Yüce kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’e yapılan aşağılık saldırılar üzerine…

Hak ile bâtılın mücâdelesi, kıyâmete kadar devam edecektir.

Çünkü tarih; tekrar tekrar sahnelenen bir tiyatro oyunu gibidir. Rol alanlar değişse de senaryo değişmez. İbn-i Haldunʼun ifadesiyle; “Geçmiş hâdiseler gelecek olanlara, suyun suya benzemesinden daha çok benzer.”

Tarih, hem altın sayfaları, hem de karanlık zulüm sahneleri ile beşeriyete ne büyük bir ibret ve irşad âbidesidir. Nitekim üstümüzdeki semâ, insanlık tarihi boyunca Allâh’ı inkâr edenlere ıztırap ve felâketler döken eski semâdır. Tepemizdeki Güneş, bir zamanlar Nemrutların, Firavunların, Hâmanların, Kârunların, Âdların ve Semudların saraylarını, köşklerini ve hazinelerini aydınlatan, sonra da harâbelerinin üzerine haşmetle doğan aynı Güneşʼtir. Bir zamanlar isimleri bile korku ile anılan azametli krallar ve zâlimler, tarihin çöplüğünde yok olup gittiler. Saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendiriyor.

Binlerce yıl önce Hazret-i İbrahim’e, Hazret-i Mûsâ’ya îman etmeyen, onları yalanlayan zâlim ve küstah Nemrut ve Firavunların âkıbeti ile, Fahr-i Kâinat Efendimiz’e eziyet ve hakâretlerde bulunan Ebû Cehillerin, Ebû Leheblerin âkıbeti aynı olmuştur. Hak ve hakîkate düşmanlık edenlerin âkıbeti yarın da aynı olacaktır.

Nasıl ki câhiliye devrinde âhiret haberini getiren Allâhʼın Kitâbʼına hakâretler edilmişse, vahyin sesi zulüm ve haksızlıklarla bastırılmak ve susturulmak istenmişse; günümüzün modern câhiliyesinde de Ebû Cehillerin, Ebû Leheblerin temsilcileri olan nâdanlar tarafından aynı hakâretler devam ediyor.

Bunda da şaşılacak bir şey yoktur. Zira meyveli ağaç taşlanır. Hırsız, kuyumcu dükkânını soymak ister, eskici dükkânını değil.

Günümüzde, yegâne hak dîn olan İslâmʼın dünya çapında rağbet bulmasına mânî olmak isteyenler tarafından, maalesef “İslâmofobi” adı altında, çirkin bir nefret ve düşmanlık dalgası oluşturuldu.

İslâm düşmanlarının son zamanlarda saldırılarını sıklaştırmaları da gösteriyor ki; İslâm, insanlığın huzuru için tek çaredir. Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-ʼi karalamak üzere film çevirerek, rezil karikatürler yaparak, Kur’ân-ı Kerîm’i yakmaya cürʼet ederek, gayzlarını kusan ve iç dünyalarındaki katranı ortaya döken bu nefret çetesinin tek derdi, İslâm’a yönelişin önüne geçmektir. Fakat Allâh’ın izniyle bu emellerinde muvaffak olamayacaklardır. Çünkü âyet-i kerîmede şöyle buyruluyor:

“Allâh’ın nûrunu ağızlarıyla (üfleyip) söndürmek istiyorlar. Hâlbuki kâfirler hoşlanmasalar da Allah nûrunu tamamlamaktan asla vazgeçmez.” (et-Tevbe, 32)

Evet; Cenâb-ı Hakk’ın “nûrunu tamamlayacağı” vaadi, bir îman umdesidir. Lâkin Cenâb-ı Hak, nûrunu tamamlama hususundaki vaadini insanlar eliyle gerçekleştireceğine göre, hepimiz o vaadin gerçekleşmesi için gücümüz nisbetinde bir hamle ve fedakârlık hâlinde olmalıyız. Yoksa Rabbimiz yine nûrunu tamamlar, fakat bu hizmetlerde ihmalkâr davrananlar mes’ûl olurlar.

Yüce kitabımız Kurʼân-ı Kerîm, elbette Cenâb-ı Hakkʼın ilâhî muhafazası altındadır. Onun bir harfi bile değişmeden bugüne kadar geldiği gibi, kıyâmete kadar da hiç bozulmadan devam edeceği, ilâhî bir vaaddir. Kurʼânʼdan önceki ilâhî kitaplara yapılan tahrîfi Kurʼân-ı Kerîmʼe yapamayanlar, ona hakâret etmekle ancak kendi çaresizlik ve zavallılıklarını îlan etmiş olmaktadırlar.

