gurura kapıldı, nazlandı. Âdem  -aleyhisselâm- ile uğraştı. O’nu küçük gördü de pislik gibi rezil oldu gitti.”

Yine, Belʻam bin Bâûrâ da mânevî ilimlere mâlik, duâsı makbul biriydi. Fakat o da nefsinin hevâsına uydu, perişan olup gitti.

Kârun da önceleri sâlih biriydi. Fakat Cenâb-ı Hakkʼın lûtfettiği ilim ve serveti kendinden bilerek şımardı. Bunların birer imtihan vesîlesi olduğunu unutacak kadar kibir şaşkınlığına ve gurur ahmaklığına dûçâr oldu. Cenâb-ı Hak da onu güvendiği hazineleriyle birlikte yerin dibine geçirdi.

Zira Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-‘ın buyurduğu gibi;

“Kul, dünya nîmetlerinden bir şey sebebiyle kibirlendiğinde, Allah Teâlâ, o nîmet kulundan gidinceye kadar ona buğz eder.”[1]

Dolayısıyla insanı gurur ve kibre sevk ederek nefsâniyetini palazlandıran, ona Rabbinin âciz bir kulu olduğunu unutturan, Allâhʼın kullarına karşı kendini büyük görme hissi veren her şey, zâhiren bir nîmet gibi görünse de, hakîkatte Cenâb-ı Hakkʼın gazabını celbeden birer iptilâdır.

İşte Bursa Kadısı Mahmud da, makam-mevkî, servet, şöhret ve îtibârın kendisini mânen zehirlemesi endişesiyle Üftâde Hazretleriʼnin terbiyesine girmiş, nefsini yerle bir edebilmek için sırmalı kaftanıyla sokaklarda ciğer satmış, dergâhta helâ temizlemiş, tevâzu ve mahviyet üzere samimiyetle hizmet etmiştir. Nefsânî ihtilâçlarını bertaraf ettikten sonra ise kalbinde bambaşka ufuklar açılmıştır. Böylece Kadı Mahmud gitmiş, yerine cihan sultanlarına dahî yön veren bir mânâ sultânı olan “Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri” gelmiştir.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

“Benim” diyen katʼî ahmak kişidir,

Ki zira “ben” demek şeytan işidir!..

[Unutmayalım ki şeytan, ilim ve amel noksanlığından değil, edep noksanlığından dolayı Hak kapısından kovuldu. Cenâb-ı Hakkʼa karşı “cidâl”de bulundu. Nâkıs aklına güvenerek yaptığı kıyasla; “Ben Âdemʼden üstünüm.” dedi. Bu kibir şaşkınlığı içinde Cenâb-ı Hakkʼın emrine başkaldırdı. Neticede kovulmuş ve lânetlenmiş “iblis” durumuna düştü.

Bunun içindir ki büyük bir nefis terbiyesi olan hac ibadetinde de, şeytanı helâke götüren “cidâl” yani tartışma/çekişme yasaktır. Orada bir kefen iklimine girerek nefsin bütün gurur, kibir ve enâniyetine iptal mührü vurma ve Cenâb-ı Hakkʼın emirlerine büyük bir edep, tevâzu ve mahviyet içinde cân u gönülden râm olma tâlimi vardır.

İmam Kurtubî -rahmetullâhi aleyh- şöyle der:

“Îmânın, namazın ve seni Allâhʼa yaklaştıran ibadetlerin, seni aldatmasın. Bunların hepsi senin fiilin olmakla birlikte Allâhʼın yaratması ve lûtfu sayesinde gerçekleşmektedir. Senin bunlarla övünmen, başkalarına ait şeylerle övünmene benzer. Övündüğün şeyler bir gün elinden alınabilir.”[2]

Bunun için müʼmin dâimâ haddini bilecek. Yaptığı ibadetlere de güvenmeyecek. Elinden gelen bütün gayreti göstermesine rağmen, mücrim bir kul gibi edep ve mahcûbiyetle Cenâb-ı Hakkʼın af ve merhametini dileyecek. Bütün amellerinin de duâları gibi Cenâb-ı Hakkʼın kabulüne muhtaç olduğunu unutmayacak.

لَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا باِللّٰهِ

“Allah’tan başka hiç kimsede (hayra eriştirecek ve şerden koruyacak) güç ve kuvvet yoktur.”[3] şuuruyla, günahlardan korunmanın da, ibadetlerle Cenâb-ı Hakkʼa yönelmenin de Oʼnun lûtfu sâyesinde mümkün olduğunu düşünecek. Kendisini bu lûtfa nâil kıldığı ve kulluğuna kabul buyurduğu için, ayrıca şükredecek.