Fakat Mevlânâ Hazretleriʼnin buyurduğu gibi:

“Köpeklerin ağzı değdi diye deniz kirlenmez!..”

Yani câhil ve nâdan kimselerin ileri-geri konuşup hakâret etmeleri, hakîkatin kıymetinden bir şey eksiltmez. Güneşʼi balçıkla sıvamaya çalışanların ellerindeki çamur, sadece kendi murdarlıklarının şâhidi olur.

Mânevî değerlerimize saldıran, mukaddesâtımıza dil uzatan kendini bilmezler, onların yücelik ve şerefine aslâ halel getiremezler. Bu menfî tavırlarıyla onlar, ancak kendi rezillik ve alçaklıklarını artırmış, âhiretteki azaplarını daha da şiddetlendirmiş olurlar.

Fakat böyle durumlarda müʼminler olarak, İslâm şahsiyet ve vakarını koruma hususunda ne kadar gayret-i dîniyye sahibi olduğumuzdan imtihan edildiğimizi, aslâ unutmamalıyız. O zâlimlere karşı, Allah için buğzun tabiî gereği olan tavırları sergilemeliyiz.

Cenâb-ı Hak, Kurʼân-ı Kerîmʼinde şöyle buyuruyor:

“Kâfirlere aslâ boyun eğme! Ve bu (Kur’ân) ile onlara karşı bütün gücünle büyük bir cihâd et!” (el-Furkân, 52)

Âyet-i kerîmedeki bu “büyük cihad” emri, henüz mü’minlerin müşriklerle mücâdele edebilecek maddî güçlerinin bulunmadığı Mekke döneminde gelmişti. Bu ilâhî emir, cihâdın en mühim mânâlarından birini ortaya koyuyor ki, o da, Kur’ân’ın yaşanarak tebliğ edilmesidir.

O zâlimler, nasıl ki yaptıkları hakâretlerle İslâmʼın nûrunu söndürmek, çıkardıkları gürültüyle Allâhʼın kelâmı işittirmemek istiyorlarsa, onlara karşı yapılacak en büyük cihad da, dün de bugün de insanlığın yegâne kurtuluş reçetesi olan Kurʼân-ı Kerîmʼin mesajlarını gönüllere ulaştırmak için, her zamankinden daha çok gayret göstermemizdir.

֍

Unutmayalım ki kâinat, sessiz bir Kurʼân; Kurʼân da sesli bir kâinattır. İnsan ise, ilâhî sır ve hakîkatlerin bir tecellî âbidesi olarak, bunların özü ve zübdesi mevkiindedir.

Bu itibarla, erişilmez incelikler ve dibi görülmez derinliklerin örneği ve mahlûkâtın en şereflisi olarak yaratılan insan, bu yüksek kıymetini, ancak Kur’ân istikâmetinde bir hayat yaşamakla muhafaza edebilir.

Kur’ân-ı Kerîm’in en mühim berekâtından biri, insanları içten uyandırmak, dış güzelliklerle hislendirmek, âfak ve enfüs cilveleri içinde onu Rabbinin muhabbetine çekmektir. İlâhî kudret tecellîlerinin sergisi olan bu güzel kâinat karşısında duygulanmak, hisli bir yürekle ürpermek, ancak ilâhî beyanlar ışığında yaşayıp canlı bir Kur’ân olanlara mahsus bir keyfiyettir.

Dolayısıyla Kurʼân-ı Kerîmʼe muhâtap olmakla şereflenen bizler de, evvelâ Kurʼânʼın ahkâmıyla âmil, ahlâkıyla kâmil olarak âdeta canlı bir Kurʼân hâline gelmeliyiz. Hâlimizle, kālimizle ve davranışlarımızla İslâmʼın güzelliklerini insanlığa tebliğ ve temsil etmenin gayretine girmeliyiz.

İşte bu takdirde, Firavunların ve Nemrutların bugünkü temsilcileri tarafından İslâmʼa ve Kurʼânʼa yapılan saldırılar, asr-ı saâdette olduğu gibi neticesiz kalacak, bilâkis nice nasipli gönlün -inşâallah- daha çok İslâmʼa yönelmesine vesîle olacaktır.

Bunun için, İstiklâl Şâirimiz Âkif’in dediği gibi:

Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhâmı

Asrın idrâkine söyletmeliyiz İslâm’ı!..

Cenâb-ı Hak, yüce kitabımız Kurʼân-ı Kerîmʼi lâyıkıyla idrâk edip muktezâsınca yaşayabilmeyi, kıyâmet günü de onun güzel şâhitliğine ve şefaatine erebilmeyi, cümlemize nasip ve müyesser eylesin.

Âmîn!..