Kelâm-ı kibarda; “Sen çıkınca aradan, kalır seni Yaratan” denildiği gibi, bir müʼmin de maddî-mânevî herhangi bir nîmete eriştiğinde nefsine pay çıkararak;

“‒Ben başardım, ben kendi bilgi ve becerimle elde ettim…” demeyecek. Bilâkis;

“‒Bu, Rabbimin fazl u keremindendir.”[4] diyecek. “Lûtfeden Senʼsin, Senʼin ihsânındır, Senʼin ikrâmındır yâ Rabbi!..” diyecek. Yani nîmetlerin asıl sahibinin Allah Teâlâ olduğunu îtiraf edip Oʼna şükredecek. Kendisinin bir abd-i âciz olduğunu unutmayacak. Bunun için dâimâ arz-ı endam değil, arz-ı hâl hissiyâtı ile yaşayacak.]

Hüdâyî Hazretleri buyurur:

Ger dilersen sende bite verd-i pâk,

Meskenetle kendini hâk eyle hâk…

“Şâyet sende noksansız, lekesiz ve kusursuz bir gül yetişsin istiyorsan, kendini tevâzu ve alçakgönüllülük ile toprak eyle toprak!..”

[Mevlânâ Hazretleri de âdeta bu hakîkati teʼyîden şöyle buyurur:

“Bahar mevsiminde bir taş yeşerir mi? Toprak gibi mütevâzı ol ki senden renk renk güller ve çiçekler yetişsin!”

Bir taş parçası da bereketli nisan yağmurlarında ıslanıp baharı görür, fakat ondan hiçbir mahsul alınamaz. Baharın feyz ve bereketinden nasîb alan, yalnız topraktır.

Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın ifadesiyle nasıl ki; “Diken tohumları ekilen bir tarladan, gül desteleri derlenemez.” ise, iç dünyaları gurur, kibir ve nefsâniyetten âdeta taşa dönmüş katı yürekli kimselerden de insanlığın hayrına bir şey beklenemez. İnsanlığa gerçek mânâda huzur ve saâdet bahşedecek olanlar, –Mevlânâʼnın tâbiriyle- “tevâzu ve mahviyette toprak gibi” olan derviş gönüllerdir.

Hakîkaten toprak, üzerinde gezen canlıların ayakları altında çiğnenir, onların çöpünü ve cürûfunu âdeta sessiz ve itirazsız bir dervişin tevâzu, nezâket, zarâfet, edep ve olgunluğuyla sîneye çekip kabullenir, içinde eritip hazmeder, sonra da rengârenk çiçekler, birbirinden leziz meyveler ve taptaze sebzeler hâlinde ikram ederek, yine üzerinde dolaşan o canlıları besler. Ölen mahlûkâtın naaşlarını da âdeta mukaddes bir emânet gibi bağrına basıp haşre dek sâdık bir sırdaş gibi sînesinde saklar.

İşte topraktan yaratılmış olan insanın gönlü de böylesine münbit bir toprak gibi olmalı, kötülüğe dahî iyilikle mukâbele etmelidir. Gübre atana gül vermeli, tükürene billur ırmaklarıyla mukâbele etmeli, kendisini ayakları altında ezenleri başının üstünde taşımalıdır. Velhâsıl mahlûkattan hangi muâmeleyi görürse görsün, dâimâ kendine yakışan güzellikleri sergilemeli, cömert, fedakâr, yapıcı, ihyâ edici olmalıdır.

Hazret-i Îsâ -aleyhisselâm- bir defasında yanında bulunanlara:

“–Tohum nerede biter?” diye sordu. Onlar da:

“–Toprakta/yerde biter!” dediler.

Bunun üzerine Îsâ -aleyhisselâm-:

“–Aynı şekilde hikmet de ancak toprak gibi (mütevâzı) olan bir kalpte biter.” buyurdu.

Hak dostlarının cümlesi de, gönülleri irşâd edecek mânevî olgunluğa ve ilâhî hikmetlere, ancak tevâzu ve mahviyet içindeki samimî hizmetleriyle, nefsin enâniyet, gurur ve kibir gibi illetlerini bertaraf ettikten sonra erişmişlerdir. Yani nefislerini âdeta ayaklar altında paspas ettikten sonra başlara tâc olmuşlardır. Zira tasavvufta her şey, ilâhî kudret ve azametin sonsuzluğu karşısında bir “hiç” hükmünde olduğunu idrâk ettikten sonra başlar.]

Cenâb-ı Hak cümlemize; aslımızın hiçlik ve yokluk olduğunu, vaktiyle anılmaya değer bir ismimizin de cismimizin de bulunmadığını, evvelimizin nutfe sonumuzun da toprağa gömülecek bir cîfe olduğunu, velhâsıl âciz bir kul olduğumuzu unutturmasın.

Âmîn!..

 Dipnotlar:

[1] Ebû Nuaym, Hilye, I, 37; Hânî, el-Hadâik, s. 288.

[2] Kurtubî, et-Tezkire, fî Ahvâliʼl-Mevtâ ve Umûriʼl-Âhire, Kâhire, Dâruʼl-Menâr, t.y. 42.

[3] Tirmizî, Deavât, 88/3521.

[4] Bkz. en-Neml, 40.